2 Kasım

TUTUKLULUK NEDENİYLE FESİH

T.C
YARGITAY
9. HUKUK DAİRESİ
Esas No. 2009/12385
Karar No. 2011/12782
Tarihi: 02.05.2011
TUTUKLULUK NEDENİYLE FESİH
TUTUKLULUK NEDENİYLE FESİH HAKKININ
BİLDİRİM SÜRELERİNİN SONUNDA
DOĞACAĞI
ARTIRILMIŞ BİLDİRİM SÜRELERİNİN DİKKATE ALINMASININ GEREKMESİ
ÜCRETİN ÇALIŞMA KARŞILIĞI OLMASI
ÖZETİ: 4857 sayılı İş Kanununda işverenin derhal fesih hallerinin düzenlendiği 25. maddeye IV. bent
eklenmek suretiyle iĢçinin gözaltına alınması veya tutuklanması durumu özel olarak ele alınmıştır. Konu
1475 sayılı İş Kanunu döneminde anılan yasanın 17/111 maddesi kapsamında zorlayıcı neden sayılmakta ve bir
haftadan sonra işveren derhal fesih hakkı doğmaktaydı. 4857 sayılı Kanunun 25/IV maddesinde
ise bu gibi haller ayrıca düzenlenmiş ve işveren fesih hakkının 17. maddede yazılı olan bildirim sürelerinin
bitiminde ortaya çıkacağı kurala bağlanmıştır. Buna göre, tutuklanan bir işçinin tutukluluk süresi bildirim
önellerini aşmadıkça, iş sözleşmesi işverence derhal feshedilemez.
Bildirim önellerinin sözleşme hükmü ile arttırılmış olması halinde, 4857 sayılı İş Kanununun 25/IV
maddesi uygulaması yönünden arttırılmış sürelerin dikkate alınması gerekir. Başka bir anlatımla işveren
derhal fesih hakkı ancak, tutukluluk süresinin arttırılmış ihbar önellerini aşması halinde ortaya çıkar.
4857 sayılı İş Kanununun 40. maddesinde, işçinin 25/IV. bendi kapsamında çalışılamayan süre için ücret
ödenmesine dair bir kurala yer verilmemiştir. Bu halde işçinin gözaltına alınması veya tutuklanması sebebiyle
çalışamadığı süre için ücret talep hakkı yoktur

DAVA: Davacı, kıdem tazminatı, izin alacağının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.Yerel mahkeme, isteği kısmen hüküm altına almıştır. Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hâkimi Ş.Çil tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
Davacı işçi işyeri ile ilgilisi olmayan bir suç sebebiyle tutuklanması üzerine iş sözleşmesinin işveren tarafından sona erdirildiğini ileri sürerek kıdem tazminatı ile
yıllık izin ücreti isteklerinde bulunmuştur.Davalı işveren toplu iş sözleşmesinin 36. maddesi uyarınca 30 günü aşan tutukluluk sebebiyle iş sözleşmesinin feshedildiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece davacının reşit olmayan mağdureyi zorla alıkoymak ve ırzına geçmek, gasp ve tehdit suçlarından tutuklanması sebebiyle işveren tarafından iş sözleşmesinin haklı olarak feshedildiği gerekçesiyle kıdem tazminatı isteğinin reddine karar verilmiş izin ücreti talebi kabul edilmiştir.
Karan yasal süresi içinde davacı vekili temyiz etmiştir.
1-Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre davacının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları
yerinde değildir.
2.işçinin iş sözleşmesinin kıdem tazminatına hak kazanacak şekilde feshedilip feshedilmediği noktasında taraflar arasında uyuşmazlık söz konusudur.4857 sayılı İş Kanununun 25. maddesinin IV. bendinde, işçinin gözaltına alınması veya tutuklanması halinde devamsızlığın aynı yasanın 17. maddesinde sözü edilen bildirim süresini aşması durumunda işverenin derhal fesih hakkının olduğu
hükme bağlanmıştır.
4857 sayılı İş Kanununda işverenin derhal fesih hallerinin düzenlendiği 25. maddeye IV. bent eklenmek suretiyle işçinin gözaltına alınması veya tutuklanması durumu özel olarak ele alınmıştır. Konu 1475 sayılı İş Kanunu döneminde anılan yasanın 17/111 maddesi kapsamında zorlayıcı neden sayılmakta ve bir haftadan sonra işverenin derhal fesih hakkı doğmaktaydı. 4857 sayılı Kanunun 25/IV maddesinde ise bu gibi haller ayrıca düzenlenmiş ve işverenin fesih hakkının 17. maddede yazılı olan bildirim sürelerinin bitiminde ortaya çıkacağı kurala bağlanmıştır. Buna göre, tutuklanan bir işçinin tutukluluk süresi bildirim önellerini aşmadıkça, iş sözleşmesi işverence derhal feshedilemez. Bildirim önellerinin sözleşme hükmü ile arttırılmış olması halinde, 4857 sayılı İş Kanununun 25/IV maddesi uygulaması yönünden arttırılmış sürelerin dikkate alınması gerekir. Başka bir anlatımla işverenin derhal fesih hakkı ancak, tutukluluk
süresinin arttırılmış ihbar önellerini aşması halinde ortaya çıkar.4857 sayılı İş Kanununun 40. maddesinde, işçinin 25/IV. bendi kapsamında çalışılamayan süre için ücret ödenmesine dair bir kurala yer verilmemiştir. Bu halde işçinin gözaltına alınması veya tutuklanması sebebiyle çalışamadığı süre için ücret talep hakkı yoktur.İş Kanunun 25/ IV bendine uyan fesihlerin geçerli nedene dayandığı açıktır.şu halde göre geçerli fesih imkânı bildirim süresinin aşılması halinde ortaya çıkar.İşçinin gözaltına kaldığı veya tutuklu olduğu sürenin ihbar önelini aşması
halinde 4857 sayılı İş Kanununun 25/IV maddesi uyarınca fesheden işverenin bildirim şartına uyma, ihbar tazminatı yükümlülükleri bulunmamakla birlikte, kıdem tazminatı ödemesi gerekir.
Somut olayda davacının iş sözleşmesi işyeri dışında işlenen suçlar sebebiyle 30 günü aşan süreyle tutuklu kalması üzerine işverence toplu iş sözleşmesinin 36. maddesine göre feshedilmiştir. Sözü edilen hükümde tutukluluk süresinin 30 günü aşması halinde iş sözleşmesinin münfesih sayılacağı hükme bağlanmıştır. İşyeri ile ilgisi olmayan ve işyeri dışında işlenen suçlardan dolayı tutuklulukta geçen süreye bağlı olarak gerçekleştirilen fesih 4857 sayılı İş Kanununun 25/IV. maddesine uygun olup 1475 sayılı yasanın 1. bendi uyarınca davacı işçi kıdem tazminatına hak
kazanır. Mahkemece isteğin kabulü gerekirken yazılı şekilde talebin reddi hatalı olup kararın bu yönden bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten BOZULMASINA,peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 02.05.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.

28 Ağustos

HARİCİ SATIŞ SÖZLEŞMESİNDEN KAYNAKLI ALACAĞIN TBK.GEREĞİ 10. YILLIK ZAMANAŞIMINA TABİ OLDUĞU

T.C.

YARGITAY

3. HUKUK DAİRESİ

E. 2014/10633

K. 2015/3964

T. 12.3.2015

HARİCİ SATIŞ SÖZLEŞMESİNDEN KAYNAKLI ALACAĞIN SEBEPSİZ ZENGİNLEŞME HÜKÜMLERİNE GÖRE GERİ ALINMASI ( Zamanaşımı – Uygulanacak Zamanaşımı Süresinin T.B.K.’nun 146. Md. Gereğince 10 Yıl Olduğu/Mahkemece Sebepsiz Zenginleşme Hükümleri Doğrultusunda Davanın 1 Yıllık Zamanaşımı Süresinde Açılmadığı Gerekçesiyle Zamanaşımından Reddinin Doğru Olmadığı )

• ZAMANAŞIMI ( Harici Satış Sözleşmesinden Kaynaklı Alacağın Sebepsiz Zenginleşme Hükümlerine Göre Geri Alınması – Uygulanacak Zamanaşımı Süresinin T.B.K.’nun 146. Md. Gereğince 10 Yıl Olduğu )

• ON YILLIK ZAMANAŞIMI ( Harici Satış Sözleşmesinden Kaynaklı Alacağın Sebepsiz Zenginleşme Hükümlerine Göre Geri Alınması – Uygulanacak Zamanaşımı Süresinin T.B.K.’nun 146. Md. Gereğince 10 Yıl Olduğu Gözetileceği )

• ADİ YAZILI TAŞINMAZ SATIŞ SÖZLEŞMESİ ( Alacağın Sebepsiz Zenginleşme Hükümlerine Göre Geri Alınması/Uygulanacak Zamanaşımı – Uyuşmazlıkta 10 Yıllık Zamanaşımı Uygulanacağı )

• UYGULANACAK ZAMANAŞIMI ( Harici Satış Sözleşmesinden Kaynaklı Alacağın Sebepsiz Zenginleşme Hükümlerine Göre Geri Alınması – Alacağın 10 Yıllık Zamanaşımına Tabi Olduğu )

4721/m.706

818/m.125

6098/m.146

ÖZET : Dava; adi yazılı taşınmaz satış sözleşmesinden kaynaklandığı iddia olunan alacağın, sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre geri alınması istemine ilişkindir. Uyuşmazlığın taraflar arasında akdedildiği iddia olunan harici satış sözleşmesinden kaynaklandığı açıktır. Bu bağlamda; dava konusu ihtilafta uygulanacak zamanaşımı süresi, TBK’nın 146. maddesi gereğince 10 yıldır. Davacı; 10 yıllık zamanaşımı dolmadan dava açmıştır. Hal böyle olunca mahkemece; davalının zamanaşımı def’i reddedilip, işin esasına girilerek hasıl olacak sonuç dairesinde bir karar verilmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki alacak davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili dava dilekçesinde; davalının adına kayıtlı olduğunu söylediği taşınmazı 19.08.2005 tarihli satış sözleşmesiyle 147.000,00 TL bedelle müvekkiline sattığını, müvekkilinin taşınmazın satış bedilinden mahsup edilmek üzere, 27.000,00 TL değer biçilen aracını, davalının bildirdiği kişiye devrettiğini, davalının sözleşmeden doğan edimi yerine getirmemesi üzerine davalıya ihtarname göndererek edimini yerine getirmesi için 30.07.2009 tarihine kadar süre verildiğini, davalının ifadan kaçınması üzerine aleyhine dava açtıklarını, davanın, gider avansının yatırılmadığı gerekçesiyle açılmamış sayılmasına karar verildiğini, aynı nitelikte açılan diğer bir davanın ise derdestlik nedeniyle reddedildiğini, satış sözleşmesine konu taşınmazın hazineye ait olduğunu öğrendiklerini, davalının malik olmadığı taşınmazı malikmiş gibi müvekkiline satarak aracının elinden çıkmasına neden olduğunu belirterek; 27.000,00 TL’nin 30.07.2009 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı vekili cevap dilekçesinde; davanın dayanağı olarak gösterilen belgenin 19.08.2005 tarihli olduğunu, eldeki davanın 25.11.2013 tarihinde açıldığını, talebinin zamanaşımına uğradığını, öncelikle davanın zamanaşımından reddi gerektiğini, diğer taraftan belgedeki imzanın müvekkiline ait olmadığını, sözleşme tarihinden 7 yıl sonra arazinin hazine adına kayıtlı olduğunun öğrenildiğine ilişkin iddianın hayatın olağan akışına aykırı olduğunu, davacının arazinin 6831 sayılı Orman Kanununun 2/B maddesi kapsamında olduğunu bildiğini savunarak; davanın reddine karar verilmesini dilemiştir.

Mahkemece; davacının, davalıya ihtarname göndererek 30.07.2009 tarihine kadar edimini ifa etmesi için süre tanıdığı, davanın 30.07.2009 tarihinden başlayarak 1 yıl içinde açılması gerekirken 1 yıllık sürenin dolduğu 30.07.2010 tarihinden sonra açıldığı gerekçesiyle davanın zamanaşımından reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava; adi yazılı taşınmaz satış sözleşmesinden kaynaklandığı iddia olunan alacağın, sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre davalıdan geri alınması istemine ilişkindir.

Davacı taraf, 19.08.2005 tarihli “satış sözleşmesidir” başlıklı belgeye dayanarak eldeki davayı açmıştır.

Tapulu taşınmazların satışına ilişkin sözleşmeler resmi biçimde yapılmadıkça geçersizdir. ( TMK m.706, BK m.213, Tapu Kanunu m.26 ve Noterlik Kanunu m.60 ). Geçersiz sözleşmeye dayalı olarak elde edilen kazanımlar sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre geri istenebilir. Ancak bu durumda, taraflar arasında geçersiz de olsa bir sözleşme olduğundan dava, sözleşme zamanaşımı süresine tabidir.

TBK’nın 146.maddesinde ( 818 sayılı BK m.125 ) sözleşmeye dayanan alacakların, başka türlü hüküm mevcut olmadığı takdirde 10 yıllık zamanaşımına tabi olduğu hükme bağlanmıştır.

Somut olayda, her ne kadar mahkemece, sebepsiz zenginleşme hükümleri doğrultusunda değerlendirme yapılmak suretiyle davanın 1 yıllık zamanaşımı süresinde açılmadığı gerekçesiyle zamanaşımından reddine karar verilmiş ise de; uyuşmazlığın taraflar arasında akdedildiği iddia olunan harici satış sözleşmesinden kaynaklandığı açıktır. Bu bağlamda; dava konusu ihtilafta uygulanacak zamanaşımı süresi, TBK’nın 146. maddesi gereğince 10 yıldır. Davacının davasını dayandırdığı sözleşme 19.08.2005 tarihli olup, dava tarihi olan 25.11.2013’e kadar geçen sürede zamanaşımı süresi dolmamış, talep zamanaşımına uğramamıştır.

Hal böyle olunca mahkemece; davalının zamanaşımı def’i reddedilip, işin esasına girilerek hasıl olacak sonuç dairesinde bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiş, bu husus bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 12.03.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

4 Haziran

İŞLETEN VEYA SÜRÜCÜ TAM KUSURLU OLSALAR BİLE DESTEKTEN YOKSUN KALAN DAVACILAR ZARAR GÖREN ÜÇÜNCÜ KİŞİ KONUMUNDA BULUNDUĞUNDAN DAVALI SİGORTA ŞİRKETİ SORUMLUDUR.”

YARGITAY
17. HUKUK DAİRESİ
Esas Numarası: 2013/16649
Karar Numarası: 2015/2819
Karar Tarihi: 16.02.2015
DESTEKTEN YOKSUN KALMA TAZMİNATI
DAVACILARIN ÖLENİN SALT MİRASÇISI SIFATIYLA DEĞİL DESTEKTEN YOKSUN KALAN ÜÇÜNCÜ KİŞİ SIFATIYLA DAVA AÇTIKLARI
ARAÇ SÜRÜCÜSÜNÜN VEYA İŞLETENİN TAM KUSURLU OLMALARI HALİNDE DESTEĞİNDEN YOKSUN KALAN DAVACILARI ETKİLEMEYECEĞİ
SİGORTA ŞİRKETİNİN İŞLETENİN ÜÇÜNCÜ KİŞİLERE VERDİĞİ ZARARLARI TEMİNAT ALTINA ALDIĞINA VE OLAYDA İŞLETEN VEYA SÜRÜCÜ TAM KUSURLU OLSALAR BİLE DESTEKTEN YOKSUN KALAN DAVACILAR DA ZARAR GÖREN ÜÇÜNCÜ KİŞİ KONUMUNDA BULUNDUĞUNDAN DAVALI SİGORTA ŞİRKETİNİN SORUMLU OLACAĞI
ÖZETİ: Davacıların ölenin salt mirasçısı sıfatıyla değil, destekten yoksun kalan üçüncü kişi sıfatıyla dava açtıklarına, ölüm nedeniyle doğrudan davacılar üzerinde doğan destekten yoksunluk zararının oluşumundaki kusurun davacılara yansıtılamayacağına; dolayısıyla araç sürücüsünün veya işletenin tam kusurlu olmaları halinde, desteğinden yoksun kalan davacıları etkilemeyeceğine; 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu ve Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartları’na göre, aracın zorunlu mali sorumluluk sigortacısı davalı sigorta şirketinin, işletenin üçüncü kişilere verdiği zararları teminat altına aldığına ve olayda işleten veya sürücü tam kusurlu olsalar bile, destekten yoksun kalan davacılar da zarar gören üçüncü kişi konumunda bulunduğundan, davalı sigorta şirketinin sorumlu olacağına göre, davalı vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddiyle usul ve yasaya uygun bulunan hükmün onanmasına karar verilmiştir.
Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Karar: Davacılar vekili, davalıya trafik sigortalı, müvekkillerinin desteği N. E.’un sürücüsü olduğu aracın tek taraflı kaza yapması sonucu desteğin vefat ettiğini belirterek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere davacı eş Hülya için 64.000,00 TL, davacı çocuk Barış için 1.000,00 TL destekten yoksun kalma tazminatının yasal faiziyle beraber davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiş, bilahare sunduğu ıslah dilekçesi ile davacı H. için tazminat taleplerini 86.948,08 TL’ye yükselttiklerini bildirmiştir.
Davalı vekili, desteğin kazanın oluşumunda tamamen kusurlu olduğunu, bu nedenle davacıların tazminat talep edemeyeceğini ileri sürerek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, toplanan deliller ve benimsenen bilirkişi raporuna göre; davacı B. E. yönünden açılan davanın reddine, davalı H. E. yönünden açılan davanın kabulü ile 86.948,08 TL destekten yoksun kalma tazminatının dava tarihi olan 16/05/2012 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle davalıdan tahsili ile davacıya verilmesine, karar verilmiş; hüküm, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına, davacıların ölenin salt mirasçısı sıfatıyla değil, destekten yoksun kalan üçüncü kişi sıfatıyla dava açtıklarına, ölüm nedeniyle doğrudan davacılar üzerinde doğan destekten yoksunluk zararının oluşumundaki kusurun davacılara yansıtılamayacağına; dolayısıyla araç sürücüsünün veya işletenin tam kusurlu olmaları halinde, desteğinden yoksun kalan davacıları etkilemeyeceğine; 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu ve Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartları’na göre, aracın zorunlu mali sorumluluk sigortacısı davalı sigorta şirketinin, işletenin üçüncü kişilere verdiği zararları teminat altına aldığına ve olayda işleten veya sürücü tam kusurlu olsalar bile, destekten yoksun kalan davacılar da zarar gören üçüncü kişi konumunda bulunduğundan, davalı sigorta şirketinin sorumlu olacağına (HGK’nun 15.6.2011 gün ve 2011/17-142 Esas-411 Karar, 22.2.2012 gün 2011/17-787 Esas 2012/92 Karar, 16.1.2013 gün ve 2012/17-1491 Esas 2013/74 Karar sayılı ilamları uyarınca) göre, davalı vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddiyle usul ve yasaya uygun bulunan hükmün onanmasına, aşağıda dökümü yazılı 4.454,42 TL kalan onama harcının temyiz eden davalıdan alınmasına 16.02.2015 gününde üye E. S. Baydar’ın karşı oyu ve oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY
Uyuşmazlık, 2918 sayılı KTK.dan doğan, tehlike sorumluluğu nedeniyle sürücünün vefatı halinde desteğinden yoksun kalanların tazminat taleplerinde, ölen desteğin müterafik kusurunun tazminattan indirim sebebi teşkil edip etmeyeceği, desteğin kusurunun işleten ve araç ZMSS.ini düzenleyen sigorta şirketini ne şekilde etkileyeceğine ilişkindir.
Konu ile ilgili yasal düzenlemeler gözden geçirildiğinde;
6098 sayılı TBK.nun 51/1 maddesinde “Hakimin tazminatın kapsamını ve ödenme biçimini, durumun gereğini ve özellikle kusurun ağırlığını gözönüne alarak belirleyeceği”,
TBK. 52/1 maddesinde ” zarar görenin zararı doğuran fiile razı olması veya zararın doğmasında ya da artmasında etkili olması veya tazminat yükümlüsünün durumunu ağırlaştırması halinde hakim tazminatı indirebileceği veya tamamen kaldırabileceği”,
TBK 53/3 maddesinde “ölenin desteğinden yoksun kalan kişilerin bu sebeple uğradıkları kayıpların” ölüm halinde uğranılan zararlardan bulunduğu,
2918 sayılı KTK 85/1 maddesinde “Bir motorlu aracın işletilmesinin bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına yahut bir şeyin zarara uğramasına sebep olması durumunda motorlu aracın bir teşebbüsün ünvanı veya işletme adı altında veya bu teşebbüs tarafından kesilen biletle işletilmesi halinde, motorlu aracın işleteni ve bağlı olduğu teşebbüsün sahibinin doğan zarardan müştereken ve müteselsilen sorumlu tutulacağı”,
2918 sayılı KTK 85/son maddesinde ” işleten ve araç işleticisi teşebbüs sahibinin, aracın sürücüsünün veya aracın kullanılmasına katılan yardımcı kişilerin kusurundan kendi kusuru gibi sorumlu”, olduğu,
2918 sayılı KTK 86/2 maddesinde ” sorumluluktan kurtulamayan işleten veya araç işleticisinin bağlı olduğu teşebbüs sahibinin, kazanın oluşumunda zarar görenin kusurunun bulunduğunu ispat ederse hakimin durum ve şartlara göre tazminat miktarını indirebileceği”,
2918 sayılı KTK 91/1 maddesinde “İşletenlerin, bu Kanununun 85. maddesinin 1 fıkrasına göre olan sorumluluklarının karşılanmasını sağlamak üzere mali sorumluluk sigortası yaptırmalarının zorunlu” bulunduğu,
Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarının, “Sigortanın Kapsamı” başlıklı A.1 maddesinde “sigortacının poliçede tanımlanan motorlu aracın işletilmesi sırasında bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına sebebiyet vermiş olmasından dolayı 2918 sayılı KTK ya göre işletene düşen hukuki sorumluluğu zorunlu sigorta limitlerine kadar temin edeceği… ” öngörülmüştür.
Destekten yoksunluk tazminatı, ölüm nedeniyle ortaya çıkan, miras hukukundan bağımsız, yansıma yolu ile uğranılan maddi zararın tazmini amacını güden bir taleptir.(Emre Gökyayla S:46 vd)
Kusursuz sorumlulukta tazminat belirlenirken aksi öngörülmemişse (TBK 49 vd) kusura dayanan sorumluluk hükümlerinin uygulanacağı doktrinde ve yargısal içtihatlarda benimsenmektedir. Tazminatta indirime sebep olan TKB 51, 52 madde hükümleri, kusursuz sorumluluk hallerinde takdir edilecek tazminatlarda da indirim sebebi teşkil edecektir (K.Oğuzman- T.Öz Borçlar Hukuk Genel Hükümler S:131, F.Eren Borçlar Hukuku Genel Hükümler S:7, 728, H.Nomer Haksız Fiil Sorumluluğundan maddi tazminatın belirlenmesi S:77).
Sorumluluğun tehlike esasına dayanmasında da müterafik kusurun indirime engel teşkil etmeyeceği, zarar görenin müterafik kusurunun dikkate alınacağı 2918 sayılı Yasanın 86/2 maddesinde de açıkça vurgulanmıştır.
TBK 52. maddesinde öngörülen müterafik kusur, zarar görenin zararın doğmasına veya artmasına yaptığı katkı olup mağdur, zarar veren şahsın hal ve mevkiini ağırlaştırdığı için hakim tazminatı indirmekte veya kaldırmaktadır.
Nitekim, Federal Mahkeme de sigorta şirketinin, ölen desteğin kazanın oluşumundaki kusur oranında ödemesi gereken tazminat tutarında indirimi uygulamıştır.
Bu noktada destekten yoksunluk tazminatının bağımsız hak niteliğinin, müterafik kusur uygulamasına etkisinin ne olduğu önem kazanmaktadır.
Destekten yoksun kalma tazminatının, destekten intikal eden bir hak olmaması, destekten yoksun kalma tazminatına ilişkin bir davada müterafik kusur nedeniyle tazminatın indirilmesi veya kaldırılmasına engel değildir. Bu açıdan bağımsızlık bulunmamaktadır. Bizzat ölenin tazminat talep etmiş olması halinde ortaya çıkacak hukuki sonuçtan daha farklı bir durum yaratılamaz. Desteğin fiil ve davranışları TBK 51, 52 maddesi gereğince destek görenlerin tazminat talepleri bakımından gözönünde tutulur (Gökyayla S.46).
Destekten yoksun kalma tazminatında müterafik kusurun dikkate alınmasında şu ölçütten hareket edilmelidir. Zarar gören, destek kendisi tazminat talep etme imkanına sahip olsaydı kusuru sebebiyle tazminatta indirim yapılacak idi ise, destek görenler lehine takdir edilecek tazminatta da indirim yapılmalıdır. Nasıl ki, desteğin ölümü sebebiyle meydana gelen zararın yansıma yolu ile destek görenleri etkilediği kabul ediliyorsa, desteğin tazminattan indirime sebep olacak davranışlarının da aynı şekilde destek görenlere yansıtılması kabul edilmelidir (Gökyayla S 252).
Diğer taraftan, zarar görenin kusurlu davranışı ile zararın ortaya çıkmasına veya artmasına sebebiyet vermesi halinde tazminat miktarının indirimine sebep olmasının temelinde dürüstlük kuralı bulunmaktadır. Bir kimsenin hem uğradığı zarara veya uğradığı zararın artmasına sebep olması, hem de bunun tamamını bir başkasından istemesi hukuki açıdan doğru değildir. Kişinin kendi kusurunun sonuçları başkasının sırtına yüklenemez(Gökyayla S.252 Nomer S.87). Aksinin düşünülmesi, dürüstlükle bağdaşmayacağı gibi çelişkili davranış yasağına da girmektedir.
Alman Hukukunda BGB 846 hükmü gereği, tehlike sorumluluğundan doğan bir haksız fiil sonucu yaralanan veya ölenin desteğinden yoksun kalan 3.kişilerin, tehlike sorumluluğu esaslarına göre sorumlu olan kişiye karşı yönelttikleri tazminat taleplerinde yaralanan veya ölenin birlikte kusuru dikkate alınmaktadır.
İsviçre Hukukunda desteğin kusurunun, destek görenlerin tazminat alacaklarını olumsuz yönde etkileyebileceğine ilişkin bir hüküm bulunmamakla birlikte, doktrinde tazminat miktarının belirlenmesinde mağdur-desteğin müterafik kusurunun mutlaka dikkate alınacağı kabul edilmektedir (Oser, Schönenberger, Das Obligationenrecht.Art 1-183).
İsviçre Fedaral Mahkemesi de, sigorta şirketinin mevcudiyeti halinde ölen desteğin kusurunun davacı tarafın tazminat miktarında evleviyetle dikkate alınacağını vurgulayarak sigorta yoluyla korumanın söz konusu olduğu hallerde sigorta şirketini genel hukuk normları üzerinde sorumlu tutmanın söz konusu olamayacağını, davalı sigorta şirketinin ölen desteğin müterafik kusuru oranında tazminat talebinden indirim isteyebileceğine hükmetmiştir (BGE 113 11 328, Prof Dr Saibe Oktay Özdemir – Hukuki Mütalaa).
Desteğin ölümü nedeniyle meydana gelen zararın yansıma yolu ile destek görenleri de etkilediği nasıl kabul ediliyorsa desteğin tazminattan indirime sebep olacak davranışların da aynı şekilde destek görenlere yansıyacağı (Gökyayla S.252, Tekinay-Akman- Burcuoğlu-Altop S.650) Türk Hukuk Doktrininde genelde kabul görmektedir.
Konunun ZMSS yönünden incelenmesinde de, 2918 Sayılı KTK 85/1, 91/1 ve ZMSS Genel Şartlarının A.1 maddesi hükümlerinden de anlaşıldığı üzere sigortacının (ZMSS) sorumluluğuna gidilebilmesi için;
A-Bir sigorta sözleşmesi bulunması,
B-Bir zararın gerçekleşmesi,
C-İşletenin 2918 Sayılı KTK 85/1 maddesine göre sorumlu olması gerekmektedir.
Zorunlu trafik sigortasında sigortacının sigorta sözleşmesinin gereği olarak zarar görene karşı sorumluluğundan söz edebilmek için işleten, motorlu aracın işletilmesinden KTK.85/1 maddesine göre (tehlike sorumluluğu) sorumlu olmalıdır. İşletenin sorumluluğunun bulunmadığı durumda sigortacının sorumluluğu da söz konusu değildir (Çetin Aşçıoğlu- Trafik Kazasından Doğan Hukuk ve Ceza Sorumlulukları 2008 baskı Sayfa 134).
Sorumluluk sigortası türlerinden biri olan Karayolları Motorlu Araçlar ZMSS.de sigorta ettiren durumunda olan işleten ve onun gibilerin, motorlu araçların neden oldukları zararlardan dolayı kendilerine düşen hukuki sorumluluğu sigortacı belirli limite kadar karşılamakla yükümlü olup, sigortacının sorumluluğu işletenin hukuki sorumluluğu ile eş değerdir. Sigortacı ondan fazlasından sorumlu değildir. Zira bir meblağ sigortası olmayan sorumluluk sigortası sadece olaydan zarar görenlerin gerçek zararlarını giderme ve zarardan sorumlu olan işleten ve onun gibilerin mal varlığındaki bu tazminat ödemesi nedeniyle oluşacak eksilmeyi önleme amacına yönelik bir pasif sigorta türüdür. Oluşan bir trafik kazası sonucu ölen işleten- sürücünün desteğinden yoksun kalan hak sahiplerinin sorumluluk sigortacısına karşı yöneltebilecekleri yansıma yolu ile oluşan zarar işletene karşı ileri sürülebilecek tutardan fazla ve ayrı olması mümkün değildir.
İşletenin trafik kazası sonucu ölümü durumunda kusurlu olsa dahi kendisinin desteğinden yoksun kalanlara tazminat yükümlülüğü doğmayacaktır (Işıl Ulaş, Uygulamalı Zarar Sigortaları Hukuku 8.baskı sayfa 941).
Sorumluluk sigortalarında destekten yoksun kalanın sigortacıya karşı doğrudan doğruya bir talep hakkı bulunmamaktadır. Zira bu tür sigortalarda sigorta ettiren kendi mamelekinde vukua gelecek muhtemel bir azalmayı teminat altına almaktadır. Burada riziko, sigorta ettirenin mamelekinde vukua gelecek eksilme ihtimalidir. Zarar gören lehine şart koşulan kimse durumunda olmadığından 3.şahsın sigortacıya karşı bir talep hakkı yoktur (Gürsoy-Sigorta Hukuku sayfa 154, Bozer- Sigorta sayfa 255, Tekinay-sayfa 106, Karayalçın-İşletme Kazaları sayfa 65).
Destekten yoksun kalma tazminatı taleplerinde ölenin davranışının müterafik kusur teşkil edip etmeyeceği, destekten yoksun kalanlara desteğin kusurunun yansıyıp yansımayacağı hususunda Yargıtay uygulamasına gelince;
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, desteğin kusuru oranında tazminattan indirim yapılması gerektiği görüşünü sürdürmektedir (4 HD 2010/110825 E 2012/665 K sayı 23.1.2012 günlü karar).
Yargıtay 11.Hukuk Dairesi 2007 yılına kadar bir kısım kararlarında ölüm ile sonuçlanan trafik kazalarında destekten yoksun kalma tazminatı nedeni ile ZMSS’e başvurulması halinde tazminat miktarı tesbit edilirken zarar görenin müterafik kusuru oranında indirim yapılması gerektiği içtihat edilmişken bu tarihten sonraki bir kısım kararlarda davacıların 3.kişi olmaları nedeniyle miras hukukundan bağımsız olan destekten yoksun kalma tazminatı istemlerinde desteğin kusurunun tazminattan indirim neden olmaması ilkesi benimsenmiş, daha sonra 2008 ve 2009 yılında verilen kararlarda yine destekten yoksun kalma tazminatlarında mülga BK 44/1 maddesinin uygulanması gereğine değinilmiş, Dairenin bu yöndeki uygulaması iş bölümü nedeni ile bu nitelikteki davalarda görevinin sona erdiği 2009 yılına kadar devam etmiştir.
Yargıtay 17.Hukuk Dairesi de ZMSS.nin taraf olduğu destekten yoksun kalma tazminatına ilişkin davalarda iş bölümü nedeniyle görevlendirildiği 2008 yılından itibaren Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15.6.2011 gün ve 2011/17-142 Esas 411 Karar sayı ve 22.2.2012 gün 2011/17-787 Esas 2012/92 Karar sayılı kararlarına kadar destekten yoksun kalma tazminatlarında mülga BK 44/1 maddesi hükümlerini uygulayarak Yargıtay 11 Hukuk Dairesinin bu yöndeki son uygulamasını sürdürmüş, daha sonra HGK kararları doğrultusunda desteğin kusurunun tazminattan indirim nedeni olamayacağı yönünde kararlar vermiş olup Dairece halen uygulama bu yönde devam ettirilmektedir.
Hukuk Genel Kurulunun yukarıda tarih ve sayıları belirtilen kararlarında ve daha sonraki bir kısım kararlarında trafik kazasında tam veya kısmı kusurlu sürücünün desteğinden yoksun kalanların ZMSS.den müterafik kusur indirimi yapılmaksızın destekten yoksun kalma tazminatı isteyebilecekleri yönündedir.
Somut uyuşmazlığa dönüldüğünde;
Davalıya ZMSS poliçesi ile sigortalı araç sürücüsünün araçla geçirdiği ve 8/8 oranında kusurlu bulunduğu trafik kazası sonucu vefatı üzerine sürücünün desteğinden yoksun kaldıklarını iddia eden davacılar tarafından davalı ZMSS aleyhine destekten yoksun kalma tazminatı davası açılmış,
Davalı davanın reddi savunmuş,
Yargılama sonucunda mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş,
Kararın davalı vekilince temyizi üzerine sayın çoğunluk görüşü doğrultusunda yazılı gerekçe ile yerel mahkeme kararı onanmıştır.
Sayın çoğunluğun onama gerekçesine katılamıyorum.
Tehlike sorumluluğunda tazminatın tayini kusur sorumluluğundaki kurallara bağlı bulunduğundan TBK 52/1 maddesinde öngörülen desteğin müterafik kusuru tazminatın tayininde dikkate alınmalıdır.
Destekten yoksun kalma tazminatının miras hukukundan ayrı, bağımsız bir hak olması, desteğin müterafik kusurunun ileri sürülmesine engel değildir. Desteğin kendisinin talep etmesi halinde nasıl müterafik kusur tazminattan indirimi gerektiriyorsa, yansıma yoluyla zarara uğrayan davacılar yönünden de aynı şekilde desteğin kusurunun kendilerine yansıması, bu nedenle sigorta şirketine karşı ileri sürülen tazminattan müterafik kusur nedeniyle indirim yapılmasını gerektirir.
Olayda destek 8/8 oranında kusurlu bulunduğundan, işletene izafe edilmesi gereken işletme kusurunun varlığı da iddia ve ispat edilmediğinden, davalı ZMSS işletenin sorumluluğunu üstlendiğinden, desteğin kusuru kendilerine yansıyan davacıların tazminat istemleri TBK 52/1 maddesi gereğince tamamen kaldırılmalıdır.
Aksi düşüncenin kabulü hukuk düzeni içinde kendi ölümünden sorumlu olmayan desteğin, destek olduğu kişilere karşı sorumluluğunun devam ettirilmesi anlamına gelmektedir ki bu durumda destek görenlerin ölenin mirasçılarına karşı bu talep hakkını yöneltmelerine imkan vermek gibi kabul edilemez bir durum ortaya çıkmaktadır. (Prof. Dr. Saibe Oktay Özdemir- Hukuki Müteala)
Diğer taraftan amacı, kaynakları ve giderleri 5684 sayılı Sigortacılık Kanununda belirlenen, bu yasa kapsamında faaliyet gösteren bir özel hukuk tüzel kişisi olan davalı sigorta şirketini Sosyal Güvenlik Kurumu gibi görmek, kamu kurumu niteliği tanımak da sigorta hukuku ilkelerine aykırıdır.
Açıklanan yasal düzenlemeler, bilimsel görüşler ve yargı kararları karşısında davalı sigorta şirketinin temyiz isteminin kabulü ile dava red edilmek üzere yerel mahkeme kararının bozulmasına karar verilmesi gerekirken onanmasına ilişkin sayın çoğunluk görüşüne karşıyım.
www.legalbank.net

12 Kasım

Alt-Üst İşveren ilişkisi,Sonradan alacağın temin edilememesi sebebiyle üst işverene de ayrı dava açma,zamanaşımı

T.C.

YARGITAY

HUKUK GENEL KURULU

E. 2013/9-1559

K. 2013/1461

T. 9.10.2013

İŞ AKTİNİN HAKSIZ FESHİ SEBEBİYLE İŞÇİLİK ALACAKLARININ TAHSİLİ DAVASI ( Alt-Üst İşveren İlişkisi/Aralarında Eksik Teselsül Bulunduğu – Alt İşverene Açılan Davanın Üst İşveren İçin Zamanaşımını Kesmeyeceğinin Gözetilmesi Gerektiği )

• ZAMANAŞIMI SÜRESİNİN KESİLMESİ ( Davacının Alt İşverene Dava Açmasından ve Davasının Kesinleşmesinden Daha Sonra Üst İşverene Açtığı Yeni Davada Önceki Davanın Zamanaşımını Eksik Teselsül Nedeniyle Kesmeyeceğinin Gözetilmesi Gerektiği )

• DAVALI ÜST İŞVERENİN SORUMLULUĞUNUN KANUNA DAYANMASI ( 4857 S.K Md. 2’ye Dayalı Müteselsil Sorumluluk Bulunduğu – Ancak Dava Dışı Alt İşveren ile Davacı Arasındaki Hukuki İlişkinin İse Akite Dayandığı/Eksik Teselsül Hükümlerinin Uygulanacağı )

• ALT İŞVERENE AÇILAN İŞÇİ ALACAKLARINA İLİŞKİN DAVA ( Üst İşverene Daha Sonradan Açılan Davanın Zamanaşımı Süresini Kesmediği – Alt İşveren ve Üst İşverenin Müteselsil Sorumluluklarının Farklı Hukuki Sebeplere Dayandığı/Eksik Teselsül )

• ALT İŞVERENE AÇILAN DAVANIN ÜST İŞVEREN İÇİN ZAMANAŞIMI SÜRESİNİ KESMEDİĞİ ( Eksik Teselsül Bulunduğu – Alacak Davası )

• MÜTESELSİL SORUMLULUĞUN HUKUKİ SEBEPLERİNİN FARKLI OLMASI ( Eksik Teselsül/Müteselsil Sorumlular Arasında Farklı Zamanaşımı Süreleri Bulunduğu – Sorumlulardan Biri İçin Kesilen Sürenin Diğeri İçin Kesilmeyeceğinin Gözetilmesi Gereği )

• EKSİK TESELSÜL ( Müteselsil Sorumlular Arasında Farklı Zamanaşımı Süreleri Bulunduğu/Sorumluluk Sebeplerinin Farklı Hukuksal Nedenlere Dayandığı – Davalının Zamanaşımı Def’inin Kabulü Gereği/Mahkemenin Direnme Kararının Hatalı Olduğu )

4857/m. 2

818/m. 50,51,134

5521/m.7

ÖZET : Dava, işçi alacaklarının tahsili istemine ilişkindir.Davacı işçi öncelikle alt işverene dava açmış ve davası kesinleşmiştir.Ancak daha sonra alacağını temin edemediğinden üst işverene de dava açmıştır.

Davacıya karşı müteselsil sorumlu olanlardan, dava dışı alt işverenin sorumluluğu akitten, davalı asıl işverenin sorumluluğu kanundan kaynaklandığından; diğer bir ifade ile, asıl ve alt işveren işçilik alacakları yönünden işçiye karşı farklı hukuki sebepler nedeniyle sorumlu olduklarından; davacı ile davalılar arasındaki ilişki, dava açıldığı tarihte yürürlükte bulunan mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 51. maddesi uyarınca, eksik teselsül ilişkisine dayanmaktadır.

Zamanaşımını kesen nedenlerin eksik teselsülde yani BK’nun 51. maddesine dayanan müteselsil sorumlulukta uygulama olanağı bulunmaması nedeniyle alt işverene karşı açılan davanın, davalı asıl işveren yönünden zamanaşımını kesmesi mümkün değildir.

DAVA : Taraflar arasındaki “işçilik alacakları” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 12. İş Mahkemesi’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 03.06.2010 gün ve 2008/1014 E. 2010/281 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 12.11.2012 gün ve 2010/27244 E. 2012/37151 K. sayılı ilamı ile;

( … 1-Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.

2-Taraflar arasında, işçilik alacaklarının zamanaşımına uğrayıp uğramadığı konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır.

Zamanaşımı, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade eder.

Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere zamanaşımı, alacak hakkını sona erdirmeyip sadece onu “eksik bir borç” haline dönüştürür ve “alacağın dava edilebilme özelliği”ni ortadan kaldırır.

Bu itibarla zamanaşımı savunması ileri sürüldüğünde, eğer savunma gerçekleşirse hakkın dava edilebilme niteliği ortadan kalkacağından, artık mahkemenin işin esasına girip onu incelemesi mümkün değildir.

Uygulamada, fazlaya ilişkin hakların saklı tutulması, dava açma tekniği bakımından, tümü ihlal ya da inkâr olunan hakkın ancak bir bölümünün dava edilmesi, diğer bölümüne ait dava ve talep hakkının bazı nedenlerle geleceğe bırakılması anlamına gelir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca benimsenmiş ilkeye göre, kısmi davada fazlaya ilişkin hakların saklı tutulması, saklı tutulan kesim için zamanaşımını kesmez, zamanaşımı, alacağın yalnız kısmi dava konusu yapılan miktarı için kesilir.

Zamanaşımı, bir maddi hukuk kurumu değildir.

Diğer bir anlatımla zamanaşımı, bir borcu doğuran, değiştiren ortadan kaldıran bir olgu olmayıp, salt doğmuş ve var olan bir hakkın istenmesini ortadan kaldıran bir savunma aracıdır. Bu bakımdan zamanaşımı alacağın varlığını değil, istenebilirliğini ortadan kaldırır. Bunun sonucu olarak da, yargılamayı yapan yargıç tarafından yürüttüğü görevinin bir gereği olarak kendiliğinden göz önünde tutulamaz. Borçlunun böyle bir olgunun var olduğunu, yasada öngörülen süre ve usul içinde ileri sürmesi zorunludur.

Demek oluyor ki zamanaşımı, borcun doğumu ile ilgili olmayıp, istenmesini önleyen bir savunma olgusudur. Bu nedenle zamanaşımı savunması ileri sürülmedikçe, istemin konusu olan hakkın var olduğu ve kabulüne karar verilmesinde hukuksal ve yasal bir engel bulunmamaktadır.

Yasalarda öngörülen zamanaşımı sürelerinin işlemeye başlayabilmesi için öncelikle talep konusu hakkın istenebilir bir konuma, duruma gelmesi gerekmektedir.

Yasalarda hakkın istenebilir konumuna, diğer bir anlatımla yerine getirilmesinin gerektiği güne, ödeme günü denmektedir. Bir hak, var olsa bile, o hakkın istenmesi için gerekli koşullar gerçekleşmedikçe istenemez.

Genel olarak savunma nedenlerinin ve bu arada zamanaşımı savunmasının esasa cevap süresi içinde bildirilmesi gereklidir.

Ancak, savunma nedenlerinin ve savunma nedenlerinden olan zamanaşımının yasanın öngördüğü cevap süresi geçtikten sonra ileri sürülmesi, diğer bir ifade ile ( savunmanın genişletilmesi ), bazı kayıt ve şartlarla mümkündür.

Bu tek şart, savunmanın genişletilmesine karşı tarafın ( hasmın ) muvafakatidir. Eğer karşı taraf savunmanın genişletilmesine muvafakat etmez ve dolayısıyla ( savunmanın genişletildiği ) yollu bir itirazda bulunursa, o takdirde ancak mahkemenin ileri sürülen savunma nedenlerini ( bu arada zamanaşımı savunmasını ) incelemesi olanağı yoktur. Bu durumda ise mahkeme hemen savunma nedenlerini reddetmelidir. Özetle belirtmek gerekirse, savunmanın genişletildiği itirazı ile karşılaşılmadığı sürece zamanaşımı savunmasının geç ileri sürülmesi, incelenmesine engel değildir.

Hemen belirtmelidir ki, gerek İş Kanununda, gerekse Borçlar Kanununda, kıdem ve ihbar tazminatı alacakları için özel bir zamanaşımı süresi öngörülmemiştir.

Uygulama ve öğretide kıdem tazminatı ve ihbar tazminatına ilişkin davalar, hakkın doğumundan itibaren, Borçlar Kanununun 125 inci maddesi uyarınca on yıllık zamanaşımına tabi tutulmuştur.

Keza tazminat niteliğinde olmaları nedeni ile sendikal tazminat, kötüniyet tazminatı, işe başlatmama tazminatı, 4857 sayılı İş Kanununun; 5 inci maddesindeki eşit işlem borcuna aykırılık nedeni ile tazminat, 26/2 maddesindeki maddi ve manevi tazminat, 28 inci maddedeki belgenin zamanında verilmemesinden kaynaklanan tazminat, 3 l/ son maddesi uyarınca askerlik sonrası işe almama nedeni ile öngörülen tazminat istekleri on yıllık zamanaşımına tabidir.

Bu noktada, zamanaşımı başlangıcına esas alınan kıdem tazminatı ve ihbar tazminatı hakkının doğumu ise, işçi açısından hizmet aktinin feshedildiği tarihtir.

Zamanaşımı, harekete geçememek, istemde bulunamamak durumunda bulunan kimsenin aleyhine işlemez. Bir hakkın, bu bağlamda ödence isteminin doğmadığı bir tarihte, zamanaşımının başlatılması hakkın istenmesini ve elde edilmesini güçleştirir, hatta olanaksız kılar.

İşveren ve işçi arasındaki hukuki ilişki iş sözleşmesine dayanmaktadır.

İşçinin sözleşmeye aykırı şekilde işverene zarar vermesi halinde, işverenin zararının tazmini amacı ile açacağı dava Borçlar Kanununun 125 inci maddesi uyarınca on yıllık zaman aşımına tabidir.

4857 sayılı Kanundan daha önce yürürlükte bulunan 1475 sayılı Yasada ücret alacaklarıyla ilgi olarak özel bir zamanaşımı süresi öngörülmediği halde, 4857 sayılı İş Kanunun 32/8 maddesinde, işçi ücretinin beş yıllık özel bir zamanaşımı süresine tabi olduğu açıkça belirtilmiştir.

Ancak bu Kanundan önce tazminat niteliğinde olmayan, ücret niteliği ağır basan işçilik alacaklarının, Borçlar Kanununun 126/1 maddesi uyarınca beş yıllık zamanaşımına tabi olacağı tartışmasız öğreti ve uygulama tarafından kabul edilmiştir.

İşverence işçiye fazladan ödenen ücret ve ücret eklerinin geri alınmasında da uyuşmazlığın temelinde sözleşme ilişkisi olmakla zamanaşımı süresi beş yıl olarak uygulanmalıdır. Dairemizin kararları da bu yöndedir ( Yargıtay 9.HD. 20.4.2010 gün 2008/23521 E, 2010/11354 K ).

Türk Ticaret Kanununun 1259 uncu maddesinin birinci fıkrasında yazılı bir yıllık zamanaşımı, aynı Kanunun 1235 inci maddesi uyarınca gemi adamlarının hizmet ve iş mukavelelerinden doğan alacaklarının bir rüçhan hakkı olarak gemi bedeli üzerindeki talebi ile ilgili olup, genel anlamda hizmet ve iş mukavelelerinden doğan ücret alacaklarının Borçlar Kanununun 126 ncı maddesi uyarınca beş yıllık zamanaşımına tabidir.

Kanundaki zamanaşımı süreleri, Borçlar Kanununun 127 nci maddesi gereğince tarafların iradeleri ile değiştirilemez.

İş sözleşmesi devam ederken kullanılması gereken ve iş sözleşmesinin feshi ile alacak niteliği doğan yıllık izin ücreti alacağının zamanaşımı süresinin fesih tarihinden başlatılması gerekir ( HGK. 05.07.2000 gün ve 2000/9-1079 E, 2000/1103 K ).

Sözleşmeden doğan alacaklarda, zamanaşımı alacağın muaccel olduğu tarihten başlar. ( BK. m. 128 ). Borçlar Kanununun 101 inci maddesi uyarınca, borcun muaccel olması, ifa zamanının gelmiş olmasını ifade eder. Borcun ifası henüz istenemiyorsa muaccel bir borçtan da söz edilemez.

Müteselsilen borçlu olan kişilerin birbirlerine rücuu ve bunun zamanaşımını, aralarındaki hukuki ilişkinin niteliği belirler. Zira müteselsilen borçluluk muhtelif hukuki ilişkiler sonucu doğabilir. Ancak rücu hangi hukuki ilişki veya yasal nedenle doğmuş olursa olsun rücu zamanaşımı, rücua neden olan ödemenin yapıldığı andan itibaren işlemeye başlar ve bu zamanaşımı süresi de, yukarıda açıklandığı üzere, ödemeyi yapan ve rücu eden ile edilen kişi arasındaki hukuki ilişkiye göre saptanır.

Borçlar Kanununun 128 inci maddesinde zamanaşımının nasıl hesaplanacağı belirtilmiştir. Bu maddenin birinci fıkrası, zamanaşımının alacağın muaccel olduğu anda başlayacağı kuralını getirmiştir. Belirtmek gerekir ki, borç belirli bir vadeye bağlanmış ise bu vadenin bittiği tarihte muacceliyet kesbedeceğinden, aynı Yasanın 130 uncu maddesi hükmü göz önünde tutularak, zamanaşımı süresinin dolup dolmadığının hesap edilmesi gerekir. Kanun koyucu burada borçlunun temerrüde düşürülmesi esasından ayrılarak alacağın muaccel olmasını kâfi görmüştür. Zamanaşımının başlaması için ayrıca borçlunun sözü geçen Yasanın 101 inci maddesinde yazılı şekilde temerrüde düşürülmesine lüzum yoktur.

Alacağın muacceliyeti bir ihbar vukuuna tabi olan halleri 128 inci maddenin ikinci fıkrası düzenlemiştir.

Bu hükme göre zamanaşımı haberin verilebileceği günden itibaren işlemeye başlayacaktır.

Kanun koyucu burada haberin verileceği değil, verilebileceği günün zamanaşımına başlangıç olarak kabul edilmesi gerekeceğini öngörmüştür. O halde, bu durumda zamanaşımının başlayabilmesi için fiilen haberin verilmesi şart olmayıp verilmesi mümkün olan zamanın tespitini yeterlidir. Haber verebilme ihtiyari bir olaydır. Bu husus alacaklı tarafa bırakılmış ise alacaklı verdiği tarihten itibaren bu hakkını kullanma olanağına her zaman sahiptir. Yani verdiği tarihten itibaren her zaman borçluya verdiği şeyin ödenmesi için ihbar yapabilir. Bu itibarla borçlunun temerrüt haline düşürülüp düşürülmediği ve fiili ihbarın yapılıp yapılamadığı hususları araştırılmadan ödenmesi ihbar yapılması esasına bağlı borç ilişkilerinde zamanaşımının bu haberin verilebileceği yani para ve diğer alacakların verildiği tarihin zamanaşımına başlangıç olarak alınması gerekir.

Borçlar Kanunun 131 inci maddesi gereğince, asıl alacak zaman aşımına uğradığında faiz ve diğer ek haklar da zamanaşımına uğrar. Diğer bir deyişle faiz alacağı asıl alacağın tabi olduğu zamanaşımına tabi olur. Borçlar Kanununun 133/2 maddesi uyarınca, alacaklının dava açmasıyla zamanaşımı kesilir. Ancak zaman aşımının kesilmesi sadece dava konusu alacak için söz konusudur.

Borçlar Kanununun 132/4 maddesinde “Hizmet mukavelesinin devam ettiği müddetçe hizmetçilerin, istihdam edenlere karşı olan alacakları hakkında” zamanaşımının işlemeyeceği ve duracağı belirtilmiştir. Bu maddenin iş sözleşmesiyle bağlı her kişiye uygulanması olanağı bulunmamaktadır. Hizmetçiden kastedilen, kendisine ev işleri için ücret ödenen, iş sahibiyle aynı evde yatıp kalkan, aileden biriymiş gibi ev halkı ile sıkı ilişkileri olan kimsedir.

Borçlar Kanununun 133 üncü maddesinde, zamanaşımını kesen nedenler sınırlama getirmeksizin gösterilmiştir. Bunlardan borçlunun borcunu ikrar etmesi ( alacağı tanıması ), bu nedenlerden biridir. Borcun tanınması, tek yanlı bir irade bildirimi olup; borçlunun, kendi borcunun devam etmekte olduğunu kabul anlamındadır. Borç ikrarının sonuç doğurabilmesi için, eylem yeteneğine ve malları üzerinde tasarruf yetkisine sahip olan borçlunun veya yetkili kıldığı vekilinin, bu iradeyi alacaklıya yöneltmiş bulunması ve ayrıca zamanaşımı süresinin dolmamış olması gerekir. Gerçekte de borç ikrarı, ancak, işlemekte olan zamanaşımını keser, farklı anlatımla zamanaşımı süresinin tamamlanmasından sonraki borç ikrarının kesme yönünden bir sonuç doğurmayacağından kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır.

Borçlar Kanununun 139 uncu maddesi, zamanaşımından feragati düzenlenmiştir. Anılan maddeye göre, borçlunun zamanaşımı defini ileri sürme hakkından önceden feragati geçersizdir. Önceden feragatten amaç, sözleşme yapılmadan önce veya yapılırken vaki feragattir. Oysa daha sonra vazgeçmenin geçersiz sayılacağına ilişkin yasada herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. O nedenle borç zamanaşımına uğradıktan sonra borçlu zamanaşımı defini ileri sürmekten feragat edebilir. Zira, burada doğmuş bir defi hakkından feragat söz konusudur ve hukuken geçerlidir. Bu feragat; borçlunun, ileride dava açılması halinde zamanaşımı definde bulunmayacağını karşılıklı olarak yapılan feragat anlaşmasıyla veya tek yanlı iradesini açıkça bildirmcsiyle veyahut bu anlama gelecek iradeye delalet edecek bir işlem yapmasıyla mümkün olabileceği gibi, açılmış bir davada zamanaşımı definde bulunmamasıyla veya defi geri almasıyla da mümkündür.

Zamanaşımı süresinin dolmasından sonra alacaklıya yöneltilen borç ikrarının, zamanaşımı definden zımni ( örtülü ) feragat anlamına geldiği, öğretideki baskın görüşlerle ve yargı inançlarıyla da doğrulanmaktadır ( Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19/11/1963 T. 09.10.20135924-6419 sayılı kararı ). Dahası, zamanaşımı süresinin dolmasından sonra alacaklıya karşı bir borç ikrarında bulunan borçlunun, bu borç ikrarına dayanılarak açılan davada zamanaşımı defini ileri sürmesi, çelişkili davranış yasağını oluşturur. Bu durum Medeni Kanunun 2 nci maddesine aykırı olup, hukuken korunamaz ( HGK. 23.02.2000 gün ve 2000/15-71 E, 2000/116 K ).

Borçlar Kanununun 133/2 maddesi hükmü uyarınca, dava açılması veya icra takibi yapılması zamanaşımını kesen nedenlerdendir. Yasanın 135 inci maddesi ise, zamanaşımının kesilmesi halinde yeni bir sürenin işlemesi gerektiğini açıkça belirtmiştir. Madde açıkça düzenlemediğinden ihtiyati tedbir istemi ile mahkemeye başvurma veya işçilik alacaklarının tespiti ve ödenmesi için Bölge Çalışma İş Müfettişliğine şikâyette bulunma zamanaşımını kesen nedenler olarak kabul edilemez. Ancak işverenin, şikâyet üzerine Bölge Çalışma Müdürlüğünde alacağı ikrar etmesi, zamanaşımını kesen bir neden olacaktır.

Zamanaşımı, dava devam ederken iki tarafın yargılamaya ilişkin her işleminden ve hâkimin her emir ve hükmünden itibaren yeniden işlemeye başlar ve kesilmeden itibaren yeni bir süre işler ( BK. m. 135-136 ).

Borçlar Kanununun 133/2 maddesi gereğince, takas defi zamanaşımını keser ve 136 ncı madde gereğince de dava devam ettiği sürece hâkimin her emir ve hükmünden itibaren yeniden işlemeye başlar.

Borçlar Kanunun 134 üncü maddesi hükmü, “Müruruzaman müteselsilen borçlu olanlardan veya taksimi kabil olmayan bir borcun müşterek borçlularından birine karşı katedilmiş olunca diğerlerine karşı da katedilmiş olur” kuralını içermektedir. Bu maddeye göre, müteselsil borçlulardan birine karşı zamanaşımının kesilmesi diğer müteselsil borçlulara karşı da zamanaşımını keser.

Bu hükmün haksız fiillerden doğan müteselsil sorumlulukta, sadece tam teselsülde yani Borçlar Kanununun 50 nci maddesine dayanan müteselsil sorumlulukta uygulanacağı; buna karşın eksik teselsülde yani 51 inci maddeye dayanan müteselsil sorumlulukta uygulama alanı bulmayacağı kabul edilmelidir. Yine halefiyette borçlu alacaklının yerine geçtiğinden, alacaklının alacak hakkının tabi olduğu zamanaşımı süresinden yararlanır.

Borçlar Kanununun 137 nci maddesinde, hangi hallerde zamanaşımına ilaveten altmış günlük munzam müddetten yararlanılacağı sınırlı bir biçimde sayılmış, ayrıca sayılan hususlardan dolayı daha önce davanın reddedilmiş olması koşulu öngörülmüştür. Bu düzenlemede davanın açılmamış sayılma ile sonuçlanması haline yer verilmemiştir.

5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanununun 7 nci maddesinde, iş mahkemelerinde sözlü yargılama usulü uygulanır. Bu nedenle zamanaşımı defi ilk oturuma kadar ve en geç ilk oturumda yapılabilir.

Dava konusunun ıslah yoluyla arttırılması durumunda, ıslah dilekçesinin tebliğini izleyen ilk oturuma kadar ya da ilk oturumda yapılan zamanaşımı defi de ıslaha konu alacaklar yönünden hüküm ifade eder.

Somut olayda; davacı iş sözleşmesinin 09.06.2004 tarihinde feshinden sonra alt işverene dava açmış, bu dava temyiz edilmeden kesinleşmiş, 2006 yılında icra takibinde bulunmuş ve takibin semeresiz kalması üzerine, önceki dosya ile hükmolunan tüm alacakların faizleri ile birlikte tahsili için bu davayı asıl işverene karşı 05.12.2008 tarihinde açmıştır.

Davalı asıl iş veren süresinde zamanaşımı definde bulunmuştur.

Hükme esas alınan bilirkişi raporunda; Borçlar Kanunun 123. maddesi gerekçe gösterilerek fazla çalışma ve genel tatil alacakları yönünden alt iş verene açılan dava ile zamanaşımının kesildiği belirtilerek zamanaşımı defi nazara alınmamıştır.

Asıl iş verene dava açıldığı tarihte yürürlükte bulunan Borçlar Kanunun 51. maddesine göre davacı ile davalılar arasındaki ilişki eksik teselsül ilişkisine dayandığından alt iş verene karşı açılan davanın asıl iş veren yönünden zamanaşımını kesmesi mümkün değildir.

Böyle olunca 5 yıllık zamanaşımı süresine tabi alacaklar yönünden zamanaşımına uğrayan fazla çalışma ve genel tatil alacağı yönünden bu konuda bir değerlendirme yapılmadan tamamının kabulüne karar verilmesi hatalıdır… ),

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Dava, işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkindir.

Davacı vekili dava dilekçesinde özetle, davalı Bakanlığa ait işyerlerinde “hazır yemek hizmeti” yürütümü işini üstlenen dava dışı A… Ltd. Şirketinin işçisi iken iş akdinin feshedildiğini, ödenmeyen alacaklarının tahsili talebi ile dava dışı şirket aleyhine açılan davada hükmedilen alacakların tahsili için yaptıkları takibin de sonuçsuz kaldığını, Iş Kanunu’nun 2/6. maddesi uyarınca davalı Bakanlık ile dava dışı şirket arasında Iş Kanunu’nun 2. maddesi anlamında asıl-alt işveren ilişkisi bulunduğu ve alt işveren şirket ile birlikte davalının sorumluluğunun kanundan doğan bir müteselsil sorumluluk olduğunu belirterek, dava dışı şirket aleyhine hükmedilen ve takibe konu işçilik alacaklarından dolayı, davalının müteselsil sorumlu olduğunun tespiti ile takip konusu alacakların faizi ile tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalı Milli Savunma Bakanlığı vekili cevap dilekçesinde özetle; hiçbir aşamasına katılmadıkları ve savunma haklarını kullanmadıkları bir ilamdan müteselsil sorumlu tutulmalarının hiçbir hukuk ilkesi ile bağdaşmadığını, dava konusu alacakların bir kısmının zamanaşımına uğradığını, ihale makamı olduklarından kendilerine husumet yöneltilmesinin doğru olmadığını ve davacının işe alınması veya sözleşmesinin feshinde Bakanlığın bir etkisi olmadığını belirterek, davanın husumetten reddi gerektiğini savunmuştur.

Yerel Mahkemece, davalı Bakanlığın asıl işveren olarak alt işverenin borçlarından müteselsil sorumluluğu bulunduğu ve müteselsil borçluların biri hakkında açılan dava ile zamanaşımı kesildiğinde diğeri hakkında da zamanaşımının kesileceği gerekçesiyle, bilirkişi raporunda belirlenen miktarlar uyarınca davanın kısmen kabulüne dair verilen karar, davalı vekilinin temyizi üzerine Özel Daire tarafından yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuş; mahkemece aynı konuda verilen bir çok kabul kararının daha önce onandığı, bozma ilamına uyulması halinde çalışanlar arasında eşitsizlik doğacağı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme hükmü davalı vekili tarafından temyiz edilmektedir.

Uyuşmazlık, asıl ve alt işveren arasındaki ilişkinin ve işçilik alacaklarına karşı sorumluluklarının tam mı, yoksa eksik teselsüle mi dayalı olduğu, varılacak sonuca göre de, alt işverene karşı zamanaşımı süresi geçmeden açılan davanın, fazla çalışma ve genel tatil alacağı talebine ilişkin olarak asıl işveren yönünden de zamanaşımını kesip kesmediği noktalarında toplanmaktadır.

Bu konuda, öncelikle mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu ( BK )’nun teselsülü düzenleyen hükümlerinin ve sonrasında bu düzenlemelerin zamanaşımı ile ilişkisinin incelenmesinde yarar bulunmaktadır.

Bilindiği üzere, müteselsil borçluluk, alacaklının, borcun tamamının ifasını birden çok borçludan ve dilediğinden isteyebildiği, borcun tamamı ifa edilinceye kadar borçluların hepsinin sorumlu olduğu bir borç ilişkisidir.

Müteselsil borçluluğun kaynağı BK’nun 141. maddesinde belirtilmiştir.

Maddeye göre, “Alacaklıya karşı, her biri borcun mecmuundan mesul olmağı iltizam ettiklerini beyan eden müteaddit borçlular arasında teselsül vardır.

Böyle bir beyanın fiktanı halinde teselsül ancak kanunun tayin ettiği hallerde olur.”

Madde hükmünden anlaşıldığı gibi, müteselsil borçluluk, ya bir hukuki işlemden ya da kanundan doğmaktadır. Maddenin 2. fıkrasında yer verilen kanuni teselsül, müteselsil borçluluğun doğrudan doğruya bir kanun hükmüne dayandığı, bizzat kanun koyucunun öngördüğü borçluluk halidir.

Haksız fiil halinde müteselsil sorumluluk hali ise 818 sayılı Kanun’un 50. maddesinde aşağıdaki şekilde düzenlenmiştir:

“Birden ziyade kimseler birlikte bir zarar ika ettikleri takdirde müşevvik ile asıl fail ve fer’an methali olanlar, tefrik edilmeksizin müteselsilen mesul olurlar. Hakim, bunların birbiri aleyhinde rücu hakları olup olmadığını takdir ve icabında bu rücuun şumulünün derecesini tayin eyler.

Yataklık eden kimse, vaki olan kardan hisse almadıkça yahut iştirakiyle bir zarara sebebiyet vermedikçe mesul olmaz.”

Aynı Kanun’un “Muhtelif Sebeplerin İçtimai Halinde, Müteselsil Mesuliyet” başlıklı 51. maddesinde de:

“Müteaddit kimseler muhtelif sebeplere ( haksız muamele, akit, kanun ) binaen mes’ul oldukları takdirde haklarında birlikte bir zarar vukuuna sebebiyet veren kimseler hakkındaki hükümlere göre muamele olunur.

Kural olarak haksız bir fiili ile zarara sebebiyet vermiş olan kimse, en evvel, tarafından hata vaki olmamış ve üzerine borç alınmamış olduğu halde kanunen mes’ul olan kimse en sonra, zaman ile mükellef olur.” şeklinde düzenleme getirilmiştir.

Bu durumda; birden çok kişi, gerek haksız eylem, gerek sözleşme ve gerekse kanun kuralı gibi sebeplerden ve aynı zarar için zarara uğrayana karşı sorumlu iseler, bunlar arasında, bir zarara ortaklaşa sebep olanlar hakkındaki dönmeye ( rücu ) ilişkin kurallar uygulanır.

Kural olarak; en başta, haksız eylemiyle zarara yol açan sorumlu tutulur; en son olarak da kusuru olmaksızın ve sözleşme gereği sorumluluğu olmadığı halde kanun kuralı gereğince sorumlu tutulan kişiye başvurulur.

Birinci halde; birden fazla kişiler, müşterek kusurları ile zarara sebep olmuşlardır. Bu durumda zarara sebep olmuş olanlar arasında tam teselsül bulunduğundan söz edilir ( BK. mad. 50 ). Aralarında tam teselsül olanlar, suçu işleyenle bu suça iştirak etmiş olanlar arasında fark gözetilmeksizin zarar görene karşı müteselsilen sorumlu durumundadırlar.

ikinci halde ise; birden fazla kişinin, müşterek kusurları ile sebep olmadıkları ancak zarardan çeşitli hukuki sebeplerle sorumlu tutuldukları durumda eksik teselsül ( BK. mad. 51 ) söz konusudur.

Görülüyor ki. Borçlar Kanunu’nun 51. maddesinde, aynı Kanun’un 50. maddesine atıf yapılarak birden çok kimseler, değişik nedenlerle ( haksız eylem, akit, kanun ) sorumlu oldukları taktirde zarar gören tam teselsülde ( dayanışmada ) olduğu gibi ( BK. mad.50/1 ) giderim isteğinin bir bölümünü veya tamamını, bu sorumlulardan birinden ya da bir kaçından dava açarak isteyebilecektir. Gerek öğretide ve gerekse uygulamada ayrık düşünce olmaksızın bu kural kabul edilmektedir. Daha açık bir ifadeyle, zarar gören eksik teselsülde de; tam teselsülde olduğu gibi tazminat borçlularından herhangi birine müracaat edebilir ve tazminatın tamamının ödenmesini isteyebilir. Bundan başka borçlulardan birinin yaptığı ödeme, ödenen miktar oranında diğerini de borçtan kurtarır ve daha sonra ödeyenin onlara karşı rücu ( dönme ) hakkı doğabilir.

Bu bağlamda ardıllık ( Halefîyet-Subrogation ) ile dönme ( Rücu-Regress ) arasında hukuki farklılıkları belirtmekte yarar vardır.

Başkasına ait bir borç nedeniyle alacaklıyı tatmin eden kişinin, onun haklarını kanunda belirtilen durumda ve tatmin ettiği oranda kendiliğinden elde etmesine ardıllık ( halefıyet ) denir. Dönme ( rücu ) hakkı ise başkasına ait borcu yerine getiren kişinin malvarlığında vücut bulan kaybı gidermeyi amaçlayan tazminat niteliğinde bir istem hakkıdır.

Gerçekte de; halefiyet ve rücu, aynı amaca, zarar görenin ( alacaklının ) tatmin edilmesine yönelik birbiri ile, çok yakından ilgili iki hukuksal kurum olarak görülmektedir. Nitekim; her ikisinde de, başkalarına ait borcu yerine getiren kişinin, asıl borçluya karşı bir alacak elde etmesi ve bu hakka dayanarak borçludan bir istemde bulunması bu sonucu doğrulamaktadır.

Bir borcu yerine getiren kimsenin alacaklının haklarına halef olabilmesi için halefiyetin kanunda açıkça öngörülmüş bulunması gerekir. Kanunda açıkça öngörülmediği sürece bir halefiyetin doğması mümkün değildir. Halefiyet kanununda belirtilmiş belirli durumlarda doğar. Diğer bir anlatımla, halefiyet halleri sınırlı sayıda olma ( numerus clausus ) kuralına bağlıdır. Kanunda açıkça öngörülmediği sürece bir halefiyetin doğması mümkün değildir.

Halefiyette, rücu hakkını kullanan kişi alacaklının yerine geçer, aynen alacaklının konumuna sahip olur. Bunun sonucu olarak örneğin alacaklının elinde, alacağı garanti eden ipotek gibi bir garanti varsa, zararı tazmin eden borçlu alacaklının haklarına halef olduğundan, bundan böyle bu teminat rücu alacağını garanti eder. Örneğin 818 sayılı Kanun’un 496. maddesinde kefil lehine tanınan halefiyette durum budur.

818 sayılı Kanun’un 50 ile 51. maddeleri arasında her iki müteselsil sorumluluğu birbirinden ayırmak için öğreti ve yargı kararlarında BK’nun 50. maddesine dayanan müteselsil sorumluluğun “tam teselsül”, anılan Kanun’un 51. maddesine dayanan müteselsil sorumluluğun ise “eksik teselsül” olduğu kabul edilmektedir.

Bu aşamada tam teselsül ( BK. mad. 50’e dayanan müteselsil sorumluluk ) ile eksik teselsül ( BK. mad.51’e dayanan müteselsil sorumluluk ) arasında yapılan ayrımın ve farkların önemini de vurgulamak yerinde olacaktır.

818 sayılı Kanun’un gerek 50, gerekse 51. maddelerinde müteselsil sorumluluk öngörülmüş bulunmakla birlikte, anılan iki madde arasındaki diğer hukuki farklılıkların şöyle anlatılması mümkündür.

BK’nun 50. maddesi; aynı zarardan dolayı birden fazla kişinin birlikte müteselsilen sorumlu tutulmalarını, birden fazla kişinin ortak kusurlarıyla zarara birlikte sebebiyet vermiş olmaları koşuluna bağlamıştır. Buna göre, birden fazla kişi aynı zarara ortak kusurlarıyla sebebiyet vermiş olmalıdırlar. BK’nun 51. maddesi ise bundan farklı olarak, aynı zarardan dolayı birden fazla kişinin birlikte müteselsilen sorumlu tutulmalarını birden fazla kişinin bu zarardan dolayı ortak kusurları nedeniyle değil; hukuksal nedenlerle sorumlu olmalarına bağlamıştır. Burada müteselsilen sorumlu tuttuğumuz kişilerin, sorumluluklarının sebepleri farklı hukuksal nedenlere dayanmaktadır. Bu açıklamalar karşısında BK’nun 51. maddesine dayanan müteselsilen sorumluluğun sebebi haksız fiil, kanun veya sözleşme nedeniyle birden fazla kişinin sorumlu tutulmasıdır.

Anılan Kanunun 51. madde hükmü; müteselsil sorumlu olan kişilerden birinin zararı tazmin etmesi halinde, diğerlerine rücu hakkını belli bir sıraya bağlamıştır. Buna göre, kanundan dolayı sorumlu tutulan kişi, sözleşme nedeniyle sorumlu kişi, haksız fiil nedeniyle sorumlu kişi sıralaması vardır. Haksız fiil nedeniyle sorumlu kişi zararı tazmin etmişse kimseye rücu edemeyecektir, sözleşme nedeniyle sorumlu kişi zararı tazmin etmişse, haksız fiil failine rücu edebilecek; kanundan dolayı sorumlu kişiye rücu edemeyecektir. Kanundan dolayı sorumlu kişi zararı tazmin etmişse, sözleşme nedeniyle sorumlu kişiyle haksız fiil failine rücu edebilecektir.

Uyuşmazlığın çözümü için bu aşamada, teselsül hükümlerinin zamanaşımı hükümleri ile birlikte değerlendirilmesi zorunluluğu bulunmaktadır.

Bilindiği üzere zamanaşımı, en basit anlatımla, yasanın öngördüğü belli bir sürenin geçmesiyle, bir hakkın kazanılmasına veya bir borçtan kurtulunmasına olanak veren bir hukuki müessesedir. Borçtan kurtulma olanağı tanıyan yönüyle zamanaşımı, maddi hukuka ilişkin bir müessese değildir; borçluya borçtan kurtulmasını sağlayacak savunma vasıtalarını sunarsa da, gerçekte bizatihi kendisi borcu ortadan kaldırmaz; sadece, alacağın istenebilmesi hakkını zaman itibariyle sınırlar. Borç varlığını sürdürdüğü halde, borçlu, zamanaşımı müessesesine dayanarak, artık o borcun kendisinden istenilemeyeceğini savunabilir; yargılama usulüne ilişkin kurallar borçluya böyle bir def ide ( zamanaşımı definde ) bulunma olanağı tanır. Zamanaşımına uğrayan borç, eksik bir borçtur. Zamanaşımı müessesesinin bu yapısının ( borcu değil, sadece onun alacaklı tarafından talep edilmesi olanağını ortadan kaldırmasının ve yine sadece borçlu tarafından ileri sürülebilecek bir olgu olmasının ) doğal sonucu olarak, borçlu tarafından yasal süre içerisinde böyle bir defide bulunulmadığı takdirde, hakim tarafından kendiliğinden gözetilemez.

818 sayılı Kanun’un konuya ilişkin 134. maddesi, “Müruruzaman müteselsilen borçlu olanlardan veya taksimi kabil olmayan bir borcun müşterek borçlularından birine karşı katedilmiş olunca diğerlerine karşı da katedilmiş olur” kuralını içermektedir.

Bu maddeye göre, müteselsil borçlulardan birine karşı zamanaşımının kesilmesi diğer müteselsil borçlulara karşı da zamanaşımını keser.

Ancak, yukarıda da açıklandığı üzere halefıyette, rücu hakkını kullanan kişi alacaklının yerine geçerek, aynen alacaklının konumuna sahip olduğundan; alacaklının alacak hakkının tabi olduğu zamanaşımı süresinden yararlanır. Diğer bir ifade ile halefiyetten yararlanan rücu hakkı sahibinin, diğer borçlulara rücu hakkı alacaklının sahip olduğu zamanaşımı süresinden yararlanır.

Bunun sonucu olarak 818 sayılı Kanun’un 134. maddesi hükmünün haksız fiillerden doğan müteselsil sorumlulukta sadece tam teselsülde yani BK’nun 50. maddesine dayanan müteselsil sorumlulukta uygulama bulacağı; buna karşın eksik teselsülde yani BK’nun 51. maddesine dayanan müteselsil sorumlulukta uygulama bulmayacağı kabul edilmelidir.

Buna göre tam teselsülde, zararı tazmin eden müteselsil borçlu, diğer borçlulara alacaklının sahip olduğu zamanaşımı süresinden yararlandığı halde, eksik teselsülde rücu hakkını kullanan kişinin zamanaşımı süresi haksız fıillerdeki genel hükümlere tabidir.

Bu sonuç, teselsülün, Borçlar Kanunu’nun 50 ve 51. maddelerinde ayrı ayrı ve değişik koşullarla düzenlenmiş olmasına, ayırım fikrine ve adalet düşüncesine uygun düşmektedir. Zira, yalnız başına olsaydı, zamanaşımından yararlanabilecek iken, sırf öteki kişilerin kusurlu eylemlerine iradesi dışında katılması yüzünden, zamanaşımından faydalanmaması, öteki kişilere karşı zamanaşımı süresi içinde açılan davanın, bunun içinde zamanaşımını keseceğinin kabulü, hak ve adalet ilkelerine ters düşerdi. Nitekim, doktrinde eksik teselsülde sorumlulardan bir kısmına karşı zamanaşımının kesilmesinin öteki müteselsil sorumlulara sirayet etmeyeceği çoğunlukla kabul edilmektedir ( Bkz. Oğuzman, Borçlar Hukuku, Sh. 219; Tekinay, Borçlar Hukuku, Sh. 434, 1425-1426; Tandoğan, Mesuliyet Hukuku, Sh. 383; Çenberci, S.S. Kanunu Şerhi, Sh. 301, 192 ).

Hukuk Genel Kurulu’nun 11.05.1977 gün 3068 E. 468 K; 29.04.1983 gün 2264 E. 444 K.; 07.03.1986 gün 1984/10-250 E. 1986/205 K.; 23.02.2000 gün 2000/4-103 E. 2000/124 K. ve 03.02.2010 gün 2010/10-20 E. 2010/58 K. sayılı kararlarında da açıklanan hususlar benimsenmiştir.

Somut olayda; davacı iş sözleşmesinin 09.06.2004 tarihinde feshinden sonra alt işverene dava açmış, bu dava temyiz edilmeden kesinleşmiş, 2006 yılında icra takibinde bulunmuş ve takibin semeresiz kalması üzerine, önceki dosya ile hükmolunan tüm alacakların faizleri ile birlikte tahsili için bu davayı asıl işverene karşı 05.12.2008 tarihinde açmış, davalı asıl işveren süresinde zamanaşımı definde bulunmuştur.

Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, 4857 sayılı İş Kanunu’nun “Tanımlar” başlıklı 2. maddesinin 6. fıkrası,

“…Bu ilişkide asıl işveren, alt işverenin işçilerine karşı o işyeri ile ilgili olarak bu Kanundan, iş sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt işveren ile birlikte sorumludur.” düzenlemesini içermektedir.

Bu hüküm, mali açıdan güçsüz olan alt işverenlerin işçilerini ücret ve diğer hakları yönünden korumaya yönelik bir hükümdür.

Anılan madde uyarınca asıl işveren alt işverenin işçilerinin çalıştıkları işyeri ile ilgili Iş Kanunu’ndan ve hizmet sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt işverenle beraber birlikte sorumlu olur. Kanunda geçen “birlikte” kavramının sorumluluk hukukunda düzenlenen kanundan doğan müteselsil sorumluluk olduğu doktrinde kabul edilmektedir ( Çenberci, Mustafa: İş Kanunu Şerhi, s. 120-121, Esener, Turhan: İş Hukuku, s.79, Uygur, Turgut: Temel Kavramlar, s.269, Çelik, Nuri: İş Hukuku, s. 46, Narmanlıoğlu, Unal: Ferdi Iş ilişkileri, s. 118, Tunçomağ/Centel, İş Hukukunun Esasları, s. 58, Süzek, Sarper: İş Hukuku, s. 42, Güzel, Ali: Asıl İşveren-Alt İşveren İlişkisi, s. 45, Aktaran: Aydınlı, İbrahim: Türk İş Hukukunda Alt işveren ilişkisi ve Muvazaa Sorunu, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2008, s. 190-191 ).

Buna göre, somut uyuşmazlıkta müteselsil sorumlu olanlardan; dava dışı alt işveren ile davacı arasındaki hukuki ilişki hizmet akdine dayanmakta iken davalı asıl işveren arasındaki hukuki ilişki 4857 sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinde düzenlenen “birlikte ( müteselsil ) sorumluluktan” kaynaklanmaktadır.

Davacıya karşı müteselsil sorumlu olanlardan, dava dışı alt işverenin sorumluluğu akitten, davalı asıl işverenin sorumluluğu kanundan kaynaklandığından; diğer bir ifade ile, asıl ve alt işveren işçilik alacakları yönünden işçiye karşı farklı hukuki sebepler nedeniyle sorumlu olduklarından; davacı ile davalılar arasındaki ilişki, dava açıldığı tarihte yürürlükte bulunan mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 51. maddesi uyarınca, eksik teselsül ilişkisine dayanmaktadır.

Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında, 818 sayılı Kanun’un 134. maddesi hükmünün eksik teselsülde yani BK’nun 51. maddesine dayanan müteselsil sorumlulukta uygulama olanağı bulunmaması nedeniyle alt işverene karşı açılan davanın, davalı asıl işveren yönünden zamanaşımını kesmesi mümkün değildir.

O halde, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle dava konusu ve beş yıllık zamanaşımı süresine tabi alacaklar yönünden zamanaşımına uğrayan fazla çalışma ve genel tatil alacağı yönünden bu konuda bir değerlendirme yapılarak varılacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile alt işverene karşı açılan davanın zamanaşımını kestiği gerekçesiyle davanın kabulüne ilişkin kararda direnilmesi isabetsiz bulunmasına göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3″ atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 5521 sayılı Iş Mahkemeleri Kanunu’nun 8/3. fıkrası uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 09.10.2013 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

 

24 Ekim

Edinilmiş mal-Katkı iddiası-emekli ikramiyesi ve bununla alınan araç

T.C.
YARGITAY
2. HUKUK DAİRESİ
E. 2006/6845
K. 2006/14701
T. 1.11.2006

• KATKI İDDİASI ( 4721 S.K.’nun Yürürlüğünden Önce Alınan Mesken – Davacının Ev Hanımı Olduğu Katkıyı İspatlayamadığı/Meskenin Davalı Kocanın Kişisel Malı Olduğu )

• EDİNİLMİŞ MAL ( Emekli İkramiyesi ve Bununla Alınan Aracın Bu Nitelikte Olduğu – Mal Rejiminin Sona Erdiği Tarihte Bundan Sonraki Döneme Ait İradın Peşin Sermayeye Çevrilmiş Değerinin Hesaplanması Tasfiye Hesabının Bu Esaslarla Değerlendirilmesi Gerektiği )

• MAL REJİMİNİN SONA ERMESİ ( Emekli İkramiyesi ve Bununla Alınan Aracın Edinilmiş Mal Niteliğinde Kabulü/Bundan Sonraki Döneme Ait İradın Peşin Sermayeye Çevrilmiş Değerinin Hesaplanması – Tasfiye Hesabının Bu Esaslarla Değerlendirilmesi Gerektiği )

• EMEKLİ İKRAMİYESİ VE BUNUNLA ALINAN ARAÇ ( Edinilmiş Mal Niteliğinde Bulunduğu – Tasfiye Hesabının Buna Göre Değerlendirilmesi Gerektiği )

4721/m. 202, 225, 228/2

ÖZET : 1- Dava konusu mesken 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun yürürlüğünden önce alınmıştır. Kadının ev hanımı olduğu, katkısı olduğu hakkındaki iddiasını ispatlayamadığı anlaşılmaktadır. Dava konusu mesken davalının kişisel malıdır.

2- Alınan emekli ikramiyesi edinilmiş mallardandır. Dava konusu araçta edinilmiş malla ( emekli ikramiyesi ile ) alınmıştır. Mahkemece; kocaya sosyal yardım kurumunca uygulanan usule göre ömür boyunca irat bağlanmış olsaydı, mal rejiminin sona erdiği tarihte ( boşanmanın dava tarihinde TMK. 225.md. ) bundan sonraki döneme ait iradın peşin sermayeye çevrilmiş değerinin hesaplanması, aracın ise edinilmiş mallardan kabul edilmesi, tasfiye hesabının bu esaslar çerçevesinde değerlendirilmesi, gerektiğinde bilirkişiden de görüş alınması ve sonucu uyarınca karar verilmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen ve yukarıda tarih numarası gösterilen hüküm temyiz edilmekle evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : 1- Dava konusu 1243 ada 2 parseldeki 25 nolu mesken 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun yürürlüğünden önce 24.11.2000 tarihinde alınmıştır. Kadının ev hanımı olduğu, katkısı olduğu hakkındaki iddiasını ispatlayamadığı anlaşılmaktadır. Dava konusu mesken davalının kişisel malı olup, bu dönemde 743 Sayılı Türk Kanunu Medenisinin 186-190 maddelerinde ifadesini bulan mal ayrılığı hükümleri geçerlidir.

Bu konudaki talebin reddi gerekirken yazılı şekilde kabulü usul ve yasaya aykırıdır.

2- Araç hakkındaki talebe gelince;

1.1.2002 tarihinde 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girmiş, edinilmiş mallara katılma rejimi, yasal mal rejimi olarak kabul edilmiştir. ( TMK. 202.md. )

Yasal mal rejimi boşanma davasının açıldığı tarihte ( 7.5.2004 ) sona ermiştir. ( TMK.225/son )

Davalı koca 29.1.2003 tarihinde emekli olmuş, Oyak ve Emekli Sandığı tarafından kendisine toplu ödeme yapılmıştır. Davaya konu 34 … 46 plakalı araç ise, davalı koca tarafından 15.5.2003 tarihinde alınmış ve 28.5.2003 tarihinde koca adına tescil edilmiştir.

Kocanın aracın emekli ikramiyesi ile alındığı hakkındaki savunmasının aksi de kanıtlanmamıştır.

Alınan emekli ikramiyesi edinilmiş mallardandır. Dava konusu araçta edinilmiş malla ( emekli ikramiyesi ile ) alınmıştır. Mahkemece; kocaya sosyal yardım kurumunca uygulanan usule göre ömür boyunca irat bağlanmış olsaydı, mal rejiminin sona erdiği tarihte ( boşanmanın dava tarihinde TMK. 225.md. ) bundan sonraki döneme ait iradın peşin sermayeye çevrilmiş değerinin hesaplanması, aracın ise edinilmiş mallardan kabul edilmesi, tasfiye hesabının bu esaslar çerçevesinde değerlendirilmesi, gerektiğinde bilirkişiden de görüş alınması ve sonucu uyarınca karar verilmesi gerekir. ( TMK.m.228/2 ) Bu husus üzerinde durulmadan yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsizdir.

SONUÇ : Hükmün 1. ve 2. bentte açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, bozma kapsamına göre sair hususların incelenmesine yer olmadığına, temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 01.11.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.

24 Ekim

Mal rejiminin tasfiyesi-Katılma alacağı-Zamanaşımı

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU

ESAS NO : 2013/8-375
KARAR NO : 2013/520

Taraflar arasındaki “katkı payı ve katılma alacağı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kadıköy 1. Aile Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 23.11.2011 gün ve 2007/176 E..-2011/1000 .K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8.Hukuk Dairesinin 08.05.2012 gün ve 2012/2056 E., 2012/3981 K. sayılı ilamı ile; (…Davacıbirleşen dosyada davalı E.A.G. vekili, evlilik içinde alınan ve davalı S.adına tescil edilen Gelibolu ve Zekeriyaköy’de bulunan taşınmazlarla ilgili katkı payı ve katılma alacağı isteğinde bulunmuş, ayrıca vekil edenine ait antika yüzükle ilgili de talepleri olduğu bildirilmiş, birleşen dosyada vekil edeni aleyhine açılan davanın reddine karar verilmesini ve aksi halde belirlenecek miktarların karşılıklı takas ve mahsup edilmesini istemiş, 11.10.2011 tarihli harcını da yatırdığı
dilekçesi ile taleplerini 111.300 TL katkı payı, 148.700 TL katılma alacağı olarak ıslah etmiştir.

Davalı S.M.Ş.vekili, Zekeriyaköy’deki taşınmazda davacının katkısı olmadığını, Gelibolu’daki taşınmazın annesi tarafından bedelsiz verildiğini, yüzüğün varlığının ve vekil edeni tarafından alındığının ispat edilmesi gerektiğini açıklayarak davacının davasının reddine karar verilmesini savunmuş, birleşen dava dosyasında ise, evlilik içinde alınan ve E. adına tescil edilen iki adet araçla ilgili katkı payı ve katılma alacağı isteğinde bulunarak birleşen dosyanın davalısı E.’dan tahsilini istemiştir. Islah dilekçesine karşı cevabında ise katılma alacağı ile ilgili talebin zamanaşımına uğradığını açıklayarak reddi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece, davacı E.A.G. vekili tarafından açılan katkı payı alacağı davasının kabulü ile 111.300 TL katkı payı alacağının davalı-karşı davacı S. M.Ş.’den tahsiline, hüküm altına alınan katkı payı alacağından 100.000 TL’ye dava tarihi, 1.300 TL’ye ise ıslah tarihinden itibaren yasal faiz yürütülmesine, davacı E.A.G tarafından açılan denkleştirme katılım alacağı isteminin kısmen kabulü kısmen reddi ile 148.700 TL katılım alacağının karar tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalı davacı S. M.Ş.’den tahsiline, fazlaya dair istemin reddine, davacı E.A.G ’ün yüzük ile ilgili talebinin vazgeçme nedeni ile reddine, mahkememizin bu dosyası ile birleştirilen dava dosyasında davacı S. M.Ş lehine 10.000 TL katılım alacağının
karar tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davacıdan alınıp davalı-karşı davacıya ödenmesine, davalı karşı davacının katkı payı davasının kısmen kabulü kısmen reddi ile 7.200 TL katkı payı alacağının davanın açıldığı 12.10.2009 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte E.’dan tahsiline,fazlaya dair istemin reddine, tarafların hüküm altına alınan alacakları ile doğacak yasal faizlerin karar kesinleştiğinde karşılıklı olarak takas ve mahsubuna karar verilmesi üzerine hüküm davalı-birleşen dosyanın davacısı S. M.Ş vekili ile katılma yolu ile davacı-birleşen dosyanın davalısı E.A.G vekili tarafından temyiz edilmiştir. Mahkeme, davalı-karşı davacı S.vekilinin hükmün açıklanmasına ilişkin isteğini de hükümde açıklanması gereken bir husus veya maddi hata olmadığı gerekçesi ile reddetmiştir.

Taraflar 20.9.1990 tarihinde evlenmiş, 12.12.2005 tarihinde açılan boşanma davasının kabulüne ilişkin hükmün 13.10.2008 tarihinde kesinleşmesiyle boşanmışlardır. Eşler arasında başka mal rejimi seçilmediğinden 01.01.2002 tarihine kadar mal ayrılığı (743 sayılı TKM.nin 170. m.), bu tarihten mal rejiminin sona erdiği boşanma davasının açıldığı tarihe kadar (4721 sayılı TMK.nun 225/2. m.) yasal mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir (4721 sayılı TMK.nun 202.m).

Dava konusu mal varlığı değerlerinden Sarıyer Zekeriyaköy’deki 1431 parselde 7 nolu dubleks mesken kooperatif adına tapuda kayıtlı olup kooperatife S.M.Ş. 22.5.2000 tarihinde ortak olarak girmiş ve kooperatif ortaklığını 26.7.2005 tarihinde A.G.G.’a devretmiştir. Diğer dava konusu Gelibolu Güneyli Köyündeki 2901 parsel ise erkeğin annesi A.Ş. adına tapuda kayıtlı iken 28.8.1996 tarihinde tapuda satış yolu ile S.M.Ş.’e devredilmiştir. Birleşen dosyada dava konusu edilen 34 VA 3390 plakalı araç 29.9.1999, 34 BN 2248 plakalı araç ise 26.7.2004 tarihinde E.A:G. adına trafikte tescil edilmiştir. Dava konusu malvarlıklarının edinme tarihleri itibariyle tarafların isteklerinin karşılıklı olarak katkı payı ve katılma alacağı niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır.

Davacı E. vekili, vekil edeni aleyhine açılan boşanma davasına karşı harcını da yatırdığı 12.12.2005 tarihli karşı davasında “edinilmiş mallara katılma rejiminin tasfiyesi ile vekil edenimizin kendi hissesi olan 100.000 TL’nin vekil edeninin banka hesabına geçirilmesini” istemiş, bu istek boşanma davasından tefrik edilerek ayrı esasa kaydedilmiştir. Bilahare mahkemenin isteği üzerine 11.10.2011 tarihli dilekçesi ile isteğini açıklamış ve aynı zamanda ıslah isteğinde de bulunmuş ve ıslah ettiği miktara ilişkin harcı da tamamlamıştır. Bu dilekçesinde açıkça davanın açılması sırasındaki isteklerini katkı payı alacağına özgülediklerini ve bu 100.000 TL katkı payı alacaklarının 111.300 TL’ye yükselttiklerini, bunun dışında 158.700 TL katılma alacağı talepleri olduğunu, aleyhlerine açılan dava sebebiyle varsa 10.000 TL katılma alacağının da takas edilmesini istediklerini açıklamış ve ıslah isteğinde bulunmuştur. Bu dilekçeye karşı 19.10.2011 tarihli dilekçesi ile S.vekili, ıslah edilen katılma alacağı ile ilgili 1 yıllık zamanaşımının geçtiğini açıklayarak zamanaşımı def’inde bulunmuştur. Öncelikle davacının (E.A.G) 12.12.2005 tarihinde açtığı davasında davanın niteliği tam anlaşılamamakta ise de 11.10.2011 tarihli dilekçesinde açıkça bu miktarı (100.000 TL’yi) katkı payı alacağına özgülediklerini bildirdiğine göre mahkemenin taleple bağlı
olması kuralı da gözetilerek davacının isteğinin mal rejiminin tasfiyesinden kaynaklanan alacak isteği olmakla birlikte 100.000 TL miktarındaki harcı yatırılan talebinin tamamının katkı payı alacağı olarak kabul edilmesi gerekir. Bunun dışında davacının ıslah dilekçesinde ayrıntılarını açıkladığı katılma alacağı isteği de bulunmaktadır. Diğer yandan birleşen dosyadaki Sinan’ın talebinin 34 VA 3390 plakalı araç bakımından katkı payı, 34 BN 2248 plakalı araç yönünden ise katılma alacağı olduğu hususunda tereddüt yoktur.

Bu belirlemeden sonra, dosya kapsamı, toplanan deliller ve alınan bilirkişi raporları karşısında ortak hesaptan çekilen para ile alınması halinde de yarı yarıya taraflara ait olması gereken 34 BN 2248 plakalı aracın alım tarihi itibariyle aksi ispatlanamadığından edinilmiş mal olarak kabul edilerek, katılma alacağı hesaplanmasında, 34 VA 3390 plakalı araçla ilgili olarak da dava tarihindeki değer ve tarafların gelirleri, kişisel tasarrufları ve erkeğin TKM.nin 152. maddesinde yazılı evi geçindirme yükümlülüğü gözönünde bulundurularak belirlenen katkı payı oranı ile çarpılarak bulunan katkı payı alacağı miktarında usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmadığına, alınan bilirkişi raporları ve yapılan hesaplamalar hüküm kurmaya yeterli görüldüğüne göre bu tür davalarda uygulanması gereken hakkaniyet ve fedakarlığın denkleştirilmesi ilkeleri karşısında hükmü katılma yoluyla temyiz eden davacı-birleşen dosyada davalı E. vekilinin araçlarla ilgili temyiz itirazlarının tamamı yerinde görülmemiştir.

Dosya muhtevasına, dava evrakı ile yargılama tutanakları münderecatına, mevcut deliller mahkemece takdir edilerek karar verildiğine, dosya arasında bulunan banka dekontları ve hesap ekstreleri ile havale edilen miktarlar gözetilerek Gelibolu’daki taşınmazın bedelsiz değil erkeğin annesi tarafından satışla devredildiği kabul edildiğine, çalışarak gelir elde ettiği anlaşılan kadının gelirini başka yerde kullandığı ispat edilemediğinden alımlarda katkısı olduğunun kabulü gerektiğine, yapılan katkı payı hesaplamasında taraf gelirleri, kişisel harcamaları ve TKM.nin 152. Maddesindeki erkeğin evi geçindirme yükümlülüğü dikkate alınarak belirlenen katkı payı oranı ile dava tarihindeki taşınmaz değerleri çarpılarak katkı payı alacağı bulunduğuna, bu hesaplamada Zekeriyaköy’deki taşınmaz bakımından 1.1.2002 tarihine kadar yapılan ödemeler de gözetildiğine, 111.300 TL bulunan katkı payı alacağı bakımından dava tarihi ve ıslah tarihindeki değerlere ayrı ayrı faiz yürütüldüğüne, faiz yürütülmeyen 10.000 TL miktar için mahsuptan söz edilerek ıslah dilekçesinde faiz istenmediğine, feragat sebebiyle reddine karar verilen antika yüzükle ilgili harcı yatırılarak artırılan bir değer olmadığından harcı yatmayan değerle ilgili vekalet ücreti takdir edilemeyeceğine, dava dilekçesinin açıklanması niteliğindeki 11.10.2011 tarihli dilekçede ayrıca yargılama giderleri ve vekalet ücretinden bahsedilmemiş olmasının, dava dilekçesinde açıkça yazılarak istenen bu taleplerle ilgili davacının hakkını ortadan kaldırmayacağına, taşınmazları veya hakkını alım tarihlerinde kocasına bağışladığına dair kadının bağışlama iradesini içeren herhangi bir delil veya beyan da dosyaya sunulmadığına, talep dikkate alınarak karşılıklı hükmedilen alacaklar ve faizleri bakımından akas ve mahsuba karar verildiğine göre davalı-birleşen dosyadaki davacı S. vekilinin aşağıda yazılı katılma alacağı dışındaki diğer temyiz itirazları da yerinde değildir.
Davalı-birleşen dosyanın davacısı S. vekilinin katılma alacağı ile ilgili temyiz itirazlarına gelince; mahkemece yapılan değerlendirmede açılan davanın esas itibariyle belirsiz davalar olduğu, TMK.nun 178. maddesinde yazılı zamanaşımı süresinin boşanmadan kaynaklanan maddi manevi tazminat ve yoksulluk nafakası ile ilgili olduğu, aleyhe yorumlanamayacağı açıklanarak zamanaşımı def’i reddedilmiş ve yazılı şekilde hüküm kurulmuştur. Davacının katılma alacağı isteğini ıslah dilekçesinde 158.700 TL olarak bildirdiği ve harcını da ıslah ile birlikte yatırdığı, dava dilekçesindeki yazılı miktar içinde katılma alacağı olmadığı, dava dilekçesindeki 100.000 TL miktarın açıkça katkı payı alacağına özgülendiği, dava 1 yıllık sürede açılmakla birlikte dava dilekçesinde katılma alacağı olarak talep edilen bir miktarın olmadığının davacı E. vekili tarafından açıklandığı, tarafların boşanmalarına ilişkin mahkeme kararının kesinleştiği 13.10.2008 tarihinden ıslah dilekçesinin verildiği 11.10.2011 tarihleri arasında katılma alacağı bakımından 1 yıllık zamanaşımı süresinin de geçtiği ve davalının ıslah dilekçesine karşı süresinde zamanaşımı def’inde bulunduğu ihtilafsızdır.
Uyuşmazlık, davacının katılma alacağı talebi bakımından zamanaşımı süresinin 1 yıl olarak uygulanıp uygulanamayacağı hususunda toplanmaktadır. 743 sayılı TKM.nin yürürlükte bulunduğu dönemde mal ayrılığı rejimi söz konusu idi. Mal
ayrılığı rejimi için 743 sayılı TKM. de mal rejimi konusunda herhangi bir zamanaşımı süresi öngörülmemişti. Ancak, 743 sayılı TKM.nin Borçların Umumi Kaideleri başlığını taşıyan 5. (4721 sayılı TMK. m.5) maddesinde, “Akitlerin in’ikadına ve hükümlerine ve sükutu sebeplerine taalluk edip borçlar kısmında beyan olunan umumi kaideler, medeni hukukun diğer kısımlarında dahi caridir” amir hükmüne yer verilmiştir. Bu durum karşısında anılan madde gereğince BK.nun zamanaşımına ilişkin uygun düşen hükmünün mal rejimleri konusunda da uygulanabileceği kabul edilmektedir. Bu durum karşısında, TKM.nin 5. maddesinin yollamasıyla mal ayrılığı rejimi dönemi bakımından BK.nun 125. maddesinde öngörülen 10 yıllık zamanaşımı süresi uygun düşmektedir. BK.nun 125. maddesinde; “Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı taktirde her dava 10 senelik mürurzamana tabidir”, denilmiştir. Madde metninde sözü edilen “her dava” sözcüğü her alacak olarak değerlendirilmektedir. Aynı Kanunun 132/1-3 nolu bendinde ise, “Nikah devam ettiği müddetçe karı kocadan birinin diğerinin zimmetinde olan alacakları hakkında zamanaşımı işlemez” hükmüne yer verilmiştir.

4721 sayılı TMK.nunda ise, zamanaşımına ilişkin hüküm yer almaktadır. Anılan Kanunun 178. maddesinde; “Evliliğin boşanma sebebiyle sona ermesinden doğan dava hakları, boşanma hükmünün kesinleşmesinin üzerinden bir yıl geçmekle zamanaşımına uğrar” denilmiştir. Maddenin birinci bölümünden de açıkça anlaşılacağı üzere “evliliğin boşanma sebebiyle sona ermesinden doğ an dava hakları…” denilmektedir. Bu hükmün sadece boşanmanın feri niteliğinde bulunan nafaka, maddi ve manevi tazminat ile benzeri hakları kapsadığını söylemek güçtür. Evliliğin boşanma sebebiyle
sona ermesinden doğan dava hakları ibaresinin aynı zamanda edinilmiş mallara katılma rejiminden doğan katılma alacağı ve değer artış payını da kapsadığı düşünülmektedir. Halihazırda Daire uygulaması bu yöndedir. 743 sayılı TKM.nun 170. maddesi uyarınca mal ayrılığı rejiminin geçerli olduğu dönemde katkı payı alacağına yönelik tüm davalar sözleşme olsun veya olmasın 743 sayılı TKM.nin (4721 sayılı TMK.nun) 5. maddesinin yollamasıyla BK.nun 125. maddesi gereğince 10 yıllık zamanaşımına tabidir. TMK.nun 225/1. maddesi uyarınca mal rejimi, eşlerden birinin ölümü veya başka bir mal rejiminin kabulüyle sona ermiş (ki başka bir mal rejiminin kabulü halinde sözleşme söz konusu olur) ya da aynı maddenin ikinci fıkrası gereğince mahkemece evliliğin iptaline karar verilmesi hallerinde de 4721 sayılı TMK.nun 5. maddesinin yollamasıyla BK.nun 125. maddesinde öngörülen 10 yıllık zamanaşımı uygulanmaktadır. 01.01.2002 tarihinden sonra eşler arasında mal rejimi konusunda yapılmış bir sözleşme söz konusu ise, yine 10 yıllık zamanaşımı uygulanacaktır. TMK.nun 225/2. fıkrasında; “Mahkemece evliliğin (…) boşanma sebebiyle sona ermesi…” halinde katılma alacağı bakımından TMK.nun 178. maddesinde yer alan bir yıllık zamanaşımının uygulanacağı Dairece kabul edilmektedir. Daha önce mal rejimine ilişkin davaların görüldüğü Yüksek Yargıtay 2. Hukuk Dairesinde de; 4721 sayılı TMK.nun 231. maddesine dayalı katılma alacağı konusundaki kararlar oyçokluğuyla verilmiştir. Çoğunluk; TMK.nun 5. Maddesi yollamasıyla bu mal rejiminde BK.nun 125. maddesinde yer alan 10 yıllık, azınlık ise; TMK.nun 178. maddesindeki bir yıllık zamanaşımı süresinin uygulanmasını benimsemiştir (2.H.D. 05.02.2007 T. ve 9383/1228 E/K).

Mal rejimleri konusunda on yıllık zamanaşımı süresinin uygulanmasının gerektiği görüşünü savunanlar; TMK.nun 178. maddesinin TMK.nun boşanma kısmında yer aldığı, bu nedenle sadece boşanmanın eki niteliğinde bulunan davalar hakkında uygulanması gerektiği, mal rejimleri konusunda uygulanmasının mümkün olmadığı, maddenin kanunda yer alış biçiminin de buna engel olduğu gerekçesine dayanmaktadırlar. Kanun sistematiğine göre gerçekten TMK.nun 178. maddesi boşanma kısmında yer almaktadır. Ne var ki, TMK.nun 158 ve 179. maddeleri de aynı bölümde yer almakta olup, TMK.nun 158/2. fıkrasında; “Eşler arasındaki mal rejiminin tasfiyesi, tazminat, nafaka ve soyadı hakkında boşanmaya ilişkin hükümler uygulanır”, Mal Rejiminin Tasfiyesi başlığını taşıyan 179. maddesinde de, “mal rejiminin tasfiyesinde eşlerin bağlı olduğu rejime ilişkin hükümler uygulanır” denilmektedir. O taktirde bu maddelerin yer alış biçimine hangi gerekçe gösterilmelidir. Buna benzer bir çok hüküm bulmak mümkündür. O halde bu gerekçe tek başına on yıllık zamanaşımının uygulanmasının gerekçesi olamaz. Ancak, tali bir gerekçe olarak değerlendirilebilir.

Bundan ayrı, istek sahibi için çok zorunlu ve yaşamsal bir değer taşıyan, aynı zamanda boşanmanın fer’i niteliğinde olan nafaka, maddi ve manevi tazminat davaları ve benzerleri bakımından daha kısa süre olan bir yıllık, mal rejimi bakımından ise oldukça uzun bir süre sayılan on yıllık zamanaşımının kabulünün bir çelişki oluşturacağı açıktır. Yargıtay ve Daire uygulaması gereğince uygulanması gereken zamanaşımı süresi boşanma hükmünün kesinleştiği tarihten itibaren başlar. Bugünkü koşullarda bir boşanma davasının temyiz sürecide dahil en az 4-6 yıl sürdüğü bilinmektedir. Kesinleşmeden itibaren on yıllık sürenin son yılı ya da gününde mal rejimine ilişkin davanın açıldığı da gözönünde tutulduğunda sosyal problemin asgari 15 – 20 yıla taşınacağı da bir gerçektir. Bir yıllık zamanaşımı süresinin çok kısa olduğu ancak,
on yıllık zamanaşımı süresinin ise çok uzun olduğu ve sosyal problemi uzun süre ayakta tuttuğu ve başka sosyal problemlere de yol açtığı ya da açacağı gözardı edilemez.

Mal rejimine ilişkin zamanaşımı konusunda doktrinde de tam bir görüş birliği bulunmamaktadır. Çoğunluk görüşünü benimseyenler; farklı açılardan olayı değerlendirmekle birlikte on yıllık zamanaşımının uygulanacağını savunmaktadırlar. Azınlık ise; olayda bir yıllık zamanaşımının uygulanması gerektiğini ileri sürmekteler. Yani TMK.nun 178. maddesinin uygulama olanağının bulunmadığını ileri sürenler iki gerekçeye dayanmaktadırlar. Birincisi sözü edilen madde TMK.nun mal rejimleri bölümünde değil, kanunun sistematiği açısından TMK.nun boşanma kısmında yer almaktadır. İkincisi ise, TMK’nun 178. maddesi boşanmanın eki niteliğinde bulunan nafaka, maddi ve manevi tazminatlarla ilgili olup bunlar hakkında uygulanır. Mal rejimine ilişkin davalar ise boşanmanın eki (fer’i) niteliğinde davalar olmadığını söylemekteler. Konunun çok tartışmalı olduğu ve henüz bir birlikteliğin gerek doktrinde ve gerekse uygulamada sağlanamadığı
görülmektedir. Taraflar arasında görülen boşanma davasının kesinleştiği 13.10.2008 tarihinden ıslah dilekçesinin tarihi olan 11.10.2011 tarihine kadar TMK.nun 178. maddesinde düzenlenen 1 yıllık zamanaşımı süresi geçmiş bulunduğuna ve davalı Sinan vekili ıslah dilekçesi ile talep edilen katılma alacağı miktarı bakımından süresi içerisinde zamanaşımı definde bulunduğuna göre, davacı E.’nın dava konusu ettiği mal varlığına ilişkin katılma alacağı miktarı zamanaşımına uğradığından mahkemece 148.700 TL katılma alacağı bakımından davanın reddine karar verilmesi gerekirken bu kısım bakımından da yazılı gerekçeyle davanın kabulüne karar verilmiş olması doğru olmamıştır. Davalı-birleşen dosyanın davacısı Sinan vekilinin temyiz itirazları aleyhine hükmedilen katılma alacağı açısından yerindedir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN: Davalı-davacı S. vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava; katkı payı ve katılma alacağı istemine ilişkindir.

Mahkemenin, davanın kabulüne dair verdiği karar, taraf vekillerinin temyizi üzerine, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle katılma alacağı yönünden kısmen bozulmuş; Yerel Mahkemece, “katılma alacağına ilişkin davanın Borçlar Kanununun 125.maddesinde öngörülen on (10) yıllık zamanaşımına tabi olduğu ve ıslah tarihi itibariyle zamanaşımı süresinin dolmadığı gibi, esasen bu tür davaların belirsiz alacak davaları olduğu” gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir. Hükmü temyize, davalı-davacı vekili getirmektedir.

Davaya konu edilen, Sarıyer Zekeriyaköy 1431 parselde 7 nolu dubleks meskenin davalıdavacı koca adına kooperatife üyelik suretiyle edinildiği 1. 1. 2002 tarihinden, kooperatif hissesinin elden çıkarıldığı 26.7.2005 tarihine kadar ödemelerin devam ettiği taraflar arasında uyuşmazlık konusu değildir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu’nun önüne gelen uyuşmazlık; 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun yürürlüğünden sonra edinilen mallar konusunda, evlilik birliğinin boşanma ile sonuçlanması halinde, eşler arasında katılma alacağına ilişkin davalarda zamanaşımı süresinin TMK 178. maddesi uyarınca bir yıl mı, yoksa aynı Kanunun 5. maddesi yollaması ile Türk Borçlar Kanunu 146. maddesi(eBK m. 125) uyarınca on yıl mı olduğu; varılacak sonuca göre ıslah edilen kısmın zamanaşımına uğrayıp uğramadığı noktasında toplanmaktadır. Mahkeme ilk karar gerekçesinde; zamanaşımı savunmasını ret ederken uygulanacak zamanaşımı süresi tartışması yanında, katılma alacağı davalarının esasen “belirsiz alacak” davları olduğunu ve zamanaşımı savunmasının bu nedenle de kabul edilmediğini belirtmiş ve özel Dairece bu hususun tartışılmamış, uygulanacak zamanaşımı hükmü(TMK m. 178) yönüyle mesele ele alınmış ve salt bu nedene hasren bozma yapılmış olması karşısında, Yerel Mahkeme’nin terditli olarak; gerek uygulanacak zamanaşımı süresi itibariyle, gerekse de davanın bir belirsiz alacak davası olduğundan bahisle direnmesinin “yeni hüküm” niteliğinde olup olmadığı önsorun olarak tartışılmış ve oyçokluğu ile önsorun olmadığı kabul edilerek işin esasının incelenmesine geçilmiştir.

İşin esasının incelemesinde; uyuşmazlığa konu taşınmaz yönünden uygulanacak mal rejiminin niteliği Yerel Mahkeme ve Özel Daire arasında çekişmeli değildir. Çekiş me; eşler arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu dönemde edinilen mala ilişkin katılma alacağı yönünden uygulanacak zamanaşımı süresi konusundadır.

Taraflar arasında bir sözleşme bulunmaması nedeniyle, Kanuna göre belirlenecek olan; Kanun’daki düzenleme şekliyle “artık değere katılma” alacağı olarak ifade edilen ve uygulama ile öğretide “katılma alacağı” olarak adlandırılan eşler arasındaki bu alacak, 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ile kabul edilen “edinilmiş mallara katılma”
rejimine ilişkin bir kavram olup, TMK’nın 231 vd. maddelerinde düzenlenmiştir.

Alacağın açıklanan bu niteliğine göre, Yerel Mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlığa dönülecek olursa; 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’na bakıldığında,  yasal mal rejimi olarak kabul edilen edinilmiş mallara katılma rejiminde, katılma alacağına özgü olarak bir zamanaşımı süresi öngörülmemiştir(KILIÇOĞLU, Ahmet: “Katılma Alacağında Zamanaşımı”, Fırat Öztan’a Armağan, C. I, Ankara 2010, s. 1289; ACAR, Faruk: Aile Konutu, Mal Rejimleri, Eşin Yasal Miras Payı, 3.B, Seçkin Yayınevi, Anaka 2012, s. 275; SONSUZOĞLU, Elif: Medeni Kanun’da Mal Rejimi Düzenlemeleri ve Vergi Hukukundaki Etkileri, Legal Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 50; ÖZUĞUR, Ali İhsan: Mal Rejimleri, 5. B. , Seçkin Yayınevi, Ankara 2008, s. 82). Bu nedenle edinilmiş mallara katılma rejiminden doğan katılma alacağına uygulanacak zamanaşımı konusu tartışmalara neden olmuştur. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında azınlıkta kalan bir kısım üyeler TMK m.178’deki zamanaşımı süresinin bu dava da uygulanması gerektiğini belirtmiş iseler de bu görüş Kurul çoğunluğunca kabul edilmemiştir.

Katılma alacağının niteliği itibariyle, eşler arasında bir alacak olduğu ve dolayısıyla boşanmanın bir fer’î olmadığı(CEYLAN, Ebru: Türk ve İsviçre Hukukunda Boşanmanın Hukuki Sonuçları, Galatasaray Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2006; s. 68; KILIÇOĞLU, s. 1292); “evliliğin boşanma sebebiyle sona ermesinden doğan bir dava” da olmadığı, kaldı ki edinilmiş mallara katılma rejiminin tasfiyesinin boşanmanın değil mal rejiminin sona ermesinin bir sonucu olduğu kabul edilmektedir(DURAL, Mustafa/ÖĞÜZ, Tufan/GÜMÜŞ, Alper: Türk Özel Hukuku, C.III, Aile Hukuku, Filiz Kitabevi, İstanbul  2005, s. 391). Zira boşanmanın fer’ileri; boşanma davası ile birlikte veya ayrı olarak açılan maddi-manevi tazminat(TMK m. 174/1-2) ve nafaka(TMK m. 175) gibi hususlardır. Belirtmek gerekir ki; TMK m. 178’in salt boşanmanın fer’î niteliğindeki tazminat ve nafakayı kapsadığı madde gerekçesinde açıkça vurgulanmıştır.

Boşanma olgusu; salt mal rejiminin sona ermesini, dolayısıyla katılma alacağı gibi taleplerin gündeme gelmesini sağlayan harici bir olgudur(ERDEM, Mehmet: Özel Hukukta Zamanaşımı, On İki Levha Yayıncılık, İstanbul 2010, s. 203;KILIÇOĞLU, s.1291; ACAR, s. 284). Ancak ifade etmek gerekir ki; katılma alacağını gündeme getiren; eş söyleyişle katılma alacağını talep edilebilir hale getiren tek harici olgu boşanma değildir(TMK. m. 225).

Öğretide, mal rejimlerinden doğan davaların boşanmanın fer’î olmadığı kabul edilmekle birlikte; mal rejiminin tasfiyesinin aile hukukunun bir parçası olduğu, bu nedenle katılma alacağı davalarında, zamanaşımı süresinin TMK. m. 178’e göre belirlenmesinin isabetli olacağı da savunulmaktadır(ACAR, s. 284; ÖZUĞUR, s. 82).Bu düşünce tarzının, esasen bir kıyas olmayıp, genişletici bir yorum olduğu ileri sürülse de, maddenin Kanun sistematiği içinde bulunduğu yer nazara alındığında, bu fikir zamanaşımında kıyas yasağına takılacaktır.

4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu sistematiği incelendiğinde; 178. maddenin, Kanunun “İkinci Kitap, Birinci Kısım, İkinci Bölüm-Boşanma” düzenlemesi içinde, “Boşanmada tazminat ve nafaka” kenar başlığı altında yer aldığı görülür. Oysa katılma alacağı TMK, “İkinci Kitap, Birinci Kısım, Dördüncü Bölüm-Eşler Arasındaki Mal Rejimi” düzenlemesi kapsamında(TMK m. 231 vd.) yer almaktadır.

Mal rejiminin “boşanma” dışındaki sebeplerle sona ermesi halinde, katılma alacağında zamanaşımı süresinin TBK m. 146(eBK m. 125) uyarınca on yıl olacağı genel kabul gören bir husustur(ANIL, Yaşar Şahin/TANER, Yonca: Eşler Arasındaki Mal Rejimleri, Legal Kitabevi, İstanbul 2011, s. 191-193; DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 391). Özel Daire de, yukarıya metni alınan kararında belirttiği üzere, mal rejiminin boşanma dışındaki hallerde; yani eşlerden birinin ölümü veya başka bir mal rejiminin kabulüyle sona ermiş ya da aynı maddenin ikinci fıkrası gereğince mahkemece evliliğin iptaline karar verilmesi hallerinde 4721 sayılı TMK.nun 5. maddesinin yollamasıyla TBK m. 146(eBK m. 125) uyarınca on(10) yıllık zamanaşımı süresinin uygulanacağını kabul etmektedir. Mal rejiminin boşanma nedeniyle sona ermesi halindeki zamanaşımı süresini, salt TMK. m. 178’deki “evliliğin boşanma sebebiyle sona ermesinden doğan dava hakları” ifadesine dayandırmak
kanun koyucunun amacına da uygun düşmez. Zira, kanun koyucu mal rejimleri için ayrı ve özel bir zamanaşımı süresi öngörmek isteseydi, bunu ayrıca düzenler ve salt boşanma ile sınırlı olarak değil de mal rejiminin diğer sona erme halleri (TMK m. 225) için de öngörürdü(KILIÇOĞLU, s. 1292). Şu halde katılma alacağında zamanaşımı süresinin TMK m. 178 uyarınca belirlenmesine imkân bulunmamaktadır.

Bu durumda katılma alacağında zamanaşımı sürelerinin belirlenmesi katılma alac ağının hukuki niteliğine göre belirlenecektir. Uygulanacak zamanaşımı bakımından da, öncelikle özel hukuktaki zamanaşımı süreleri üzerinde durmakta yarar vardır.

Uygulanması ve dolayısıyla ele alınması gereken zamanaşımı ıskati(düşürücü) zamanaşımı olup, özel hukuktaki teknik anlamı ile borcu sona erdirmeyen, ancak kanunda belirlen en sürelerin geçmesi ile alacaklının alacak ve dava hakkı karşısında borçlunun geçen süreyi ileri sürerek borcu ifadan kaçınma hakkı kazanmasıdır(HGK. 05.05.2010, E.2010/8-231; K.2010/255 ). Bu niteliği ile zamanaşımı maddi hukuka ilişkin bir kurum olsa da; hem esasa, hem de usule ilişkin yönleri bulunmaktadır (YILMAZ, Ejder: Hukuk Muhakemeleri Kanunu Şerhi, Yetkin Yayınevi, Ankara 2012, s. 867).

Bu açıklamalar ışığında katılma alacağının niteliğine baktığımızda; katılma alacağının kanundan doğan bir (parasal) alacak hakkı olduğu görülür(AKINTÜRK, Turgut/ATEŞ KARAMAN, Derya: Türk Medeni Hukuku: Aile Hukuku, C. 2, 14. B., Beta Yayınevi, İstanbul 2012, s. 174; ZEYTİN, Zafer: Edinilmiş Mallara Katılma Rejimi ve Tasfiyesi, 2. B, Seçkin Yayınevi, Ankara 2008, s. 234; YETİK, Nurten: Boşanma, Anlaşmalı Boşanma ve Mal Rejimleri, 3. B, Bilge Yayınevi, Ankara 2008, s. 128; KIRMIZI, Mustafa: Edinilmiş Mallara Katılma Rejimi ve Aile Konutu, Yargın Hukuk Yayınları, İstanbul 2012, s. 245). Bu niteliği gereğiyle; katılma alacağının doğumuyla bu alacak artık temlik edilebilir, haczedilebilir ve rehnedilebilir (GÜMÜŞ, Mustafa Alper: Teori ve Uygulamada Evliliğin Genel Hükümleri ve Mal Rejimleri, Vedat Kitapçılık, İstanbul 2008, s. 380).
Katılma alacağı kanundan doğan bir alacak olduğundan, TMK m. 5 yollaması ile Borçlar Kanunu genel hükümlerinin bu alacak bakımından da uygulanacağı açıktır(ŞIPKA, Şükran: “Edinilmiş Mallara Katılma Rejiminde, Tasfiyeyi ve Katılma Alacağını Talep Hakkına İlişkin Zamanaşımı Süreleri”, Bilge Öztan’a Armağan, Turhan Kitabevi, Ankara 2008, s. 843)
01.01.2002 Tarihinde yürürlüğe giren 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nda, yasal mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejiminde, katılma alacağına uygulanacak zamanaşımı süresi konusunda Türk Medeni Kanunu’nda ayrı bir hüküm bulunmadığına ve niteliği itibariyle hakkın bir alacak hakkı olduğunun açık olmasına göre, olayda uygulanması gereken hükümler, TMK. m. 5 yollaması ile TBK. m. 146(eBK m. 125) uyarınca belirlenecektir. Anılan hükümde; “kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir”(6098 Sayılı TBK. m. 146; eBK. m. 125) düzenlemesi yer almaktadır. Şu halde, katılma alacağında zamanaşımı süresi TBK m.146(eBK m. 125) uyarınca on(10) yıl olarak uygulanmalıdır(DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 391;ŞIPKA, s. 846; KILIÇOĞLU, s. 1294). 2Eldeki olayda; tarafların 20.9.1990 tarihinde evlendikleri, uyuşmazlığın 01.01. 2002 tarihinden sonra edinilen taşınmaz yönünden katılma alacağına(TMK m. 231 vd.) ilişkin bulunduğu,

12.12.2005 tarihinde açılan boşanma davasının kabulle sonuçlandığı ve boşanma hükmünün 13.10.2008 tarihinde kesinleşmiş bulunduğu anlaşılmaktadır. Buna göre, ıslah tarihi olan 11.10.2011 tarihi itibariyle Kanunda öngörülen (TBK m. 146; eBK m. 125) on yıllık zamanaşımı süresinin geçmediği kabul edilmelidir.

Özel Dairenin; davacı-davalının katılma alacağına ilişkin ıslahın TMK m. 178 uyarınca bir (1) yıllık zamanaşımı süresine tabi olduğu yönündeki bozma kararına, yerel mahkemece “davanın on (10) yıllık dava zamanaşımı süresine tabi olduğu” şeklindeki gerekçe ile direnmesi, yukarıdaki açıklamalar nedeniyle yerinde olup onanmalıdır. Ne var ki, Özel Dairece bozma kapsamında kalan işin esasına yönelik diğer temyiz itirazları,hükmün zamanaşımı süresi yönünden bozulması nedeniyle incelenmemiş olduğundan, diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın Özel Daire’ye gönderilmesi gerekir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, direnme uygun bulunduğundan davalı-davacı vekilinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 8. HUKUK DAİRESİNE gönderilmesine, 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri
Kanunu’nun 440/1.maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 17.04.2013 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

23 Ekim

KİŞİLER ARASINDAKİ KONUŞMALARIN DİNLENMESİ VE KAYDA ALINMASI

T.C.

YARGITAY

12. CEZA DAİRESİ

E. 2013/26087

K. 2014/10205

T. 28.04.2014

* KİŞİLER ARASINDAKİ KONUŞMALARIN DİNLENMESİ VE KAYDA ALINMASI ( Sanığın Kendisine Hakaret Eden Müdürünün Konuşmasını Aleni Olmayan Toplantıda Cep Telefonuna Kaydettiği – Eylemin Başka Şekilde İspat Edilemeyeceği/Beraat Kararı Verileceği )

* KENDİSİNE HAKARET EDEN MÜDÜRÜNÜN KONUŞMALARINI KAYDA ALMA ( Sanığın Konuşmaları Aleni Olmayan Toplantıda Cep Telefonuna Kaydettiği – Eylemin Başka Şekilde İspat Edilemeyeceği/Sanığın Konuşmaların Kayda Alınması Suçundan Beraatine Hükmedileceği )

* HAKARET İÇERİKLİ KONUŞMANIN KAYDA ALINMASI ( Sanığın Kendisine Hakaret Eden Müdürünün Konuşmasını Cep Telefonuna Kaydettiği – Eylemin Başka Şekilde İspat Edilemeyeceği/Sanığın Konuşmaların Kayda Alınması Suçundan Beraatine Karar Verilmesi Gereği )

* ALENİ OLMAYAN TOPLANTIDA GİZLİCE KAYIT YAPILMASI ( Sanığın Kendisine Hakaret Eden Müdürünün Konuşmasını Cep Telefonuna Kaydettiği – Eylemin Başka Şekilde İspat Edilemeyeceği/Sanığın Konuşmaların Kayda Alınması Suçundan Beraatine Hükmedileceği )

* CEP TELEFONU İLE GİZLİCE KAYIT YAPMAK ( Sanığın Konuşmaları Aleni Olmayan Toplantıda Kendisine Hakaret Eden Müdürünün Konuşmasını Cep Telefonuna Kaydettiği – Eylemin Başka Şekilde İspat Edilemeyeceği/Sanığın Konuşmaların Kayda Alınması Suçundan Beraatine Hükmedileceği )

5237/m.133

ÖZET : Kişiler arasındaki konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınması suçunda; sanığın özel bir bankanın genel müdürlüğü bünyesinde inşaat proje sorumlusu, müştekinin ise aynı birimde inşaat birim müdürü olarak çalıştığı, sanığın, müştekinin kendisi hakkında performans değerlendirmesi için odasında müdür yardımcısının da katılımıyla yaptığı aleni olmayan toplantıda konuşulanları, diğerlerinin rızası olmaksızın cep telefonu ile kayda alarak toplantıda müştekinin kendisine hakaret ettiği iddiasıyla Cumhuriyet Başsavcılığında şikayetçi olması şeklinde gelişen olayda; sanığın birim müdürü olarak çalışmaya başlayan müştekinin göreve başladığı günden bu yana kendisine karşı negatif bir tutum içerisinde olduğu, daha önce iş ortamında kendisine sözlü olarak hakaret ettiği, toplu ortamlarda kendisine karşı rencide edici ve küçük düşürücü tavırlar sergilediği, yaklaşık 1 ay önce hakkında haksız yere soruşturma başlattığı, olay günü de, performans değerlendirme toplantısında kendisine hakaret içerikli sözler söylemesi nedeniyle üzerindeki cep telefonu ile gizlice kayıt yaptığı, eylemi başka türlü ispat etmesinin mümkün olmadığı yönündeki savunması ile bu savunmayı doğrulayan bilirkişi raporuna göre, sanığın başkaca şekilde ispatlanması mümkün olmayan bir hal içerisinde iken toplantıda kendisine yönelik hakaret içerikli konuşmayı kayda aldığı, sanığın eyleminin hukuka aykırı olduğunu kabul etmenin mümkün olmadığı anlaşıldığından, tebliğnamede bozma öneren düşünceye iştirak edilmemiş, gerekçede her ne kadar, atılı suçta failin aleni olmayan konuşmanın tarafı olmayan herhangi bir kişi olması gerektiğinden sanığa yüklenen fiilin kanunda suç olarak tanımlanmadığı belirtilerek sanığın beraatine karar verilmiş ise de, gerekçesi yanlış olan hükmün, sonucu itibariyle doğru olduğu anlaşılmakla bu husus bozma nedeni yapılmamıştır.

DAVA : Kişiler arasındaki konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınması suçundan sanığın beraatine ilişkin hüküm, katılan vekili tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü:

KARAR : En az üç veya daha fazla kişinin, başkalarının bilmeyeceği ve sınırlı bir dinleyici çevresi dışına çıkmayacağı yönünde haklı bir inanç ve iradeyle hareket ederek, herhangi bir aracı vasıta olarak kullanmadan, yüz yüze gerçekleştirdikleri, ancak özel bir çaba gösterilerek duyulabilecek, aleni olmayan, söze dayalı, sesli düşünce açıklamalarının, söyleşinin tarafı olan kişi veya kişilerce, ilgililerinin rızası olmaksızın, akustik olarak tekrar dinlenebilmesi imkanını sağlayan bir aletle kaydedilmesi, TCK’nın 133/2. maddesinde kişiler arasındaki konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınması başlığı altında suç olarak tanımlanmıştır. Anılan suçun oluşabilmesi için, söyleşinin, “aleni olmaması”; yani, “belirsiz sayıda kişinin, ayrıca bir çaba harcamadan, rahatlıkla duyabileceği ve algılayabileceği şekilde konuşulmaması” gerekli ve yeterli olup, söyleşi içeriğinin suçun oluşması bakımından bir önemi yoktur. Buna göre, söyleşi; gizlilik taşıyan ve özel yaşam alanı kapsamında yer alan konularla ilgili olabileceği gibi, herkes tarafından bilinen veya anlamsız ya da sıradan hususlar hakkında da olabilir.

Elverişli bir aletle dinlenilen veya kaydedilen konuşma veya söyleşiden elde edilen bilgiler sayesinde kendi veya üçüncü kişi lehine, maddi ya da manevi yarar, yani; fayda veya avantaj sağlanması; bu bilgilerin, menfaat karşılığı olsun ya da olmasın, ilgilisi dışındaki kişi veya kişilere verilmesi ya da diğer kişilerin dolaylı olarak bilgi edinmelerinin temin edilmesi, TCK’nın 133/3. maddesinde ayrıca suç olarak tanımlanmış olup, hükümden sonra 05.07.2012 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 6352 sayılı Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanunun 80. maddesi ile TCK’nın 133/3. maddesinde yapılan değişiklikle kişiler arasındaki aleni olmayan konuşmaların kaydedilmesi suretiyle elde edilen verilerin hukuka aykırı olarak ifşa edilmesi eylemi suç olarak düzenlenmiştir.

Ancak kişinin, bir daha kanıt elde etme olanağının bulunmadığı ve yetkili makamlara başvurma imkanının olmadığı ani gelişen durumlarda, örneğin; kendisine karşı işlenmekte olan (cinsel saldırı, hakaret, tehdit, iftira veya şantaj gibi) bir suç söz konusu olduğunda ya da kendisine veya aile birliğine yönelen, onurunu zedeleyen, haksız bir saldırıyı önlemek için, kaybolma olasılığı bulunan kanıtların kaybolmasını engelleyip, yetkili makamlara sunarak güvence altına almak amacıyla, saldırıyı gerçekleştiren tarafın bilgisi ve rızası dışında, konuşma ve haberleşme içeriklerini veya özel hayata ilişkin ses ve görüntülerini dinleme, izleme ya da kaydetme eylemlerinin hukuka aykırı olduğunu kabul etmek mümkün olmadığı gibi, esasen bu hallerde, kişinin hukuka aykırı hareket ettiği bilinciyle hareket ettiğinden de söz edilemeyeceği,

Dosya içeriğine, sanık savunması, müşteki beyanı ve bilirkişi raporlarına göre, sanığın özel bir bankanın genel müdürlüğü bünyesinde inşaat proje sorumlusu, müştekinin ise aynı birimde inşaat birim müdürü olarak çalıştığı, sanığın, müştekinin kendisi hakkında performans değerlendirmesi için odasında müdür yardımcısı E.’ın da katılımıyla yaptığı aleni olmayan toplantıda konuşulanları, diğerlerinin rızası olmaksızın cep telefonu ile kayda alarak toplantıda müştekinin kendisine hakaret ettiği iddiasıyla Cumhuriyet Başsavcılığında şikayetçi olması şeklinde gelişen olayda; sanığın aksi kanıtlanamayan bankada 2003-2012 yılları arasında görev yaptığı, 2009 yılında birim müdürü olarak çalışmaya başlayan müştekinin göreve başladığı günden bu yana kendisine karşı negatif bir tutum içerisinde olduğu, eski çalışan olması nedeniyle kendisini tasfiye etmek istediği, daha önce iş ortamında kendisine sözlü olarak hakaret ettiği, toplu ortamlarda kendisine karşı rencide edici ve küçük düşürücü tavırlar sergilediği, yaklaşık 1 ay önce hakkında haksız yere soruşturma başlattığı, olay günü de, performans değerlendirme toplantısında kendisine hakaret içerikli sözler söylemesi nedeniyle üzerindeki cep telefonu ile gizlice kayıt yaptığı, eylemi başka türlü ispat etmesinin mümkün olmadığı yönündeki savunması ile bu savunmayı doğrulayan bilirkişi raporuna göre, sanığın başkaca şekilde ispatlanması mümkün olmayan bir hal içerisinde iken toplantıda kendisine yönelik hakaret içerikli konuşmayı kayda aldığı, sanığın eyleminin hukuka aykırı olduğunu kabul etmenin mümkün olmadığı anlaşıldığından, tebliğnamede bozma öneren düşünceye iştirak edilmemiş, gerekçede her ne kadar, atılı suçta failin aleni olmayan konuşmanın tarafı olmayan herhangi bir kişi olması gerektiğinden sanığa yüklenen fiilin kanunda suç olarak tanımlanmadığı belirtilerek sanığın beraatine karar verilmiş ise de, gerekçesi yanlış olan hükmün, sonucu itibariyle doğru olduğu anlaşılmakla bu husus bozma nedeni yapılmamıştır.

SONUÇ : Yapılan yargılama sonunda, yüklenen fiilin kanunda suç olarak tanımlanmamış olduğu gerekçeleri gösterilerek mahkemece kabul ve takdir kılınmış olduğundan katılan vekilinin sübuta ilişkin temyiz itirazlarının reddiyle, beraata ilişkin hükmün isteme aykırı olarak ONANMASINA, 28.04.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

9 Ekim

iŞE İADE DAVASI,İŞÇİNİN MAAŞINA HACİZ KONULMASI,İŞYERİN DE OLUMSUZLUĞA SEBEP OLMA

T.C

YARGITAY

9. HUKUK DAİRESİ

Esas No. 2008/9800

Karar No. 2009/1012

Tarihi: 02.02.2009

İŞÇİNİN ÜCRETİNE HACİZ KONULMASININ KURAL OLARAK GEÇERLİ NEDEN OLUŞTURMAYACAĞI İŞÇİNİN ÜCRETİNE HACİZ KONULMASININ GEÇERLİ FESİH NEDENİ OLABİLMESİ İÇİN BU UYGULAMANIN İŞYERİNDE OLUMSUZ LUĞA YOL AÇMIŞ OLMASININ GEREKMESİ

 

ÖZETİ:

İşçinin borcu nedeniyle ücretinin haczedilmesi, kural olarak işverene geçerli nedenle

fesih hakkı vermemelidir, işçinin ücretinin sık sık haczi nedeniyle, objektif bir bakış açısı altında, işyerinin, örneğin muhasebe veya hukuk servisinde önemli zaman kaybına neden olacak şekilde çalışma sürecinin veya işyeri organizasyonunun olumsuz yönde etkilendiğinin kabul edilmesi halinde geçerli fesih nedeninin kabul edilmesi gerekir. Ancak bunun için işçiye önceden ihtar çekilmesi yerinde olacaktır.Somut uyuşmazlıkta, işçinin ücretine haciz konulması değil, bu uygulama nedeni ile işyerinin olumsuz olarak

etkilenip etkilenmediği, işveren açısından iş ilişkisinin devamının beklenemez bir duruma gelip gelmediği önemlidir. Davalı işverenin muhasebe servisinde görevli çalışan, mesaisini davacı işçinin borçları ve hakkındaki icra işlemleri nedeni ile bu işlemlere harcamıştır,

işverenin büyük bir işletme olarak bu işlemler için personel istihdam etme zorunluluğu yoktur. Keza hakkında icra takibi ve borcu çok olan personelin çıkarılması, işyerinde olumsuzluklara yol açma olgusuna göre eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmez.

 

Davacı, feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini Yerel mahkeme, isteği hüküm altına almıştır.Hüküm süresi içinde davalı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava

dosyası için Tetkik Hakimi S.Bıçaklı tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: İş sözleşmesi ücretinde birçok icra takibi nedeni ile haciz olması ve bu haciz işlemlerini uyanlara rağmen kaldırmaması nedeni kıdem ve ihbar tazminatı ödenerek feshedilen işçi, feshin geçerli nedene dayanmadığını ileri sürerek feshin

geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini istemiştir.

Davalı işveren, davacının ücretinde bulunan haczin kaldırılmasına yönelik uyanlara rağmen herhangi bir işlem yapmadığı için savunmasının alındığını, bu davranışının işyerinde olumsuzluklara neden olduğunu, feshin davacının davranışlarından kaynaklanan geçerli nedene dayandığını belirterek davanın reddine karar verilmesi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece, davalı işverenin 2004 yılında ücretlerinde haciz bulunan işçiler için tamim yayınladığı, kaldırılmasını istediği ve savunma aldığı, ücreti üzerinde haciz bulunan birçok işçinin iş sözleşmesinin bu nedenle feshedildiği kabul edilmekle birlikte, haczin toplu para bulmayı gerektirmesi ve maaşından başka geliri bulunmayan işçiden kaldırılmasının beklenmemesi gerektiğinden davalı işverenin işleminin yerinde olmadığı, ücretinden haciz bulunan işçi sayısının çokluğu nedeni ile icralık işlerin işyerindeki iş akışını etkilediği, asıl işi yapmalarını engellediği şeklindeki işveren savunmasının ise Erdemir büyüklüğündeki bir işletmenin bu işlerle ilgilenecek ilave personel istihdam ederek sıkıntıları giderebileceği, bu

nedenle geçerli olmadığı, davalı işverenin davacının ücretindeki hacizler nedeni ile işe yoğunlaşmasının azaldığı, performansını düştüğü yönündeki savunmasını somut delillerle kanıtlayamadığı, borcu olan işçilerin işlerini kaybetmemek için daha dikkatli ve verimli çalışacaklarının da hayatın olağan akışına uygun bir davranış olarak düşülebileceği, davacının işyeri dışındaki olumsuz davranışının işyerinin normal işleyişini etkilemediği sürece geçerli fesih nedeni sayılamayacağı, borcun ödenmemesi halinde ücretinden kesinti yapılacağı, iş sözleşmesinin feshinin ikinci bir ceza olacağı, ayrıca işverenin aynı durumdaki işçilere eşit davranmadığı, objektif olmadığı ve feshe son çare olarak bakmadığı gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiştir.

İş Kanunu’nun 18’nci maddesinin 1. fıkrasına göre, işveren, iş sözleşmesini işçinin Davranışlarından kaynaklanan nedenlerle geçerli olarak feshedebilir. İşverenin iş sözleşmesinin süreli feshini geçerli kılan işçinin davranışları, İş Kanunu’nun 25’nci maddesi gereğince haklı nedenle derhal feshe neden olacak ağırlıkta bulunmamakla birlikte işyerinin normal işleyişini ve yürüyüşünü bozan, iş görme borcunun gerektiği şekilde yerine getirilmesini engelleyen ve işyerindeki uyumu olumsuz yönde etkileyen hallerdir. İşçinin sosyal açıdan olumsuz bir

davranışı, toplumsal ve etik açıdan onaylanmayacak bir tutumu, işyerindeki üretim ve iş ilişkisi sürecine herhangi bir olumsuz etki yapmıyorsa geçerli sebep sayılamaz. Başka bir anlatımla, iş ilişkisinin sürdürülmesinin işveren açısından önemli ve makul ölçüler içerisinde eklenemeyeceği durumlarda, fesih için geçerli nedenin bulunduğu kabul edilmelidir.

 

Geçerli fesih sebebinden bahsedilebilmesi için, işçinin sözleşmesel yükümlülüklerini mutlaka kasıtlı ihlal etmesi şart değildir. Göstermesi gereken özen yükümlülüğünün ihlal edilerek ihmali davranış ile ihlali geçerli fesih nedeni olabilir. Buna karşılık, işçinin kusuruna dayanmayan davranışları, kural olarak işverene işçinin davranışlarına dayanarak sözleşmeyi feshetme hakkı vermez. Kusurun derecesi, iş sözleşmesinin feshinden sonra iş ilişkisinin arz edebileceği

olumsuzluklara ilişkin yapılan tahminî teşhislerde ve menfaatlerin tartılıp dengelenmesinde rol oynayacaktır.İşçinin borcu nedeniyle ücretinin haczedilmesi, kural olarak işverene geçerli

nedenle fesih hakkı vermemelidir, işçinin ücretinin sık sık haczi nedeniyle, objektif

bir bakış açısı altında, işyerinin, örneğin muhasebe veya hukuk servisinde önemli zaman kaybına neden olacak şekilde çalışma sürecinin veya işyeri organizasyonunun olumsuz yönde etkilendiğinin kabul edilmesi halinde geçerli fesih nedeninin kabul edilmesi gerekir. Ancak bunun için işçiye önceden ihtar çekilmesi yerinde olacaktır.Dosya içeriğine göre davalı şirket Genel Müdürlüğünce ücret ve diğer alacakları üzerine haciz konulan personelin durumlarını düzeltmeleri konusunda 16.3.2004 ve 10.1.2007 tarihli iki adet genelge yayınlandığı, işverenin özellikle hakkında icra takibi ve borcu çok olan işçilerin iş sözleşmesinin feshi yoluna gittiği,

genel bir uygulama yapmadığı, davacıya da iş sözleşmesi feshedilmeden önce çalışma huzuru ve verimliliğin sağlanması açısından ücreti üzerindeki hacizleri 2 aylık süre içerisinde kaldırılması gerektiği yönünde uyanda bulunulduğu, buna rağmen davacı ücreti üzerindeki hacizleri kaldırmaya yönelik işlem yapmadığı sabittir. Davacı işçi hakkında değişik alacaklılar tarafından çok sayıda icra takibi yapıldığı ve ücretine hacizler konulduğu, iş sözleşmesinin ihtara rağmen ücreti üzerindeki haczin kaldırılmasına yönelik işlem yapmaması nedeniyle savunması

alınarak İş Kanunu’nun 17.maddesi uyarınca kıdem ve ihbar tazminatı ödenerek feshedildiği anlaşılmaktadır.

Somut uyuşmazlıkta, işçinin ücretine haciz konulması değil, bu uygulama nedeni ile işyerinin olumsuz olarak etkilenip etkilenmediği, işveren açısından iş ilişkisinin devamının beklenemez bir duruma gelip gelmediği önemlidir. Davalı işverenin muhasebe servisinde görevli çalışan, mesaisini davacı işçinin borçları ve hakkındaki icra işlemleri nedeni ile bu işlemlere harcamıştır, işverenin büyük bir işletme olarak bu işlemler için personel istihdam etme zorunluluğu yoktur. Keza hakkında icra takibi ve borcu çok olan personelin çıkarılması, işyerinde olumsuzluklara yol açma olgusuna göre eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmez.

Davacının bu davranışı işyerinde olumsuzluklara yol açmıştır. İş ilişkisinin işveren açısından önemli ölçüde sürdürülme olanağı kalmamıştır. Davacıya kıdem ve ihbar tazminatı ödenerek, iş sözleşmesinin feshi 4857 sayılı İş Kanunu’nun 18. maddesi uyarınca davranışlarından kaynaklanan nedene dayanmaktadır. Davacının bu davranışı fesih için geçerli neden teşkil ettiğinden davanın kabulü hatalıdır.

4857 sayılı İş Yasasının 20/3 maddesi uyarınca Dairemizce aşağıdaki şekilde karar verilmiştir.

 

HÜKÜM: Yukarda açıklanan gerekçe ile;

Mahkemenin kararının BOZULARAK ORTADAN KALDIRILMASINA,

Davanın REDDİNE,

Harç peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına,

4. Davacının yapmış olduğu yargılama giderinin üzerinde bırakılmasına,davalının yaptığı 41.40 yargılama giderinin davacıdan tahsili ile davalıya ödenmesine,

5. Karar tarihinde yürürlükte bulunan tarifeye göre 575-YTL ücreti vekaletin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,

6. Peşin alınan temyiz harcının isteği halinde davalıya iadesine, Kesin olarak oybirliği ile karar verildi.

 

9 Ekim

MUVAZAA SEBEBİYLE İPTAL DAVASI, MİRAS PAYI İÇİN AÇILMIŞ İSE TÜM MİRASÇILARIN ONAYININ ALINMASINA GEREK BULUNMAMAKTADIR.

YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu 2009/1-458 E.N , 2009/498 K.N.

İlgili Kavramlar

DAVA EHLİYETİ
ELBİRLİĞİYLE MÜLKİYET
TEREKE

Özet
TEREKEYE AİT BİR HAKLA İLGİLİ DAVALARDA TÜM MİRASÇILARIN BİRLİKTE HAREKET ETMELERİ VEYA TEREKEYE TEMSİLCİ ATAMALARI GEREKİR. ANCAK, DAVA KENDİ MİRAS PAYI İÇİN AÇILMIŞ İSE TÜM MİRASÇILA
RIN ONAYININ ALINMASINA GEREK BULUNMAMAKTADIR.

İçtihat Metni

Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Nevşehir İkinci Asliye Hukuk Mahkemesi)’nce davanın, davalı Mustafa yönünden reddine, davalı Ahmet yönünden kabulüne dair verilen 31.10.2008 gün ve 2007/313 E., 2008/292 K. sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili ve davalılardan Ahmet vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi’nin 11.02.2009 gün ve 597-1663 sayılı ilamı ile; (…Dava, Borçlar Kanunu’nun 18. maddesinden kaynaklanan muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir.

Mahkemece, davalı Ahmet hakkındaki davanın kabulüne, diğer davalı Mustafa hakkındaki davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacılar ve davalı Ahmet tarafından temyiz edilmiştir.

Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden; miras bırakanın 05.12.2000 tarihinde maliki olduğu 1 nolu bağımsız bölümü davalı Ahmet’e, 2 nolu ba-ğımsız bölümü diğer davalı Mustafa’ya satış suretiyle temlik ettiği, davalıların murisin torunları oldukları anlaşılmaktadır.

Davacılar, anılan temliklerin mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunu ileri sürerek eldeki davayı açmışlardır.

Miras bırakanın varlıklı bir kişi olduğu, temlik tarihinde taşınmaz satmasını gerektiren bir nedeninin olmadığı, davalıların ise alım güçlerinin bulunmadığı, taşınmazların temlik sırasında gösterilen satış bedelleri ile gerçek bedelleri arasında açık ve aşırı fark bulunduğu anlaşılmakla, belirlenen bu olgular toplanan delillerle birlikte değerlendirildiğinde olayda miras bırakanın gerçek amacının satış değil, mirasçıdan mal kaçırma amaçlı bağış olduğu sonucuna varılmaktadır. Esasen bu husus mahkemenin de kabulündedir.

Bu durumda davalı Ahmet hakkındaki davanın kabulüne karar verilmesinde bir isabetsizlik yoktur. Anılan davalının temyiz itirazları yerinde değildir, reddine.

Davacıların temyizine gelince; yukarıda açıklandığı üzere miras bırakanın temlikinin muvazaalı olduğu açıktır. Muris muvazaasının varlığının kabul edilebilmesi temlikin münhasıran mirasçıya yapılmış olması koşuluna bağlı değildir. Nitekim bu müesseseyi düzenleyen 01.04.1974 tarih 1/2 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı uyarınca “bir kimsenin mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak amacıyla gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmesi halinde, tüm mirasçılar görünürdeki satış söz-leşmesinin danışıklı (muvazaalı) olduğunu…” ileri sürerek dava açabilirler. Görüldüğü gibi, anılan İçtihadı Birleştirme Kararında temlikin mutlak mirasçıya yapılmış olması koşulu yer almamaktadır. Olayda gözetilmesi gereken husus, miras bırakanın iradesini gerçekte bağış yönünde kullandığı halde işlemin satış biçiminde yapılmasıdır.

Hal böyle olunca; davalı torun Mustafa hakkındaki davanın da kabulüne karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ve yasal olmayan gerekçeler ile yazılı olduğu şekilde hüküm kurulması doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Temyiz Eden: Davacılar vekili

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Bilindiği gibi terekeye ait bir hakla ilgili olarak açılacak davalarda kural olarak; tereke 4721 sayılı Türk Medeni Yasası’nın 701 ve devam eden maddelerine göre elbirliği; (iştirak) mülkiyetine tabi olduğundan yasal istisnalar dışında (örneğin TM Yasası 702/son) tüm mirasçıların birlikte hareket etmeleri veya aynı Yasa’nın 640. maddesine göre terekeye temsilci atanması ve bu yolla davanın yürütülmesi gerekir.

Ancak dava, halefiyet esasına göre tereke adına değil de kendi miras payı için açılmış ise, tüm mirasçıların onayının alınmasına gerek bulunmamaktadır.

Somut olayda; tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle davacılar terekenin halefi olarak değil, taşınmazı devreden muris ile devralan kişinin işlemiş olduğu haksız fiile dayanarak dava açmış olduklarına göre, mirasçıların bir kısmının mirasçı olmayan davalıya karşı kendi payları oranında dava açmalarına bir engel bulunmamaktadır.

O halde Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

Sonuç: Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nın 429. maddesi gereğince (BOZULMASINA), istek halinde temyiz peşin harcının iadesine, 11.11.2009 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

22 Eylül

İşyeri devrinin esasları ve sonuçları

      Yargıtay

Hukuk Genel Kurulu

Esas: 2011/9-589,

Karar: 2011/740

Karar tarihi :07.12.2011

“Taraflar arasındaki “Kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, fazla çalışma ücreti, hafta sonu çalışma ücreti ve yılık ücretli izin alacağı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 5. İş Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 28.12.2007 gün ve 2005/1140 E., 2007/962 K. sayılı kararın incelenmesi davalılar vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9.Hukuk Dairesinin 23.10.2009 gün ve 2008/10743 E., 2009/28895 K. sayılı ilamı ile;

(… 1-Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalıların aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.

2-İşyeri devrinin iş ilişkisine etkileri ile işçilik alacaklarından sorumluluk bakımından taraflar arasında uyuşmazlık söz konusudur.

İşyeri devrinin esasları ve sonuçları 4857 sayılı İş Kanununun 6. maddesinde düzenlenmiştir. Sözü edilen hükümde, işyerinin veya bir bölümünün devrinde devir tarihinde mevcut olan iş sözleşmelerinin bütün hak ve borçlarıyla devralan işverene geçeceği öngörülmüştür. Devir tarihinden önce doğmuş ve devir tarihinde ödenmesi gereken borçlarda ise, devreden işverenle devralan işverenin birlikte sorumlu olduğu aynı yasanın 3. fıkrasında açıklanmış ve devreden işverenin sorumluluğunun devir tarihinden itibaren iki yıl süreyle sınırlı olduğu hükme bağlanmıştır.

4857 sayılı İş Kanununun 120. maddesi hükmüne göre 1475 Sayılı Kanunun 14. maddesi halen yürürlükte olduğundan, kıdem tazminatına hak kazanma ve hesap yöntemi bakımından işyeri devirlerinde belirtilen hüküm uygulanmalıdır. Anılan hükme göre, işyerlerinin devir veya intikali yahut herhangi bir suretle bir işverenden başka bir işverene geçmesi veya başka bir yere nakli halinde işçinin kıdemi, işyeri veya işyerlerindeki hizmet akitleri sürelerinin toplamı üzerinden hesaplanmalıdır. Bununla birlikte, işyerini devreden işverenlerin bu sorumlulukları, işçiyi çalıştırdıkları sürelerle ve devir esnasındaki işçinin aldığı ücret seviyesiyle sınırlıdır.

İşyerini miras yoluyla intikali de, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 599. maddesinde düzenlenmiş, sözü edilen hükümde mirasçıların mirasbırakanın ölümü ile mirasa bir bütün olarak hak kazanacakları açıklanmıştır.

İşyerinin önceleri gerçek kişi ya da kişilerce işletilmesinin ardından şirketleşmeye gidilmesi halinde, bu işlem de bir tür işyeri devridir. Önceki gerçek kişi olan işverenlerin devralan tüzel kişi ortakları olması bu devir ilişkisini ortadan kaldırmamaktadır (Yargıtay 9.HD. 22.7.2008 gün 2007/ 20491 E, 2008/ 21645 K.).

Aynı şekilde daha önce tüzel kişi şirket olan işverenin işyerini bir gerçek şahsa devretmesi de mümkündür. Devralanın şirketin hissedarlarından biri olması da imkan dahilindedir.

Adi ortaklardan bir ya da bazılarının hisselerini devri de sorumlulukların belirlenmesi noktasında işyeri devri olarak işlem görmelidir.

Banka veya borsa aracı kurulu işyerlerine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun el koyması ise işyeri devri niteliğinde değildir. Gerçekten bu halde işyeri devredilmemekte sadece yönetime müdahale edilmektedir.

Özelleştirme işlemi sonucu kamuya ait hislerin devri de işyeri devri olarak değerlendirilemez. Belirtilen işlemde, işyeri aynı tüzel kişilik altında faaliyetini sürdürmekte sadece kamuya ait hisselerin bir kısmı ya da tamamı el değiştirmiş olmaktadır. Bununla birlikte tamamı kamuya ait olan bir işyerinin özelleştirme işlemi sonucu başka bir işverene geçmesi işyeri devri olarak değerlendirilmelidir (Yargıtay 9.HD. 8.7.2008 gün ve 2008/25370 E, 2008/ 19682 K.).

İşyeri devri fesih niteliğinde olmadığından, devir sebebiyle feshe bağlı hakların istenmesi mümkün olmaz. Aynı zamanda işyeri devri kural olarak işçiye haklı fesih imkanı vermez.

İşyerinin devri işverenin yönetim hakkının son aşaması olup, işyeri devri çalışma koşullarında değişiklik anlamına da gelmez. Dairemizin kökleşmiş kararlarına göre işyeri devri işçiye haklı nedenle fesih hakkı tanımaz. İşyeri devrinin çalışma koşullarını ağırlaştıran bir yönü olup olmadığı belirlenmelidir (Yargıtay 9.HD. 27.10.2008 gün 2008/ 29715 E, 2008/ 28944 K.).

Genel olarak yapılan bu açıklamaların ardından İş Hukukunda işyeri devrinin işçilik alacaklarına etkileri üzerinde ayrıca durulmalıdır. İşyeri devri halinde kıdem tazminatı bakımından devreden işveren kendi dönemi ve devir tarihindeki son ücreti ile sınırlı olmak üzere sorumludur. 1475 Sayılı Kanunun 14/2. maddesinde devreden işverenin sorumluluğu bakımından bir süre öngörülmediğinden, 4857 sayılı İş Kanununun 6. maddesinde sözü edilen devreden işveren için 2 yıllık süre sınırlaması, kıdem tazminatı bakımından söz konusu olmaz. O halde kıdem tazminatı işyeri devri öncesi ve sonrasında geçen sürenin tamamı için hesaplanmalı, ancak devreden işveren veya işverenler bakımından kendi dönemleri ve devir tarihindeki ücret ile sınırlı sorumluluk belirlenmelidir.

Feshe bağlı diğer haklar olan ihbar tazminatı ve kullanılmayan izin ücretlerinden sorumluluk ise son işverene ait olmakla devreden işverenin bu işçilik alacaklarından sorumluluğu bulunmamaktadır. Devralan işveren ihbar tazminatı ile kullandırılmayan izin ücretlerinden tek başına sorumludur.

İşyerinin devredildiği tarihe kadar doğmuş bulunan ücret, fazla çalışma, hafta tatili çalışması, bayram ve genel tatil ücretlerinden 4857 sayılı İş Kanununun 6. maddesi uyarınca devreden işveren ile devralan işveren müştereken müteselsilen sorumlu olup, devreden açısından bu süre devir tarihinden itibaren iki yıl süreyle sınırlıdır. Devir tarihinden sonraki çalışmalar sebebiyle doğan sözü edilen işçilik alacakları sebebiyle devreden işverenin sorumluluğunun olmadığı açıktır. Bu bakımdan devirden sonraya ait ücret, fazla çalışma, hafta tatili çalışması, bayram ve genel tatil ücreti gibi işçilik alacaklarından devralan işveren tek başına sorumludur.

Somut olayda davacının davalı Milli Piyango İdaresi işyerinde diğer davalının işçisi olarak çalıştığı ,ihalenin başka şirkete verilmesi üzerine iş aktinin feshedildiği ve davacının ihaleyi yeni alan şirkette ara vermeden çalışmaya devam ettiği anlaşılmaktadır. Dosya içeriğinden işyerinin açık bir şekilde devredilmeyip zımni olarak devredildiği bellidir. Sosyal Sigortalar Kurumuna yapılan çıkış bildirimi de alt işverenin kurumsal açıdan yaptığı olağan bir işlemdir. Bu nedenle devri ortadan kaldırmaz. Davacı da ertesi gün işi alan diğer alt işveren yanında başlayarak bu olguyu doğrulamıştır. Bu nedenle feshe bağlı kıdem, ihbar tazminatı ve yıllık izin alacağının reddi gerekirken yazılı şekilde kabulü hatalıdır. Öte yandan aynı işveren ile ilgili davalar da redle sonuçlanıp Dairemizce onanmıştır…),

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle Genel Kurulda yapılan görüşmeler sırasında özel daire bozma kararının somut olaya ilişkin kısmında yer verilen “iş akdinin feshedildiği” ifadesinin gerçek anlamda bir iş akdi feshini değil; “alt işverenin kurumsal açıdan yapması gereken Sosyal Sigortalar Kurumuna yönelik kayıtların silinmesi ve çıkış bildirimi için gerekli kayden feshi” ifade için kullanıldığı sonucuna varılmış olmasına göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

KARAR : Davalılardan Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3″ atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 07.12.2011 gününde oy çokluğu ile karar verildi.