19 Eylül

NAFAKA YÜKÜMLÜSÜNÜN EKONOMİK DURUMUNUN DEĞİŞMESİNDE KENDİ KUSURU OLMASI

T.C.
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
E. 2013/21148
K. 2014/6365
T. 28.4.2014

* NAFAKA YÜKÜMLÜSÜNÜN EKONOMİK DURUMUNUN DEĞİŞMESİNDE KENDİ KUSURU OLMASI ( Nafakanın Azaltılması Davası – Davacının İşten Ayrıldığı Şirkete Müzekkere Yazılarak Boşandığı Yıl Ne Kadar Maaş Aldığının ve Ne Zaman Hangi Gerekçeyle Ayrıldığının Sorulacağı/Davacının Şirketten Kendi İsteğiyle Ayrılması Halinde Kimse Kendi Kusurundan Faydalanamayacağından Davanın Reddedileceği )

* NAFAKANIN AZALTILMASI DAVASI ( Davalının Ekonomik Durumunun Değişmediği – Davacının İşten Ayrıldığı Şirkete Müzekkere Yazılarak Boşandığı Yıl Ne Kadar Maaş Aldığının ve Ne Zaman Hangi Gerekçeyle Ayrıldığının Sorulacağı/Davacının Şirketten Kendi İsteğiyle Ayrılması Halinde Kimse Kendi Kusurundan Faydalanamayacağından Davanın Reddedilmesi Gerektiği )

* İŞİNDEN İSTİFA EDEN NAFAKA YÜKÜMLÜSÜNÜN NAFAKASININ AZALTILMAMASI ( Nafakanın Azaltılması Davası/Davacının İşten Ayrıldığı – Kendi İsteğiyle Ayrılması Halinde Davanın Reddedileceği/Kimsenin Kendi Kusurundan Faydalanamayacağı )

* KİMSENİN KENDİ KUSURUNDAN FAYDALANAMAYACAĞI İLKESİ ( Nafakanın Azaltılması Davası - Davacının İşten Ayrıldığı Şirkete Müzekkere Yazılarak Boşandığı Yıl Ne Kadar Maaş Aldığının ve Ne Zaman Hangi Gerekçeyle Ayrıldığının Sorulacağı/Kendi İsteğiyle Ayrılması Halinde Davanın Reddedileceği )

4721/m. 176/4

ÖZET : Davada, yoksulluk nafakasının, nafaka yükümlüsü davacının gelirindeki azalma nedeniyle indirilmesi talep edilmiştir.

Tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerde iradın azaltılmasına karar verilebilir.

Boşanma davasından sonra davacının ekonomik ve sosyal durumunda herhangi bir değişikliğin olmadığı, davacının ise boşanma davası sırasında çalıştığı şirketten ayrıldığı, davalıdan boşandıktan 18 gün sonra yeniden evlendiği anlaşılmaktadır. Davacının boşanma davası sırasında çalıştığı şirkete müzekkere yazılarak, boşanma davasının derdest olduğu yıl davacının aylık ne kadar maaş aldığı, şirketten ne zaman, hangi gerekçeyle ayrıldığı hususlarının sorulması ve hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi, davacının şirketten kendi isteğiyle ayrıldığının tespiti halinde ise hiç kimsenin kendi kusurundan faydalanamayacağı ilkesinden hareketle davanın reddine karar verilmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasında görülen nafaka davasının yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir.

Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

KARAR : Davada; aylık 3.000,00 TL olarak ödemekte olduğu yoksulluk nafakasının, nafaka yükümlüsü davacının gelirindeki azalma nedeniyle aylık 200,00 TL’ye indirilmesi talep edilmiştir.

Davalı taraf; tarafların anlaşmalı boşandıklarını, nafaka miktarının tarafların özgür iradeleriyle belirlendiğini belirterek; davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.

Mahkemece; mevcut gelir durumuna göre davacıdan aylık 3.000,00 TL nafaka ödemesinin beklenemeyeceği, şartların değişmesi halinde nafakanın azaltılabileceği gerekçesiyle nafakanın aylık 500,00 TL’ye indirilmesi cihetine gidilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir.

Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, davacı vekilinin tüm temyiz itirazları yerinde görülmeyerek reddedilmiştir.

Davalı vekilinin temyiz itirazlarına gelince;

Dava; yoksulluk nafakasının indirilmesi istemine ilişkindir.

Türk Medeni Kanunu’nun 176/4. maddesi gereğince; tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerde iradın azaltılmasına karar verilebilir. Bu bağlamda iradın azaltılması için ya tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin bunu zorunlu kılması gerekmektedir.

Buna göre bu tür davalarda sağlıklı bir yargılama yapılabilmesi için öncelikle; tarafların boşanma davası sırasındaki mali durumlarıyla nafakanın azaltılması davasının açıldığı sıradaki mali durumların tam olarak saptanıp karşılaştırılması, ardından nafakanın indirilmesini gerekli ve haklı kılacak bir değişimin olup olmadığının duraksamaya yer vermeyecek şekilde belirlenmesi gerekir.

Somut olayda dosyadaki bilgi ve belgelerden; tarafların 2000 yılında evlenip; 2009 yılında anlaşmalı boşandıkları; çocuklarının olmadığı, boşanma protokolü ile davacının davalıya aylık 3.000,00 TL yoksulluk nafakasını ödemeyi kabul ettiği, 1968 doğumlu davalı F.in …’de akademisyen olduğu, bu işten aylık 2.000,00 TL gelir elde ettiği, tek başına yaşadığı, aylık 1.000,00 TL kira ödediği, boşanma davasından sonra ekonomik ve sosyal durumunda herhangi bir değişikliğin olmadığı, davacı M.’nin ise … Üniversitesi’nde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak çalıştığı, aylık kazancının 1.312,50 TL olduğu, boşanma davası sırasında çalıştığı şirketten ayrıldığı, davalıdan boşandıktan 18 gün sonra yeniden evlendiği anlaşılmaktadır.

Hal böyle olunca mahkemece öncelikle; davacının boşanma davası sırasında çalıştığı şirkete müzekkere yazılarak, boşanma davasının derdest olduğu 2009 yılında davacının aylık ne kadar maaş aldığı, şirketten ne zaman, hangi gerekçeyle ayrıldığı hususlarının sorulması ve hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi, davacının şirketten kendi isteğiyle ayrıldığının tespiti halinde ise hiç kimsenin kendi kusurundan faydalanamayacağı ilkesinden hareketle davanın reddine karar verilmesi gerekirken, eksik incelemeyle yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu husus bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ : Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 28.04.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

10 Eylül

Bilinçli taksirle ilgili yargıtay kararları

YARGITAY 12. Ceza Dairesi
Esas No: 2012/7892
Karar No: 2013/2056

Taksirle öldürme suçundan sanığın mahkumiyetine ilişkin hüküm, sanık müdafii tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü:

Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre sanık müdafiin sanığın kusrlu olmadığına ilişkin temyiz itirazlarının reddine,ancak

İstisnai bir kusurluluk şekli olan taksir, 5237 sayılı TCK’nın 22/2. maddesinde “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” şeklinde tanımlanmıştır. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemler alması ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama zorunluluğundan doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir, fail tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkân ve ödevinin varlığına rağmen sonuca iradi bir hareketle neden olmaktan kaynaklanmaktadır.

Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 25.03.2008 tarih ve 43-62; 01.02.2005 tarih ve 213-3; 23.03.2004 tarih ve 12-68; 09.10.2001 tarih ve 181-204; 21.10.1997 tarih ve 99-202 sayılı kararları başta olmak üzere, birçok kararında da vurgulandığı üzere, öğretide ve uygulamada taksirin unsurları;

a- Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,
b- Hareketin iradiliği,
c- Neticenin iradi olmaması,
d- Hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması,
e- Neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması, şeklinde kabul edilmektedir.

Bilinçli taksir ise 5237 sayılı TCK’nın 22/3. maddesinde, “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” olarak tanımlanmıştır. Taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayırıcı ölçüt taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörmemesi, bilinçli taksir halinde ise bu neticeyi öngörmüş olmasıdır.
Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç, fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Gerçekten neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin tehlike hali, bunu öngörmemiş olan kimsenin tehlike hali ile bir tutulamaz; neticeyi öngören kimse, ne olursa olsun, bu neticeyi meydana getirecek harekette bulunmamakla yükümlüdür.

Tüm açıklamalar çerçevesinde;

Sanığın idaresindeki hayvan gübresi yüklü kamyonla gece vakti yağışlı havada, ıslak zeminde çift yönlü, yokuş aşağı eğimli, sola doğru sert virajlı yolda seyrederken hızını yol şartlarına ayarlamamaktan dolayı şerit ihlali yaparak karşı şeride taşması ile karşıdan gelen katılanların içinde bulunduğu araca çarpması şeklinde gelişen bir kişinin öldüğü üç kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan olayda bilinçli taksirin şartlarının bulunmadığı gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurulması,

Kanuna aykırı olup, sanık müdafinin temyiz itirazı bu nedenle yerinde görüldüğünden, 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 saYARGITAY
CEZA GENEL KURULU
Esas Numarası: 2013/12-692
Karar Numarası: 2013/587
Karar Tarihi: 03.12.2013

* SANIĞIN TAKSİRLE BİR KİŞİNİN ÖLÜMÜNE NEDEN OLMA SUÇUNDAN CEZALANDIRILMASINA KARAR VERİLEN OLAYDA, ÖZEL DAİRE İLE YEREL MAHKEME ARASINDA OLUŞAN VE CEZA GENEL KURULUNCA ÇÖZÜMLENMESİ GEREKEN UYUŞMAZLIK SANIĞIN EYLEMİNİ TAKSİRLE Mİ YOKSA BİLİNÇLİ TAKSİR İLE Mİ GERÇEKLEŞTİRDİĞİNİN BELİRLENMESİNE İLİŞKİN OLDUĞU
* BİLİNÇLİ TAKSİR BASİT TAKSİR AYRIMI

5237k/85, 22

ÖZETİ: Sürücü belgesi bulunmayan sanığın olay günü 20.30 sularında lamba ile aydınlatılmış yolda, kendisi ile aynı yönde kaldırım kenarında ve kaplama içerisinde yürüyen ölene, arkasından çarpması şeklinde meydana gelen olayda, bilinçli taksirin uygulanma şartlarının oluşmadığı gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurularak fazla ceza tayini” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Yerel mahkemece sanığın ehliyetinin bulunmaması, eylemin bilinçli taksirle gerçekleştirildiğine gerekçe gösterilmiş ise de, sürücü belgesi olmaksızın araç kullanmak, tek başına eylemin bilinçli taksirle gerçekleştirildiğini göstermemekte olup, nitekim taksirle öldürme ve yaralama suçlarından verilen hükümlerin temyiz incelemesini yapan Özel Dairece de sürücü belgesiz araç kullanmak tek başına bilinçli taksir hali olarak kabul edilmemiştir. Bu itibarla, isabetsiz olan yerel mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.
Taksirle ölüme sebebiyet verme suçundan sanık (H.Y.)’ın 5237 sayılı TCK’nun 85/1 ve 22/3. maddeleri uyarınca 2 yıl 8 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin, (A.) 10. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 23.06.2010 gün ve 613-716 sayılı hükmün sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 04.06.2012 gün ve 21409 – 13906 sayı ile;
“Sürücü belgesi bulunmayan sanığın olay günü 20.30 sularında lamba ile aydınlatılmış yolda, kendisi ile aynı yönde kaldırım kenarında ve kaplama içerisinde yürüyen ölene, arkasından çarpması şeklinde meydana gelen olayda, bilinçli taksirin uygulanma şartlarının oluşmadığı gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurularak fazla ceza tayini” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Yerel mahkeme ise 03.10.2012 gün ve 593 – 644 sayı ile;
“… Ehliyetsiz bir kişinin her tarafı görebildiği, lamba ile aydınlatılmış bir yolda kaldırım kenarında yürüyen kişiye çarparak ölümüne sebebiyet verdiği kabul edildiğine göre TCK’nun 22/3. maddenin uygulanmama gerekçesinin ne olduğu mahkememizce anlaşılamamıştır.
TCK’nun 22/3. madde de bilinçli taksir eylemi düzenlendiğinde “şu hallerde bilinçli taksir olur” şeklinde bir bilgi olmadığına göre bu hususun takdiri yargılama yapan mahkemeye bırakılmıştır.
Araç kullanan bir kişinin o aracı kullanma ehliyetinin bulunması yasal bir koşuldur. 2918 sayılı Kanunda ehliyetsiz araç kullanmanın kabahat nevi cezaya bağlanması hiçbir şekilde verilecek cezaya bilinçli taksirin uygulanmasına engel teşkil edemez. Bu husus kabul edildiğinde Türkiye genelinde tüm ehliyetsiz araç kullanan kişilerin neden olabilecekleri ya da neden oldukları taksirli ölüm olaylarında bilinçli taksir uygulanamaz sonucu çıkar ki; bu husus hukuk prensiplerine ve hayatın olağan akışına aykırıdır. Aşağıda kapsamlı gerekçesi gösterilecek olsa da araç kullanma ehliyeti bulunmayan bir kişinin kaldırım kenarında yürüyen 19 yaşında bir kişiye tamamen aydınlatılmış yolda vurması ve ölümüne neden olması başlı başına o aracı kullanma ehliyetinin bulunmadığının delili kabul edilmiş ve bu nedenle bozma kararına uyulmamıştır…
Her şeyden önce 01/06/2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK ile kusur oranlama işlemi yürürlükten kaldırılmıştır. Kusur oranı ne olursa olsun kanunda belirtilen cezanın alt sınırda olsa verilmesi hüküm altına alınmıştır. Ceza yargılaması yapan hiç bir mahkeme hiç bir bilirkişi raporuyla bağlı olmadığı gibi hangi raporun hukuka uygun olduğunu kabul etme özgürlüğü ve iradesine sahiptir. Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Anglosakson ülkelerinde sadece ehliyetsiz araç kullanmak suretiyle ölüme sebebiyet veren kişiler adam öldürmeye teşebbüs suçundan yargılanmaktadırlar. Ülkemizde bunu sağlayacak bir yasa hükmü olmadığından sürücü belgesiz bir insanın araç kullanması ancak hakimin vereceği dengeli kararla ceza adaletine yardımcı olacaktır. Sanığın bizzat sürücü belgesiz araç kullanması asli kusurlu olsun, tali kusurlu olsun olayda her şeyden önce kusurlu olması için geçerli bir nedendir. Kusurun asli, tali, birinci derecede, ikinci derecede olması sadece Asliye Hukuk Mahkemelerindeki tazminat davalarının konusunu oluşturan bir olgudur. Sanık sonuç olarak sürücü belgesiz, ehliyetsiz bu yeteneklere haiz olduğu yasaca saptanmadan araç kullanarak 19 yaşındaki bir gencin ölümüne neden olduğuna göre üçüncü bilirkişi, olmadı dördüncü bilirkişi gibi yollara gidilip katılanların acısını daha da artırmak yargılama görevi yapan hakim tarafından uygun görülmemiş ve savunma bu gerekçelerle kabul edilmemiştir” gerekçesiyle direnerek, sanığın ilk hükümdeki gibi cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Bu hükmün de sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 02.10.2013 gün ve 289634 sayılı “bozma” istekli tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Sanığın taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçundan cezalandırılmasına karar verilen olayda, Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eylemini taksirle mi, yoksa bilinçli taksir ile mi gerçekleştirdiğinin belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamından;
21.03.2009 günü saat 20.30 sıralarında sürücü belgesi bulunmayan sanığın sevk ve idaresindeki araç ile yanında arkadaşı tanık (G.) olduğu halde seyir halinde iken, olay yeri olan (A.*) ilçesi (F.Ç.) Mahallesi (…) Caddeye geldiğinde, havanın açık ve yağışsız, zeminin asfalt ve kuru, seyir yönünde hafif eğimli, yatayda virajlı ve 8 metre genişliğindeki iki yönlü, lamba ile aydınlatılmış yolda, taşıt yolu içerisinde kaldırıma yakın yerde yürüyen ölen (E.)’e aracın sağ ön kısmı ile arkadan çarptığı, çarpma neticesi kaldırıma fırlayan (E.)’in olay yerinde öldüğü, çarpmadan sonra kaçan ve ertesi gün izinli olarak geldiği askeri birliğe geri dönen sanığın ilk aşamada yakalanamaması nedeniyle alkol muayenesinin yapılamadığı, olay yerinde herhangi bir fren izine rastlanmadığı,
Soruşturma aşamasında trafik polisi bilirkişinin düzenlediği raporda; “yayanın yaya kaldırımını kullanmadığı ve taşıtları göremeyecek şekilde yürüdüğü için Karayolları Trafik Yönetmeliğinin 138/a ve b maddesini ihlal ettiğinden birinci derecede kusurlu olduğu, sürücünün ise hızını yol ve trafik durumuna göre ayarlamadığından 2918 sayılı Kanunun 52. maddesini ihlal etmesi nedeniyle ikinci derecede kusurlu olduğu” açıklamasına yer verildiği,
Mahkemece yapılan keşif sonrası düzenlenen bilirkişi raporunda da ilk rapordaki benzer değerlendirmeler yapılarak, ölenin birinci derecede, sanığın ise ikinci derecede kusurlu olduğunun bildirildiği,
Katılanlar vekilinin talebi üzerine dosyanın gönderildiği (A.) Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesince düzenlenen raporda ise; “…Sürücünün aydınlatması olan yolda seyrederken, yola gereken dikkatini vermediği, hızını görüşüne ve mahal şartlarına göre ayarlamadığı, dalgın ve dikkatsiz biçimde seyrini sürdürüp önünde yolun sağ kenarında kaldırıma yakın yerde aynı yönde yürümekte olan yayaya tehlikeli biçimde yaklaşıp arkadan önlemsiz-ce çarptığı olayda asli kusurlu olduğu, yayanın ise gece vakti yolun kenarındaki 3 metre genişliğinde olan yaya kaldırımını kullanabileceği halde bu yeri kullanmayıp kaldırımın kenarına yakın vaziyette, taşıt yolu içerisinde ve araçlara sırtı dönük şekilde yol boyunca yürümekle kendi can güvenliğini ve trafik güvenliğini tehlikeye düşürdüğü, dikkatsizliği tedbirsizliği kurallara aykırı hareketiyle sebebiyet verdiği ve söz konusu otomobilin çarpmasına maruz kalarak kendi ölümüyle sonuçlanan olayda tali kusurlu olduğu…” bilgisinin yer aldığı,
Tanıklar (F.) ve (C.)’in aşamalardaki beyanlarında; olay yerinin karşısında bulunan kaldırımda yürüdükleri esnada ölenin yolun karşısında cadde üzerinde kaldırımın kenarında yürürken arkasından hızlı bir şekilde gelen aracın fren yapmadan ölene çarparak olay yerinden hızlı bir şekilde kaçtığını, yolda aydınlatma lambası olup, yolun boş olduğunu belirttikleri,
Tanık (G.)’nin beyanında; olay sırasında kendisinin de araçta olduğunu, teyple uğraşırken bir anda çarpma sesi duyduğunu, herhangi bir kimseye çarptıklarını fark etmediğini, aracın ortalama 50 km hızla gittiğini ifade ettiği,
Sanığın aşamalardaki savunmalarında özetle; askeri birliğinden 5 günlük izin alarak geldiğini, arkadaşı ile ba-basına ait otomobili izinsiz alarak gezmeye çıktıklarını, kazanın tam olarak nasıl olduğunu anlamadığını, yolun karanlık ve hafif virajlı olduğu için şahsı göremediğini, ehliyetinin olmadığı için panikleyerek kaçtığını, olay anında 50-60 km hızla gittiğini savunduğu,
Anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlığın sağlıklı bir hukuki çözüme kavuşturulabilmesi bakımından, taksir ve bilinçli taksir kavramları üzerinde durulması gerekmektedir.
Kural olarak suç; ancak kastla, kanunda açıkça gösterilen hallerde ise taksirle de işlenebilir, istisnai bir kusurluluk şekli olan taksirde, failin cezalandırılabilmesi için mutlaka kanunda açık bir düzenleme bulunması gerekmektedir.
5237 sayılı TCK’nun 22/2. maddesinde taksir; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın, suçun yasal tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir” şeklinde tanımlanmıştır.
Öğretide de benimsendiği üzere, Ceza Genel Kurulunun birçok kararında taksirin unsurları;
1- Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,
2- Hareketin iradi olması,
3- Sonucun istenmemesi,
4- Hareket ile sonuç arasında nedensellik bağının bulunması,
5- Sonucun öngörülebilir olmasına rağmen öngörülememiş olması, şeklinde kabul edilmektedir.
Taksirli suçlarda da, gerek icrai hareketin gerekse ihmali hareketin iradi olması ve meydana gelen neticenin öngörülebilir olması gerekmektedir. İradi bir davranış bulunmadığı takdirde taksirden bahsedilemeyeceği gibi, öngörülemeyecek bir sonucun gerçekleşmesi halinde de failin taksirli suçtan sorumluluğuna gidilemeyecektir.
Sonucun gerçekleşmesinde, mağdurun taksirli davranışının da etkisinin bulunması halinde, diğer taksirli davranış nedensellik bağını kesmediği sürece bu durum failin taksirli sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gibi, taksirin niteliğini de değiştirmez. 5237 sayılı TCK’nda kusurun derecelendirilmesi suretiyle herhangi bir ceza indirimi söz konusu olmadığından, bu hal ancak temel cezanın tayininde dikkate alınabilir.
5237 sayılı TCK’nda taksir; basit taksir ve bilinçli taksir şeklinde ayrıma tabi tutulmuş, kanunun 22/3. fıkrasında bilinçli taksir; “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” şeklinde tanımlanmış, bu halde taksirli suça ilişkin cezanın üçte birden yarıya kadar arttırılacağı öngörülmüştür.
Basit taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayırıcı ölçüt; taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngöre-memesi, bilinçli taksir halinde ise bu neticeyi öngörmüş olmasıdır.
Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç, fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Gerçekten neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin hali, bunu öngörmemiş olan kimsenin hali ile bir tutulamaz. Neticeyi öngören kimse, ne olursa olsun, bu sonucu meydana getirecek harekette bulunmamakla yükümlüdür.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Sanığın hafif eğimli ve virajlı yolda, yol şartlarına göre hızını ayarlamayarak yol kenarında yürümekte olan (E.)’e arkadan çarparak ölümüne neden olması şeklinde gelişen olayda, alkollü olduğu ya da aşırı süratli ve tehlikeli şekilde araç kullandığına dair delil bulunmadığı gibi, araç kullanmayı bilmediği de ileri sürülmeyen sanığın, meydana gelen neticeyi öngörmesi gerektiği halde gerekli dikkat ve özeni göstermeyerek öngöremediği, dolayısıyla bilinçli taksir halinin bulunmadığının kabulü gerekmektedir.
Yerel mahkemece sanığın ehliyetinin bulunmaması, eylemin bilinçli taksirle gerçekleştirildiğine gerekçe gösterilmiş ise de, sürücü belgesi olmaksızın araç kullanmak, tek başına eylemin bilinçli taksirle gerçekleştirildiğini göstermemekte olup, nitekim taksirle öldürme ve yaralama suçlarından verilen hükümlerin temyiz incelemesini yapan Özel Dairece de sürücü belgesiz araç kullanmak tek başına bilinçli taksir hali olarak kabul edilmemiştir. (12 CD.nin 12.09.2013 gün 1592-19861 ve 08.10.2013 gün 2681-22998 sayılı kararları).
Bu itibarla, isabetsiz olan yerel mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.
Açıklanan nedenlerle,
1- (A.) 10. Asliye Ceza Mahkemesinin 03.10.2012 gün ve 593 – 644 sayılı direnme hükmünün sanığın eylemini taksirle gerçekleştirdiği gözetilmeksizin, bilinçli taksirle gerçekleştirdiğinin kabulü ile karar verilmesi isabetsizliğinden bozulmasına,
2- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay C. Başsavcılığına tevdiine, 03.12.2013 günü yapılan müzakerede oybirliği ile karar verildi.

CMUK’un 321. maddesi gereğince isteme aykırı olarak hükmün BOZULMASINA, 23.01.2013 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

 

T.C. YARGITAY

Ceza Genel Kurulu

Esas No          :2008/9-43

Karar No         :2008/62

Tarih               :25.03.2008

TAKSİRLE ÖLDÜRME TAKSİR BİLİNÇLİ TAKSİR

Özet

1- Taksir ile bilinçli taksir arasındaki yegane fark; taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörmemesi, bilinçli taksir halinde ise, bu neticeyi öngörmüş olmasıdır.

Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin tehlike hali, bunu öngörmemiş olan kimsenin tehlike hali ile bir tutulamaz; neticeyi öngören kimse, ne olursa olsun, bu neticeyi meydana getirecek harekette bulunmamakla özellikle görevlidir.

2- Süresiz olarak toplu taşıma araçlarında çalışmama cezası bulunan sanığın kullanmakta olduğu halk otobüsü ile olayın olduğu kavşağa yaklaşırken hızını azaltması ve dikkatli olmak suretiyle geçiş hakkı olan araçların geçmesine imkan vermesi gerekirken, süratli bir şekilde kavşağa yaklaşması, dur işareti anlamına gelen ve ancak gidilecek yolun açık olduğunu gördükten sonra hareket edilmesi gerektiğini belirten fasılalı kırmızı ışığın kendisine yanıyor olmasına karşın durmak bir yana, hızını dahi azaltmadan kavşağa girmesi, kavşağın ortasındaki ikinci fasılalı kırmızı ışığı da geçtikten sonra kendisine fasılalı sarı ışık yanması nedeniyle kavşağa giren ölenin kullandığı araca fren yapma fırsatı bile bulamadan yandan çarpması hususları bir bütün olarak gözönüne alındığında, sanığın meydana gelen neticeyi 5237 sayılı TCY’nin 22/3. maddesi kapsamında öngördüğünün, ancak istemediğinin, dolayısıyla da olayda bilinçli taksir halinin bulunduğunun kabulü gerekir.

5237 s. Yasa m. 22,85

Sanık Doğukan’ın 5237 sayılı TCY’nin 85/2, 22/3 ve 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 10 ay 20 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, TCY’nin 53/6. maddesine göre cezasının infazından sonra ehliyetinin 1 yıl süre ile geri alınmasına ilişkin (Sincan İkinci Ağır Ceza Mahkemesi)’nce verilen 12.02.2007 gün ve 59-24 sayılı hükmün sanık müdafii tarafından temyizi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay Dokuzuncu Ceza Dairesi’nce 03.07.2007 gün ve 6006-5856 sayı ile;

“Oluşa ve tüm dosya kapsamına göre olayda bilinçli taksirin koşullarının oluşmadığı gözetilmeden sanık hakkında tayin olunan cezanın 5237 sayılı TCK’nın 22/3. maddesi uyannca arbnma tabi tutulması…” isabetsizliğinden bozulmuştur.

Yerel mahkeme ise, 17.09.2007 gün ve 178-145 sayı ile;

“…Olay günü sabah erken saatlerde, görüş mesafesi ve hava açıkken, herhangi bir yağış yokken, sevk ve idaresindeki otobüs ile kavşağa geldiğinde, kendi yönünden gelen araçlara “dur işareti levhası” anlamını taş/yan kırmızı fasılalı ışık yandığı halde, durup yolun geçişe uygun, açık olduğunu gördükten sonra yeniden hareket etmesi gerekirken, bunu yapmayıp, hızını dahi azaltmayarak bu şekilde kavşağa girmiş, fasılalı kırmızı ışığın yandığı iki trafik levhasını geçmiştir. Bu sırada aynı kavşağa açılan sağ taraftaki yoldan kavşağa giriş yapmak üzere olan maktul Mehmetln geliş yönündeki araçlara, kavşağa girerken yavaşlayarak dikkatlice geçilmesi anlamını taşıyan sarı fasılalı ışık yanmaktadır. Geçiş önceliği adı geçen maktulde iken ve sanığın maktulün kullandığı araca durup bekleyerek yol vermesi gerekirken, maktulün kullandığı araca çarparak kazaya neden olabileceğini öngörmesine rağmen, kullandığı araçla hızlı ve kontrolsüz bir şekilde “geçerim” düşüncesi ile kavşağa giriş yapmış, bu şekilde geçiş önceliğine sahip diğer aracı altına alarak metrelerce sürükleyip iki kişinin ölümüne neden olmuştur. Karayolları Trafik Kanunu’nun 47/b maddesinde, karayollarından faydalananların trafik ışıklarına uymak zorunda olduktan hükme bağlanmış, 19.10.1985 tarihli Trafik Işıkları Hakkındaki Yönetmeliğin 9. maddesinde ise trafik ışıklarının, trafiğin güvenli akışını sağlamak, araçların ve yayalann yolu sıra ile kullanmalannı düzenlemek amacıyla tesis edilen ışıkların işlevleri ayrıntılı olarak belirtilmiştir. Ehliyet/I sürücü olan ve trafik kurallarını bilen sanığın meydana gelen neticeyi istemediği, ancak öngördüğü, fakat buna rağmen neticen/n meydana gelmeyeceğine olan güven ile yükümlülüklerine aykın davrandığı, dolayısıyla bilinçli taksirle hareket ettiği açıktır…” gerekçesiyle önceki hükümde direnmiştir.

Bu hükmün de sanık müdafii ve o yer C.Savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine, dosya Yargıtay C.Başsavcılığı’nın “onama” istekli 28.01.2008 günlü tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığı’na gönderilmekle Ceza Genel Kurulu’nca okundu, gereği konuşulup düşünüldü.

5320 sayılı Yasa’nın 8. maddesi uyarınca yürürlükte olan 1412 sayılı CYUY’nin 318. maddesinde, Ceza Genel Kurulu’nda incelemenin duruşmalı yapılabileceğine ilişkin bir hüküm yer almadığından, sanık müdafiinin temyiz incelemesinin duruşmalı olarak yapılmasına ilişkin isteminin reddine karar verildikten sonra dosya üzerinden yapılan incelemede:

Sanığın taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olma suçundan 5237 sayılı TCY’nin 85/2, 22/3 ve 62. maddeleri uyarınca cezalandırılmasına karar, verilen somut olayda, Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulu’nca çözümü gereken uyuşmazlık, bilinçli taksir halinin bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.

Olayın oluş şekline ilişkin bir uyuşmazlık ve bu kabulde dosya içeriği itibariyle de herhangi bir isabetsizlik bulunmamaktadır.

İnceleme konusu olayda;

Sanığın 19.09.2006 günü saat 06.00 sıralarında kullandığı halk otobüsü ile olayın meydana geldiği kendisine fasılalı kırmızı ışığın yanmakta olduğu kavşağa girdiği sırada, kendi yönüne fasılalı sarı ışık yanan ölen Mehmet’in kullandığı araca kavşak içerisinde çarparak bu aracın 33 metre sürüklenmesine ve araçta bulunan sürücü Mehmet ile yolcu Ufuk’un ölümüne sebebiyet verdiği, sanığın kullanmış olduğu halk otobüsünün çarpmanın etkisiyle duramayarak önce orta kaldırımı (refüj) aşıp karşı şeride geçtiği, sonrasında tekrar kendi şeridine dönerek çarpma noktasına 150 metre mesafede durabildiği, Ego Genel Müdürlüğü’nün 03.03.2006 günlü yazısından süresiz olarak toplu taşıma araçlarında çalışmama cezası almış bulunan sanığın kazadan sonra halk otobüsünü olay yerinde bırakarak kaçtığı, bir süre sonra kullandığı başka bir araç ile kaza yerine hızla gelip duramayarak olay yeri güvenliği için polis tarafından konulan plastik dubalara çarptığı ve bu nedenle görevli polislerle bir süre tartıştığı, bir süre sonra tekrar olay yerine yaklaştığı sırada kendisinin ölümlü trafik kazasının şüphelisi olduğunu yapılan telsiz anonsu ile anlayan polislerce durması yönünde kendisine yapılan ihtarlara karşın durmayarak aracıyla kaçtığı, takip edildiyse de süratli olması nedeniyle yakalanamadığı ve ancak saat 14.00 sıralarında kendiliğinden gelerek teslim olduğu, Adli Tıp Kurumu’ndan alınan 02.12.2006 tarihli üç kişilik bilirkişi heyeti raporunda; sanığın meydana gelen olayda dikkatsiz, tedbirsiz ve kurallara aykırı hareketleri ile tamamen kusurlu olduğu, diğer sürücü ölen Mehmet’in ise herhangi bir hatalı davranışının ve mevcut koşullarda alabileceği bir önlemin bulunmadığından kusursuz olduğunun tespit edildiği anlaşılmaktadır.

Uyuşmazlığın sağlıklı bir hukuki çözüme kavuşturulabilmesi bakımından taksir ve bilinçli taksir kavramlarının incelenerek karşılaştırılması gerekir.

5237 sayılı TCY’nin 22/2. maddesinde ^dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” şeklinde tanımlanan taksir, görüldüğü gibi istisnai bir kusurluluk şeklidir. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için birtakım önlemler alması ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama zorunluluğundan doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir, fail tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkan ve ödevinin varlığına rağmen, sonuca iradi bir hareketle neden olmaktan kaynaklanmaktadır.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 01.02.2005 gün ve 213-3; 23.03.2004 gün ve 12-68; 09.10.2001 gün ve 181-204; 21.10.1997 gün ve 99-202 sayılı kararları başta olmak üzere, birçok kararında da vurgulandığı üzere, öğretide ve uygulamada taksirin unsurları;

1- Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,

2- Hareketin iradiliği,

3- Neticenin iradi olmaması,

4-Hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması,

5- Neticenin öngörülebilir olması, şeklinde kabul edilmektedir.

Bilinçli taksir ise, 5237 sayılı TCY’nin 22/3. maddesinde, “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” olarak tanımlanmıştır. Görüldüğü gibi taksir ile bilinçli taksir arasındaki yegane fark; taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörmemesi, bilinçli taksir halinde ise bu neticeyi öngörmüş olmasıdır.

Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Gerçekten neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin tehlike hali, bunu öngörmemiş olan kimsenin tehlike hali ile bir tutulamaz; neticeyi öngören kimse, ne olursa olsun, bu neticeyi meydana getirecek harekette bulunmamakla özellikle görevlidir.

Öte yandan, 2918 sayılı Karayolları Trafik Yasası’nın 47/B maddesinde sürücülerin trafik ışıklarına uymak zorunda olduğu, 52/A maddesinde kavşaklara yaklaşırken hızlarını azaltmalarının gerektiği, 57/A maddesinde ise kavşaktaki koşullara uyacak şekilde yavaşlamak, dikkatli olmak ve geçiş hakkı olan araçların geçmesine imkan vermek zorunda oldukları hükme bağlanmakta, Karayolları Trafik Yönetmeliği’nin 95/B, 101/A ve 109/A maddelerinde de bunlara paralel düzenlemeler yer almaktadır. 19.06.1985 gün ve 18789 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Trafik İşaretleri Hakkında Yönetmeliğin 9. maddesinde fasılalı olarak vanıp sönen sarı ışık, “ikaz anlamında olup, bu yerin yavaş ve dikkatli geçilmesini bildirir, (yolver işaret levhası gibi)” şeklinde, fasılalı olarak yanıp sönen kırmızı ışık ise, “dur işareti levhası anlamında olup, gidilecek yolun açık olduğu görüldükten sonra yeniden hareket edilmesini bildirir” biçiminde tanımlanmıştır.

Bu açıklamalar ışığında somut olayı incelediğimizde;

Ego Genel Müdürlüğü tarafından verilen süresiz olarak toplu taşıma araçlarında çalışmama cezası bulunan sanığın kullanmakta olduğu halk otobüsü ile olayın olduğu kavşağa yaklaşırken 2918 sayılı Karayolları Trafik Yasası’nın 52/A ve 57/A maddeleri uyarınca hızını azaltması ve dikkatli olmak suretiyle geçiş hakkı olan araçların geçmesine imkan vermesi gerekirken, süratli bir şekilde kavşağa yaklaşması, Trafik İşaretleri Hakkında Yönetmeliğin 9. maddesine göre dur işareti anlamına gelen ve ancak gidilecek yolun açık olduğunu gördükten sonra hareket edilmesi gerektiğini belirten fasılalı kırmızı ışığın kendisine yanıyor olmasına karşın, anılan Yasa’nın 47/B maddesine aykırı olarak durmak bir yana, hızını dahi azaltmadan kavşağa girmesi, kavşağın ortasındaki ikinci fasılalı kırmızı ışığı da geçtikten sonra kendisine fasılalı sarı ışık yanması nedeniyle kavşağa giren ölen Mehmet’in kullandığı araca fren yapma fırsatı bile bulamadan yandan çarpması hususları bir bütün olarak gözönüne alındığında, sanığın meydana gelen neticeyi 5237 sayılı TCY’nin 22/3. maddesi kapsamında öngördüğünün, ancak istemediğinin, dolayısıyla da olayda bilinçli taksir halinin bulunduğunun kabulü gerekir. Bu nedenle, yerel mahkemenin direnme kararı isabetli olduğundan, onanmasına karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan bir kısım Kurul Üyesi; “olayda bilinçli taksirin koşullarının bulunmadığı” görüşüyle karşı oy kullanmışlardır.

Sonuç: Açıklanan nedenlerle,

1-         Yerel mahkeme direnme hükmünün (ONANMASINA),

2-         Dosyanın mahalline gönderilmek üzere Yargıtay C. Başsavcılığına

TEVDİİNE, 25.03.2008 günü yapılan müzakerede oyçokluğu ile tebliğnamedeki düşünceye uygun olarak karar verildi.

9 Eylül

Araç değer kaybı

T.C
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
E. 2004/15090
K. 2005/11955
T. 10.11.2005

TRAFİK KAZASI (Araç Hasarı Nedeniyle Maddi ve Manevi Tazminat – Davalıların Kusuru ve Yola Aniden Çıkan Başıboş Hayvanın Olaya Etkisinin Karşılığı Olarak Hesaplanan Maddi Tazminatın Davalılardan Tahsiline Karar Verilmesi Gerektiği)
ARAÇ HASARI NEDENİYLE MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT (Davalıların Kusuru ve Yola Aniden Çıkan Başıboş Hayvanın Olaya Etkisinin Karşılığı Olarak Hesaplanan Maddi Tazminatın Davalılardan Tahsiline Karar Verilmesi Gerektiği)
YOLA ANİDEN ÇIKAN BAŞIBOŞ HAYVANIN OLAYA ETKİSİ (Zararın Tamamının Karşı Aracın İşleteni ve Sürücüsünün Davalılardan Alınmasına Engel Olmadığı)
ZARARIN TAMAMININ TAHSİLİ (Trafik Kazasından Doğan Araç Hasarı Nedeniyle Maddi ve Manevi Tazminat – Zararın Tamamının Karşı Aracın İşleteni ve Sürücüsünün Davalılardan Alınmasına Engel Olmadığı)

818/m.41

ÖZET: Dava, trafik kazasından kaynaklanan araç hasarı nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Davacı dava dilekçesinde zararının tamamını davalılardan istediğine göre yola aniden çıkan başıboş hayvanın olaya etkisi zararın tamamının -davacı sürücüsünün kusuru dışında kalan kısım için- karşı aracın işleteni ve sürücüsü davalılardan alınmasına engel değildir. Şu durumda davalıların kusuru ve yola aniden çıkan başıboş hayvanın olaya etkisinin karşılığı olarak hesaplanan maddi tazminatın ( 7/8 )’inin davalılardan tahsiline karar verilmelidir.

DAVA: Davacı Bahar Koçer vekili Avukat Sedat Marmaralı tarafından, davalılar SSK Genel Müdürlüğü ve Abdurrahman Ergün aleyhine 24.2.1999 gününde verilen dilekçe ile trafik kazasından kaynaklanan araç hasarı nedeniyle maddi ve manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; maddi tazminatın kısmen kabulüne, manevi tazminatın reddine dair verilen 2.12.2002 günlü kararın Yargıtayca incelenmesi davacı vekili ve davalılardan SSK vekili taraflarından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçelerinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü:

KARAR:
1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı ka­nıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özel­likle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsiz­lik görülmemesine göre tarafların aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları reddedilmelidir.
2-Davacının temyizi yönünden;
Dava, trafik kazasından kaynaklanan araç hasarı nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece maddi tazminat kısmen kabul edilmiş, manevi tazminat reddedilmiştir. Kararı davacı ile davalılardan çarpan aracın işleteni SSK Genel Müdürlüğü temyiz etmişlerdir.
Davacı dava dilekçesinde davalının kusurlu olduğunu belirterek zararın tamamının davacının aracına çarpan ambulansın işleteni ve sürücüsü olan davalılardan tahsilini istemiştir. Ancak davacı dava dilekçesinde davalının tam kusurlu olduğunu iddia etmiştir. Dosyada alınan bilirkişi raporlarına göre olayda davacı aracını kullanan dava dışı sürücü 1/8, davalı sürücü 2/8 ve yola aniden çıkan başıboş hayvana 5/8 kusur verilmiştir. Mahkemece davalıların ( 2/8 ) kusuruna göre tazminata hükmedilmiştir. Ne var ki, davacı dava dilekçesinde zararının tamamını davalılardan istediğine göre yola aniden çıkan başıboş hayvanın olaya etkisi zararın tamamının -davacı sürücüsünün kusuru dışında kalan kısım için- karşı aracın işleteni ve sürücüsü davalılardan alınmasına engel değildir. Şu durumda davalıların kusuru ve yola aniden çıkan başıboş hayvanın olaya etkisinin karşılığı olarak hesaplanan maddi tazminatın ( 7/8 )’inin davalılardan tahsiline karar verilmelidir.
Anılan yön gözetilmeden davalıların yalnızca (2/8) oranında sorumlu tutulmaları usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.
3-Davalı SSK Genel Müdürlüğünün temyizi yönünden; dosyadaki delillere göre davalı aracı -ambulans- Şeker Sigorta tarafından sigortalanmıştır ve davalı aracı sigortasınca davacıya 500.000.000 TL ödemede bulunmuştur. Mahkemece hükme dayanak yapılan bilirkişi raporunda tazminat hesabında sigorta ödemesi dikkate alınmamıştır. Şu durumda tazminat hesabında davalı aracının sigortasından yapılan ödemenin dikkate alınarak hesaplanacak miktardan indirilmesi gerekir.
Anılan yön gözetilmeden verilen karar usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın (2) nolu bentte gösterilen nedenle davacı yararına, (3) nolu bentte gösterilen nedenle davalı yararına BOZULMASINA, tarafların öteki temyiz itirazlarının ilk bentteki nedenlerle reddine ve temyiz eden davacıdan peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine, 10.11.2005 gününde oy birliğiyle karar verildi.

T.C
YARGITAY
13. HUKUK DAİRESİ
E. 2009/16031
K. 2010/2534
T. 2.3.2010

ARACIN KAZA SONUCU DEĞER KAYBI YARATMASI (Konusunda Uzman Bir Bilirkişi Aracılığıyla İnceleme Yaptırılarak ya da Önceki Bilirkişilerden Ek Rapor Alınarak Hasarın Araçta Değer Kaybı Yaratması Halinde Belirlenecek Bu Miktarın İade Edilecek Bedelden İndirilmesi Gerektiği)
DEĞER KAYBI (Aracın Kaza Sonucu Değer Kaybı Yaratması – Konusunda Uzman Bir Bilirkişi Aracılığıyla İnceleme Yaptırılarak ya da Önceki Bilirkişilerden Ek Rapor Alınarak Hasarın Araçta Değer Kaybı Yaratması Halinde Belirlenecek Bu Miktarın İade Edilecek Bedelden İndirilmesi Gerektiği)
BİLİRKİŞİ İNCELEMESİ (Aracın Kaza Sonucu Hasara Uğraması – Konusunda Uzman Bir Bilirkişi Aracılığıyla İnceleme Yaptırılarak ya da Önceki Bilirkişilerden Ek Rapor Alınarak Hasarın Araçta Değer Kaybı Yaratması Halinde Belirlenecek Bu Miktarın İade Edilecek Bedelden İndirilmesi Gerektiği)

1086/m.275

ÖZET: Dava konusu aracın davacı elinde iken kaza sonucu hasara uğrayıp tamir gördüğü dosyada mevcut servis kayıtlarından anlaşılmaktadır. Mahkemece, kaza sonucu aracın değer kaybına uğrayıp uğramadığı yönünden inceleme yapılmamıştır. Bu durumda mahkemece araçta oluşan hasarın değer kaybı yaratıp yaratmadığı hususunda, konusunda uzman bir bilirkişi aracılığıyla inceleme yaptırılarak yada önceki bilirkişilerden ek rapor alınarak, hasarın araçta değer kaybı yaratması halinde belirlenecek bu miktarın iade edilecek bedelden indirilmesi gerekirken bu yön gözardı edilerek eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.

DAVA: Nuri E. vekili Avukat Necip K. ile 1-……….. A.Ş, 2-Bo……… Otomotiv A.Ş, 3-Bo…………….Tic. A.Ş vekili Avukat Ayşe B., 4-…………. Bankası vekili avukat Ali U… aralarındaki dava hakkında Çerkezköy 1. Asliye Hukuk Mahkemesinden (Tüketici Mahkemesi sıfatıyla) verilen 10.3.2008 gün ve 286-483 sayılı hükmün Dairemizin 13.7.2009 tarih ve 11100-9793 sayılı ilamıyla bozulmasına karar verilmişti. Süresi içinde davalılar avukatınca kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla dosya incelendi, gereği konuşuldu:

KARAR: Davacı, davalı Bo…. A.Ş’den. 04.10.2002 tarihinde davaya konu aracı 56.403,06 TL bedelle satın aldığını, sözleşme gereğince davalı bankadan kredi kullandığını, aracın tesliminden sonra sürekli arızalanması nedeniyle 7 defa servise başvurduğunu, her defasında önemli parça değişikliklerinin yapıldığını, yapılan işlemlerin garanti kapsamında olmadığı söylenerek kendisinden ücret tahsil edildiğini belirterek araç bedeli ve sözleşme nedeni ile yapmış olduğu masraflar ve zararın miktarı olan 73.240 TL’nin dava tarihinden itibaren işleyecek ticari faizi ile davalılardan tahsilini talep etmiştir.15.01.2008 tarihli ıslah dilekçesi ile talep miktarı 83.643,13 TL’ye çıkartmıştır.
Davalılar, davanın reddini savunmuşlardır.
Mahkemece, davalı …… Bankası hakkında açılan davanın reddine, davalılar Bo…. Otomotiv A.Ş ile Bo…. Oto Servis A.Ş hakkındaki davanın kabulüne karar verilmiş; hüküm, davalılar Bo…. otomotiv A.Ş ve Bo…. Oto A.Ş tarafından temyiz edilmekle, dairemizin 13.07.2009 tarihli kararı ile; hükmün bozulmasına karar verilmiş, davalılar Bo…. Otomotiv A.Ş ile Bo…. Oto Servis A.Ş karar düzeltme talebinde bulunmuştur.
1-Davalıların aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan ve HUMK 440. maddesinde sayılan sebeplerden hiçbirisine uygun olmayan sair karar düzeltme taleplerinin reddine karar vermek gerekir.
2-Dava konusu aracın davacı elinde iken kaza sonucu hasara uğrayıp tamir gördüğü dosyada mevcut servis kayıtlarından anlaşılmaktadır. Mahkemece, kaza sonucu aracın değer kaybına uğrayıp uğramadığı yönünden inceleme yapılmamıştır. Bu durumda mahkemece araçta oluşan hasarın değer kaybı yaratıp yaratmadığı hususunda, konusunda uzman bir bilirkişi aracılığıyla inceleme yaptırılarak yada önceki bilirkişilerden ek rapor alınarak, hasarın araçta değer kaybı yaratması halinde belirlenecek bu miktarın iade edilecek bedelden indirilmesi gerekirken bu yön gözardı edilerek eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir. Mahkeme kararının bozma gerekçeleri arasında bu hususunda bulunması gerekirken, sehven yer verilmediği bu kez yapılan inceleme ile anlaşıldığından davalının karar düzeltme isteminin kabulü ile temyiz incelemesi sonucu verilen bozma gerekçelerine ek olarak açıklanan sebeplerle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalıların sair karar düzeltme taleplerinin reddine, Dairemizin 2008/11100 Esas ve 2009/9793 Karar sayılı 13.07.2009 tarihli bozma kararında belirtilen sebeplere ek olarak (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle hükmün davalılar lehine BOZULMASINA, peşin alınan 32.30 TL temyiz harcın istek halinde iadesine, 02.03.2010 gününde oy birliğiyle karar verildi.

T.C
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
E. 2002/130
K. 2002/4512
T. 10.4.2002

TAZMİNAT DAVASI (Trafik Kazası Sebebiyle Uğranılan Zarar Dolayısıyla Tazminat İstemi)
MÜBADELE (RAYİÇ) DEĞERİ (Kazaya Uğrayan Arabanın Tahribat İzleri Taşımasından Mübadelesinin Yani Rayiç Değerinin Hesaplanmasında Aracın Kazadan Önceki Değerinin Altında Olmasının Gerekmesi)
ARACIN KAZADAN ÖNCEKİ DURUMU (Aracın Onarılmış Durumdaki Değeri Ne Kadar İyi Onarılmış Olursa Olsun Kural Olarak Aynı Nitelikteki Hiç Hasara Uğramayan Aracın Değerinden Düşük Olması)
ZARARIN TAYİNİ (Zararın Tazmin Borcunu Doğuran Eylemin Meydana Gelmesinden Önceki Durumu İadeye Mecbur Olması)
ZARARIN TAZMİN YÜKÜMLÜLÜĞÜ (Zararın Tazmin Borcunu Doğuran Eylemin Meydana Gelmesinden Önceki Durumu İadeye Mecbur Olunması)
CARİ DEĞER KAYBI (Araç Ne Kadar İyi Onarılırsa Onarılsın Hiç Kaza Yapmayan Aracın Değerinden Düşük Olacağı Sebebiyle Aracın Cari Değer Kaybına Uğramasının Kaçınılmaz Olması)

818/m.41,42

ÖZET: Tamamen onarılmış olsa bile kazaya uğrayan araba, tahribatın izlerini taşıyacağından onarıldıktan sonra mübadele (rayiç) değerinin olaydan önceki mübadele değerinden az olacağının kabulü gerekir. Aracın onarılmış durumdaki değeri, ne kadar iyi onarılmış olursa olsun kural olarak aynı nitelikteki hiç hasara uğramayan araç değerinden düşüktür ve bu da cari değerinden kaybettirmektedir. Zararı tazminle yükümlü olan kimse, tazmin borcunu doğuran eylemin meydana gelmesinden önceki durumu iadeye mecburdur. Bu ilke, zarar, ister haksız eylemden doğsun, isterse sözleşmeye aykırı hareketten meydana gelsin, aynen uygulanır.

DAVA: Davacı-karşı davalı Mitat A. vekili Avukat E…. Gümüşkaya tarafından, davalı-karşı davacı Celi H. aleyhine 12/1/1999 gününde verilen dilekçe ile kasten çarpma ile araçta meydana gelen hasar bedelinin esas dava ile, cismani zarardan doğan maddi ve manevi tazminatın karşı dava ile istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; esas ve karşı davanın kısmen kabulüne dair verilen 15/10/2001 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacı-karşı davalı vekili Avukat E… Gümüşkaya tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü:

KARAR:
1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları reddedilmelidir.
2-Diğer temyiz itirazlarına gelince;
Dava trafik kazasından doğma tazminat isteği olup mahkemece bilirkişi raporuna dayanılarak davacıya ait araçta değer kaybı olmayacağı benimsenmiştir. Oysa davacının olaydan sonraki mal varlığının değeri, zarar verici olayın meydana gelmemesi halinde değerinden daha az ise, zarar var demektir. Gerçekten bir şeyin tahrip edilmesi veya zarar görmesi halinde nesnel zararı tayin etmek için kural olarak objektif değeri esas almak gerekir. Bu ise mübadele (rayiç) değeridir. Davaya konu olan olayda davacıya ait araç mercedes E-200 marka olup, 1998 olan olay tarihine göre çok yenidir ve 624.781.670. lira harcanmasını gerektirecek derecede hasara uğramıştır. Bu durumda sözü edilen aracın onarıldıktan sonra mübadele ( rayiç ) değerinin olaydan önceki mübadele değerinden az olacağının kabulü gerekir. Çünkü tamamen onarılmış olsa bile bu araba tahribatın izlerini taşımaktadır. Onarılmış durumdaki değeri, ne kadar iyi onarılmış olursa olsun kural olarak aynı nitelikteki hiç hasara uğramayan araç değerinden düşüktür ve bu da cari değerinden kaybettirmektedir. Zararı tazminle yükümlü olan kimse, tazmin borcunu doğuran eylemin meydana gelmesinden önceki durumu iadeye mecburdur. Bu ilke, zarar, ister haksız eylemden doğsun, isterse sözleşmeye aykırı hareketten meydana gelsin, aynen uygulanır.
O halde mahkemece sadece aracın yaşını gözeterek değer kaybı olmayacağını belirten bilirkişi raporuna dayanılıp, bu kalem isteğin reddine karar verilmiş olması bozmayı gerektirir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda (2) nolu bentte gösterilen nedenle BOZULMASINA, diğer temyiz itirazlarının (1) nolu bentte gösterilen nedenle reddine ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 10/4/2002 gününde oy birliğiyle karar verildi.

 

5 Eylül

Tapu kaydı tashihi

T.C.

  YARGITAY

1. Hukuk Dairesi

 

ESAS NO      : 2014/5678

KARAR NO : 2014/11651                    Y A R G I T A Y   İ L A M I

Taraflar arasında görülen kayıt düzeltim  davası sonunda, yerel mahkemece  davanın, kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi Gamze Ünal ‘ın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

 

-KARAR-         

Dava, kayıt maliki ile miras bırakanın aynı kişi olduğunun tespiti isteğine ilişkindir.

Davacılar, miras bırakanları ” Ahmet oğlu Selahiddin Gölgeç’in” maliki olduğu 196 ada 2 parsel sayılı taşınmazın  sicil kaydında adı, soyadı ve baba adı dışında kimlik bilgilerinin bulunmaması sebebi ile intikal yaptıramadıklarını ileri sürerek, kayıt maliki ile miras bırakanlarının aynı kişi olduğunun tespiti ile eksik nüfus bilgilerinin tapu siciline işlenmesi istekli eldeki davayı açmışlardır.

Mahkemece, dava konusu taşınmazın malikinin davacıların miras bırakanı olduğu  gerekçesi ile davanın kabulü ile taşınmaz malikinin isminin Ahmet ve Fatma’dan olma, 01.07.1923 doğumlu Selahiddin Gölgeç, kimlik numarasının da 22051591320 olarak tapuya işletilmesi ve tapu kaydının bu şekilde düzeltilmesine karar verilmiştir.

Bilindiği üzere; taşınmazların, kadastro tespiti ya da tapuya tescili sırasında mülkiyet hakkı sahibinin adı, soyadı, baba adı gibi kimlik bilgilerinin kayda eksik ya da hatalı işlenmesi, kayıt düzeltme davalarının kaynağını oluşturur. Bu tür davalarda kimlik bilgileri düzeltilirken, taşınmaz malikinin değişmemesi, diğer bir anlatımla mülkiyet aktarımına neden olunmaması gerekir.

Bu davalar, taşınmazın aynına ilişkin bulunduğundan 6100 sayılı HMK’nin 12. maddesi uyarınca taşınmazın bulunduğu yer mahkemesinde açılır.

Tapuda kayıt düzeltilmesi davasını, tapu maliki ile mirasçıları açabilir. Bunun yanı sıra 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe giren Türk Medeni Kanununun 702. maddesinin son fıkrası gereğince ortaklardan her birinin topluluğa giren hakların korunmasını sağlayabileceği ve bu korumadan bütün ortakların yararlanabileceği öngörüldüğünden elbirliği mülkiyetinde, ortaklardan her hangi biri de tek başına tapuda murisin kimlik bilgileri ilgili olarak düzeltme isteyebilir. Ayrıca bu davaların, bir başka dava nedeniyle verilen yetkiye dayanılarak açılması da mümkündür. Böyle bir yetki verildiğinde yetkiye dayanarak dava açan kişinin aktif dava ehliyeti vardır.
Tapu Müdürlüğüne husumet yöneltilerek açılması gereken kayıt düzeltme davalarında, mahkemece sağlıklı bir inceleme yapılmalı, kayıt maliki ile ismi düzeltilecek kişinin aynı kişi olduğu kuşkuya yer vermeyecek şekilde saptanmalıdır. Bu saptama yapılırken de aşağıda açıklanan yöntem izlenmelidir.

1- Kimlik bilgilerinde düzeltme yapılması istenen dava konusu taşınmazların tapu kayıtları (ilk tesis ve tedavülleriyle) ve kadastro tutanakları (tespit ve tescile esas alınan tüm dayanak belgeleriyle) ayrıca taşınmazlar kadastrodan sonra edinilmişse buna ilişkin tüm belgeler ile birlikte getirtilmelidir.

2- Nüfus Müdürlüğünden, dava konusu taşınmazların tapu kayıtlarında malik olarak görünen kişi ile aynı kimlik bilgilerine sahip bir başka kişi veya kişilerin nüfus kayıtlarının bulunup bulunmadığı araştırılmalı, mevcut ise bu kişi veya kişiler duruşmaya çağrılarak dava konusu taşınmazlarda mülkiyet hakkı iddiaları bulunup bulunmadığı kendilerinden sorulmalı, kaydı düzeltilecek kişilerin nüfus kayıtları, tapu kayıtları ve dayanakları ile bağlantı kurulacak şekilde incelenmelidir.

3- Taşınmazın bulunduğu yerleşim yerinde zabıta aracılığı ile kayıt maliki ile aynı ismi taşıyan başka kişi veya kişilerin bulunup bulunmadığı da araştırılmalıdır.

4- İstem konusunda tanıklar dinlenmelidir.

5- Tüm bu araştırmalar sonucu hala kesin bir kanaat oluşmamış ise mahallinde keşif yapılarak; tanıklar ve varsa tespit bilirkişileri taşınmaz başında dinlenmelidir.

Açıklanan bu hususlar çerçevesinde yapılacak inceleme ve araştırma sonucu, tapu ve nüfus bilgileri arasında bağlantı ve tutarlılık sağlandığında davanın kabulü yoluna gidilmelidir.

Davanın niteliği gereğince, yargılama harcı ve vekâlet ücreti maktu olarak belirlenmelidir.

Tapu Müdürlüğü yasal hasım olduğundan yargılama giderlerinden (ve yargılama giderlerinden olan vekalet ücretinden) sorumlu tutulmamalıdır.

Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; mahkemece yapılan araştırma ve incelemenin  hükme elverişli ve yeterli olduğu söylenemez.

Şöyle ki; çekişme konusu taşınmazın yalnızca 2012 yılına ait emlak beyan dökümü getirtilip 1986-2012 yıllarına ait emlak beyan dökümlerinin getirtilmediği, dükkan olarak kullanılan taşınmazın aynı tarihler arasında vergisinin kimin tarafından ödendiğinin ilgili kurumlardan sorulmadığı, ”Ahmet oğlu Selahittin Gölgeç” adında davacıların miras bırakanı dışında başka bir kişinin nüfus kaydının bulunup bulunmadığının ilgili nüfus müdürlüğünden sorulmadığı, taşınmazı kimin hangi tarihten beri ne şekilde tasarruf ettiğinin ve bu kişilerin davacılar ve miras bırakanları ile herhangi bir ilgilerinin olup olmadığının araştırılmadığı, davacı tanıklarının da beyanlarının  alınmadığı   görülmektedir.

O halde; yukarıda değinilen ilkeler ve olgular çerçevesinde araştırma ve inceleme yapılarak, talebe konu taşınmazın maliki ”Ahmet oğlu Selahittin Gölgeç’in” davacıların miras bırakanı olup olmadığının  duraksamaya yer bırakmayacak şekilde saptanması ve  hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yetinilerek yazılı olduğu üzere karar verilmiş olması doğru   değildir.

Kabule göre de;

Bilindiği üzere, “Mülkiyet Hakkının Tescili” başlıklı 22.07.2013 tarihli ve 2013/5150 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Tapu Sicil Tüzüğü’nün 28. (18.05.1994 tarihli ve 94/5623 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Tapu Sicil Tüzüğü’nün 25.) maddesinde kütükte bulunması zorunlu bilgiler; malikin adı, soyadı, baba adı, edinme nedeni, tarih ve yevmiye numarası olarak belirlenmiştir. Görüldüğü üzere bunlar arasında malikin doğum tarihi, anne adı ve T.C. Kimlik numarası  yer almamıştır. Dolayısıyla, tapu kütüğünde bulunması zorunlu olmayan nüfus bilgisinin ilavesi veya düzeltilmesi dava yoluyla istenemez. Şayet, tapunun tesciline dayanak yapılan işlemde düzeltimi gerektirir bir hata yapılmışsa, bu hata 2013 tarihli Tapu Sicil Tüzüğü’nün 75. (1994 tarihli Tapu Sicil Tüzüğü’nün 87.) maddesi uyarınca, ilgilisinin başvurusu üzerine o maddedeki koşullar araştırılarak, idarece düzeltilmelidir.

Somut olayda çekişmeye konu taşınmazın tapu sicil kaydında,  kütükte bulunması zorunlu olan bilgilerde herhangi bir düzeltme yapılmasının istenmediği, davacıların; miras bırakanları ile kayıt malikinin aynı kişiler olduğunun tespitini talep ettikleri, bu durumda iddianın kanıtlanması halinde tespit hükmü kurulması gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile düzeltme kararı verilmiş olması da  isabetsizdir.

Davalı vekilinin temyiz itirazları belirtilen nedenlerle yerindedir. Kabulüyle hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3. maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’nin 428.  maddesi gereğince BOZULMASINA, 12.6.2014  tarihinde oybirliğiyle karar  verildi.

T.C.
Yargıtay
1. Hukuk Dairesi
Esas No : 2013/7596
Karar no : 2013/10645

Yanlar arasında görülen tapu kaydında düzeltim davası sonunda, yerel mahkemece davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi Süleyman Yumma’nın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;
-KARAR-
Talep, tapu kaydına yanlış yazılan kimlik bilgilerinin düzeltilmesi isteğine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden; çekişme konusu dört adet taşınmazda Halime oğlu Mustafa’nın paydaş olduğu kayden sabittir.
Davacı, anılan taşınmazların tapu kaydında “Halime oğlu Mustafa” yazan kimlik bilgilerinin “ Ali oğlu Mustafa Er” olarak düzeltilmesini istemiştir.
Bilindiği üzere; taşınmazların, kadastro tespiti ya da tapuya tescili sırasında mülkiyet hakkı sahibinin adı, soyadı, baba adı gibi kimlik bilgilerinin kayda eksik ya da hatalı işlenmesi, kayıt düzeltme davalarının kaynağını oluşturur. Bu tür taleplerde kimlik bilgileri düzeltilirken, taşınmaz malikinin değişmemesi, diğer bir anlatımla mülkiyet aktarımına neden olunmaması gerekir.
HMK’nin geçici birinci maddesi gereğince “Bu Kanunun yargı yolu ve göreve ilişkin hükümleri, Kanunun yürürlüğe girmesinden önceki tarihte açılmış olan davalarda uygulanmayacağından” kanunun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonra yapılan taleplerin tapu müdürlüğüne ilgili sıfatıyla yöneltilerek yapılması gerekir.
Bu tür kayıt düzeltme veya tespit taleplerinde, mahkemece sağlıklı bir inceleme yapılmalı, kayıt maliki ile ismi düzeltilecek kişinin aynı kişi olduğu kuşkuya yer vermeyecek şekilde saptanmalıdır. Bu saptama yapılırken de aşağıda açıklanan yöntem izlenmelidir.
1- Kimlik bilgilerinde düzeltme yapılması istenen dava konusu taşınmazların tapu kayıtları (ilk tesis ve tedavülleriyle) ve kadastro tutanakları (tespit ve tescile esas alınan tüm dayanak belgeleriyle) ayrıca taşınmazlar kadastrodan sonra edinilmişse buna ilişkin tüm belgeler ile birlikte getirtilmelidir.
2- Taşınmazın bulunduğu yerleşim yerinde zabıta aracılığı ile kayıt maliki ile aynı ismi taşıyan başka kişi veya kişilerin bulunup bulunmadığı da araştırılmalıdır.
3- Nüfus Müdürlüğünden, dava konusu taşınmazların tapu kayıtlarında malik olarak görünen kişi ile aynı kimlik bilgilerine sahip bir başka kişi veya kişilerin nüfusta kayıtlı olup olmadıkları araştırılmalı, mevcut ise bu kişi veya kişiler duruşmaya çağrılarak Talep konusu taşınmazlarda mülkiyet hakkı iddiaları bulunup bulunmadığı kendilerinden sorulmalıdır.
4- Talep konusunda tanıklar dinlenmelidir.
5- Tüm bu araştırmalar sonucu hala kesin bir kanaat oluşmamış ise mahallinde keşif yapılarak; tanıklar ve varsa tespit bilirkişileri taşınmaz başında dinlenmelidir.
Açıklanan bu hususlar çerçevesinde yapılacak inceleme ve araştırma sonucu, tapu ve nüfus bilgileri arasında bağlantı ve tutarlılık sağlandığında talebin kabulü yoluna gidilmelidir.
Talebin niteliği gereğince, yargılama harcı ve vekâlet ücreti maktu olarak belirlenmelidir.
Tapu müdürlüğü ilgili sıfatıyla yasal hasım olduğundan yargılama giderlerinden (ve yargılama giderlerinden olan vekalet ücretinden) sorumlu tutulmamalıdır.
Somut olaya gelince; çekişme konusu taşınmazların kadastro tespitlerine yapılan itiraz üzerine Çankaya Kadastro Mahkemesinin 1953/136-1061 Esas/Karar sayılı ilamı ile Havva varisi Halime oğlu Mustafa adına hükmen tescil edildiği, Havva’nın ölmesi ile mirasının diğer çocukları ile kızı Halime’ye kaldığı, Halime’nin ölmesi ile de oğlu Mustafa’ya kaldığı belirtilmekte olup mahkemece Havva mirasçıları yönünden araştırma yapılmadan sonuca gidilmiştir.
Hal böyle olunca; yukarıda anılan tescil ilamında adı geçen Halime’nin anne baba ve kardeşlerini gösterir nüfus aile kayıt tablosunun nüfus müdürlüğünden getirtilmesi, tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi istenen kişinin nüfus kayıtları, tapu kayıtları ve dayanakları (tescil ilamı) ile bağlantı kurulacak şekilde araştırılması, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile yazılı olduğu şekilde hüküm kurulması doğru değildir.
Davalının temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenlerle (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK.’nın 428.maddesi gereğince BOZULMASINA , 26.06.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

T.C
Yargıtay
14. Hukuk Dairesi
Esas no: 2012/2846 E.
Karar no: 2012/3570 K.

Davacılar vekili, 17 sayılı parselde murisin tapuda “Hasan kızı F. T.” olarak yazılı isminin nüfus kaydına uygun olarak “Hasan kızı F.na T.” olarak düzeltilmesini istemiştir.
Mahkemece, tensip ile birlikte HMK’nun 382. maddesinde gösterilen hasımsız işlerden olmadığı gerekçesi ile mahkemenin görevsizliğine, asliye hukuk mahkemesine gönderilmesine karar verilmiştir.
Hükmü, davacılar vekili temyiz etmiştir.
Dava, tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi isteğine ilişkindir.
Bu tür davalarda Tapu Sicil Tüzüğünün 25. maddesinde belirtilen ve kütükte bulunması zorunlu olan kimlik bilgilerinden tapu malikinin adı ile soyadı, baba adındaki yanlışlıkların düzeltilmesi istenebilir.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 382/1 maddesinde; “Çekişmesiz yargı, hukukun mahkemelerce, aşağıdaki üç ölçütten birine veya birkaçına göre bu yargıya giren işlere uygulanmasıdır” hükmüne yer verilmiş; bu ölçütler ise ilgililer arasında uyuşmazlık olmayan haller, ilgililerin ileri sürebileceği herhangi bir hakkın bulunmadığı haller ve hakimin re’sen harekete geçtiği haller olarak ifade edilmiştir.
Kanunda çekişmesiz yargı işlerinin neler olduğu önce genel çerçevesi belirlenerek, daha sonra da mümkün olduğunca sayılarak belirtilmiştir. Ancak bu sayma sınırlı olmadığından yasa maddesinde sayılmayan fakat çekişmesiz yargı ölçütlerini taşıyan diğer işlerin de çekişmesiz yargı işi olarak kabulü gerekir. Yani, 382. maddede sayılmamakla beraber çekişmesiz yargının ölçütlerinden birini veya birkaçını taşıyan bir iş de çekişmesiz yargı işi olarak değerlendirilmelidir.
Tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi davalarında, davacı taraf tapu kayıtlarındaki kimlik bilgilerinin nüfus kayıtlarına uygun hale getirilmesini talep etmekte olup bu tür davalarda hasım gösterilen Tapu Sicil Müdürlüğü ile aralarında bir uyuşmazlık yoktur. Tapu Sicil Müdürlüğü davada sadece yasal hasım olarak yer almaktadır. Gerçekte davada taraf değil, sadece ilgilidir. İlgililerin uzlaşması halinde çekişmenin ortadan kalktığından söz edilemez veya bu davalarda ilgili tarafın davayı kabulü sonuç doğurmaz. Taraflar arasında bu anlamda gerçek bir çekişmenin varlığı söz konusu değildir.
Davacıların yukarıda belirtildiği gibi davada tapu kayıtlarının malik hanesindeki kimlik bilgilerinin nüfus kayıtlarına uygun biçimde düzeltilmesi dışında ileri sürebilecekleri herhangi bir hakları da bulunmamaktadır.
Yine bu tür davalarda, kimlik bilgilerinde düzeltme yapılması istenen tapu maliki ile ilgili araştırmada mülkiyet nakline neden olunmaması için, taraf delilleri dışında gerekli görülen hususlarda re’sen araştırma yapılması gerekmektedir. Ayrıca, bu davaların sonucunda verilen kararlar kesin hüküm sayılmamaktadır. Kararın haksız veya hatalı görülmesi halinde ileri sürülen delillere göre yeniden düzeltme talebinde bulunulabilmesi, hükmün değiştirilebilmesi mümkündür. Bunların yanında, uygulamada davanın kabulüne karar verilmesi halinde dahi yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmakta, Tapu Sicil Müdürlüğü yargılama giderlerinden ve vekalet ücretinden sorumlu tutulmamaktadır.
Bütün bu değerlendirmelere göre; tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi davaları da 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 382. maddesinde belirtilen çekişmesiz yargı işlerinden sayılmalıdır. Kaldı ki, 382. maddenin 2-ç/1 fıkrasında “Taşınmaz üzerinde taraf oluşturulmasına ve hak ihlaline sebebiyet vermeyecek düzeltmelerin yapılması” çekişmesiz yargı işi sayılmış olup, niteliği itibariyle tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi davalarından başka bu tarife uyacak bir dava türü de bulunmamaktadır.
Halen yürürlükte bulunan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 383. maddesine göre de, çekişmesiz yargı işlerinde görevli mahkeme, aksine bir düzenleme bulunmadığı sürece sulh hukuk mahkemeleridir. Bu itibarla, çekişmesiz yargı işi olan tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi davalarına sulh hukuk mahkemelerince bakılması gerekir.
Anılan yasanın 114/1-c ve 115. maddeleri gereğince, görev dava şartlarından olup mahkeme, dava şartlarının mevcut olup olmadığını davanın her aşamasında kendiliğinden araştırmalıdır. Bu tür davaların asliye hukuk mahkemesinde görülmesi mümkün olmadığından, mahkemece davanın esastan sonuçlandırılması gerekir. Bu sebeple sulh hukuk mahkemesince verilen görevsizlik kararının bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin temyiz isteminin kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatıranlara iadesine, 12.03.2012 tarihinde oybirliği ile karar verildi
T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2014/7135
K. 2014/8359
T. 22.4.2014

• TAPU KAYDINA YANLIŞ YAZILAN KİMLİK BİLGİLERİNİN DÜZELTİLMESİ İSTEMİ ( Davacının Öncelikle İlgili Tapu Müdürlüğüne Başvurması Gerektiği – Yasal Prosedür İzlenmeden Doğrudan Dava Açıldığı/Davanın Usulden Reddedilmesi Gerektiği )
• TAPUDA İSİM TASHİHİ DAVASI ( Tapu Sicil Tüzüğünün Yürürlüğe Girdiği Tarihten Sonraki Başvurularda Davacının Öncelikle İlgili Tapu Müdürlüğüne Başvuracağı – Yasal Prosedür İzlenmeden Doğrudan Dava Açıldığı/Davanın Usulden Reddedileceği )
• TAPUDAKİ İSİM TASHİHİ İÇİN DOĞRUDAN MAHKEMEYE BAŞVURULMASI ( Davacının Öncelikle İlgili Tapu Müdürlüğüne Başvurması Gerektiği – Yasal Prosedür İzlenmeden Doğrudan Dava Açılamayacağı/Davanın Usulden Reddedilmesi Gerektiği )
4721/m.*702,*1027
6100/m.*12,*382/ç-1
Tapu Sicil Tüzüğü/m. 26, 72, 74, 75

ÖZET :*Dava, tapu kaydına yanlış yazılan kimlik bilgilerinin düzeltilmesi isteğine ilişkindir.
Tapu Sicil Tüzüğünün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdiği 17.8.2013 tarihinden sonra, davacının, mahkemeye müracaat etmeden, öncelikle ilgili tapu müdürlüğüne başvurması, eğer bu talebinde istediği sonucu alamazsa daha sonra mahkemeye başvurması gerekir. Davacı öncelikle tapu müdürlüğüne başvurma zorunluluğu getiren yasal prosedür izlenmeden doğrudan dava açtığından, davanın usulden reddine karar verilmesi gerekir.

DAVA :*Taraflar arasında görülen tapu kaydında düzeltim davası sonunda, yerel mahkemece davanın, kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalı tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi Murat Ataker’in raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR :*Dava, tapu kaydına yanlış yazılan kimlik bilgilerinin düzeltilmesi isteğine ilişkin olup 31.10.2013 tarihinde açılmış, mahkemece esastan karar verilmiştir.
Taşınmazların, kadastro tespiti ya da tapuya tescili sırasında mülkiyet hakkı sahibinin adı, soyadı, baba adı gibi kimlik bilgilerinin kayda eksik ya da hatalı işlenmesi, kayıt düzeltme taleplerinin kaynağını oluşturur. Bu tür taleplerde kimlik bilgileri düzeltilirken, taşınmaz malikinin değişmemesi, diğer bir anlatımla mülkiyet aktarımına neden olunmaması gerekir.
Bu talepler, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun ( TMK’nin ) 1027. maddesi gereğince mahkemeye yapılırsa, 6100 sayılı HMK’nin 382/ç-1 maddesi gereğince çekişmesiz yargı usulüne göre sulh hukuk mahkemesinde ve taşınmazın aynına ilişkin bulunduğundan, aynı Kanunun 12. maddesi uyarınca taşınmazın bulunduğu yer mahkemesinde görülür.
Bunun yanı sıra, 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe giren TMK’nin 702. maddesinin son fıkrası gereğince ortaklardan her birinin topluluğa giren hakların korunmasını sağlayabileceği ve bu korumadan bütün ortakların yararlanabileceği öngörüldüğünden elbirliği mülkiyetinde, ortaklardan her hangi biri de tek başına tapuda murisin kimlik bilgileri ilgili olarak düzeltme isteyebilir.
Bununla birlikte, Bakanlar Kurulunun 22.7.2013 tarihli ve 2013/5150 sayılı kararı ile kabul edilen, 17.8.2013 tarihli ve 28738 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren yeni Tapu Sicil Tüzüğünün 28. maddesinde, kütük sayfası malik sütununda malikin adı ve soyadı, baba adı ile edinme nedeni, tarih ve yevmiye numarasının yazılacağı, tüzel kişilerin unvanlarının tam olarak yazılacağı ve paylı mülkiyette pay miktarı; paydaşların adı, soyadı ve baba adından sonraki kısımda, kesirli olarak gösterileceği ifade edilmiştir.
Aynı Tüzüğün 72. maddesinde, “Tapu sicilinde değişikliğin, hak sahibinin istemine ya da yetkili makam veya mahkeme kararına istinaden yapılabileceği” 74. maddesinde ise “Kütük, yevmiye defteri ve yardımcı sicillerde, belgelere aykırı basit yazım hatası yapıldığının tespit edilmesi hâlinde, müdür tarafından nedeni düzeltmeler sicilinde açıklanarak, re’sen düzeltme yapılacağı, istem belgesinde yapılan yanlışlık veya eksiklik düzeltilerek, belgenin uygun bir yerine yazılmak suretiyle taraflar ve tapu görevlilerince imzalanacağı ve sicilde buna uygun düzeltme yapılacağı, ana veya yardımcı siciller üzerinde yapılmış hata veya eksikliklerin, ilgililerce sunulan veya başka idarelerce düzenlenen belgelerden kaynaklanması hâlinde, ilgililerin gerçek durumu kanıtlayıcı belgelere dayalı başvuruları üzerine, istem, yevmiye defterine kaydedilerek gerekli düzeltme yapılacağı, kütük, yevmiye defteri ve yardımcı sicillerde, belgelere aykırı tescil veya esaslı yazım hatasının düzeltilebilmesi için ilgililerin yazılı olurunun alınması gerektiği, ilgililerden birisinin yazılı oluru olmazsa, bu durum beyanlar sütununda belirtilerek, 26.9.2011 tarih ve 659 sayılı Kanun Hükmünde Kararname hükümlerine göre işlem yapılacağı, yapılacak düzeltmeler hatalı yazımdan sonra hak sahibi olmuş kişilerin hakkını etkileyici nitelikte ise, bu hak sahiplerinin de yazılı olurlarının aranacağı, müdürlüğün ilgililerin bilgisi dışında yaptığı işlemleri tebliğ etmekle yükümlü” olduğu açıklanmıştır.
Tapu Sicil Tüzüğünün 75. maddesine göre, “Kadastro çalışmalarından kaynaklanan malikin veya hak sahibinin adı, soyadı ve baba adına ilişkin tapu kütüğündeki yazım hataları ilgilisinin başvurusu üzerine;
( 1 ) a ) Senetsizden tespitlerde; nüfus kayıt örneği ve taşınmazın bulunduğu belediye veya muhtarlıktan alınacak fotoğraflı ilmühaber,

b ) Kayda dayalı tespitlerde; dayanağı kayıt ve belgeler, incelenmek ve gerektiğinde tanık ve varsa tespit bilirkişileri dinlemek ve zeminde inceleme yapmak suretiyle istemin gerçek hak sahibinden geldiği belirlenirse, istemin yevmiye defterine kaydedilerek, düzeltileceği;

( 2 ) Zeminde incelemenin, kadastro müdürlüğü teknik personeli ile birlikte yapılacağı ve inceleme neticesinde teknik rapor düzenleneceği, zeminde incelemede, komşu parsel malikleri, muhtar ve diğer ilgililer dinleneceği; vergi kaydı ve diğer her türlü bilgi ve belgeden yararlanılacağı,

( 3 ) Tapu sicilindeki bilgilerin güncellenmesi ve eksikliklerin giderilmesinde de yukarıdaki fıkraların uygulanacağı ve

( 4 ) Bu madde hükümleri uyarınca kayıt düzeltmeleri için müdürlüklere başvuru yapılmasının zorunlu olduğu”, belirtilmektedir.

Yine aynı Tüzüğün 26. maddesine göre ise mevzuat ve bu Tüzükte yer alan hükümlere uygun olmayan ve 4721 sayılı Kanunun*1011*inci maddesine göre geçici tescil şerhine de imkân bulunmayan istemlerin geciktirilmeden, gerekçesi, itiraz yeri ve süresi de belirtilmek suretiyle reddedileceği, ret kararının, istem sahibine elden veya 11.2.1959 tarih ve 7201 sayılı Tebligat Kanunu hükümlerine göre tebliğ edileceği ve ret kararına, tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde müdürlüğün bağlı bulunduğu bölge müdürlüğüne, bölge müdürlüğünün kararına karşı da tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde Genel Müdürlüğe itiraz edilebileceği belirtilmektedir.
Yukarıda açıklanan yeni Tapu Sicil Tüzüğü hükümleri ve özelikle 75. maddesi nazara alındığında, tapu müdürlüklerine oldukça geniş yetkiler verilerek tapudaki hataların daha kısa bir sürede, idari yoldan düzeltilmesine imkân verildiği görülmektedir. Yine bu maddenin son fıkrasında ise “Bu madde hükümleri uyarınca kayıt düzeltmeleri için müdürlüklere başvuru yapılması zorunludur.” hükmü bulunmaktadır.
Bu hüküm hak arama özgürlüğünü kısıtlamamakta, aksine hak arayanlara haklarını çok daha kısa bir sürede, kolay, ucuz ve basit bir şekilde elde etme imkânı vermektedir. Hal böyle olunca, bu imkânın öncelikle tüketilmesi ve bu yolla bir sonuç alınamaması durumunda ilgilinin 4721 sayılı Türk Medeni Kanunun*1027. maddesi gereğince mahkemeye başvurması zorunluluğu bulunmaktadır

Bu nedenle, yeni Tapu Sicil Tüzüğünün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdiği 17.8.2013 tarihinden sonra, davacının, mahkemeye müracaat etmeden, öncelikle ilgili tapu müdürlüğüne yukarıda açıklanan prosedüre uygun şekilde başvurması, eğer bu talebinde istediği sonucu alamazsa daha sonra mahkemeye başvurması gerekir.

Hal böyle olunca, Tapu Sicil Tüzüğü gereğince davacının öncelikle tapu müdürlüğüne başvurma zorunluluğu getiren yasal prosedür izlenmeden doğrudan dava açtığından, davanın usulden reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmesi hatalı olmuştur.

SONUÇ :*İlgili Tapu Müdürlüğü vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle ( 6100 sayılı Yasanın geçici*3.maddesi yollaması ile ) 1086 sayılı HUMK’nun428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 22.04.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

3 Eylül

Tapu tahsis belgeli taşınmazın değerinin, davalı idareden tahsili istemiyle açılan davada görev idare yargıdadır-Uyuşmazlık mahkemesi karar

Uyuşmazlık Mahkemesi Başkanlığından:

 

ESAS   NO           : 2009/87                   

KARAR NO         : 2010/7

KARAR TR         : 01.02.2010

(Hukuk Bölümü)

 

Ö Z E T  : 2981 sayılı Yasa uyarınca kendilerine tapu tahsis belgesi verilen davacılar tarafından, müracaatlarına rağmen tapusu verilmeyen taşınmazın değerinin, davalı idareden tahsili istemiyle açılan davanın, İDARİ YARGI YERİNDE çözümlenmesi gerektiği hk.

 

K  A  R  A  R

 

Davacı  : S. Y.,  H. Y.

Vekili     : Av. M. E. A.

Davalı   : Yenimahalle Belediye Başkanlığı

Vekili     : Av. T. A.

 

O L A Y: Davacıların,  tapuda Yenimahalle Belediyesine ait, Yenimahalle ilçesi, Macun Köyü,  3890 ada, 1 parseldeki mevcut temel’den dolayı 2981 sayılı Yasaya göre imar affı başvurusunda bulunmaları ve anılan Kanunun  9. maddesine göre 1.990.000.- lira arsa bedelini 4 yılda 12 taksit halinde ödemeyi taahhüt etmeleri üzerine;davalı idarece kendilerine 13.8.1987 tarihli tapu tahsis belgesi verilmiştir.

Davaya konu  parsel, 84220 no’lu Demetevler 2.Etap parselasyon planında park ve otopark alanı olarak ayrılmıştır.

Davacılar, 6.11.2006 tarihinde tapu verilmesi istemiyle başvuru yapmalarına karşılık, davalı idarece;  2981 sayılı Kanunun Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin 19/H maddesine göre alınması gereken inşaat ruhsatının alınmaması ve inşaatın tamamlanmaması nedeniyle kendilerine tapu verilmemiştir.

Davacılar vekili; söz konusu taşınmazın 315 m²’lik bölümünün, dayalı idarece müvekkiline tahsis edilmiş ve arsa bedelinin ödenmiş olduğunu; ancak davalı idarenin taşınmazı müvekkillerine vermediği gibi arsanın değerine eş bir bedeli de ödemeye yanaşmadığını;  taşınmazın çok kıymetli bir konumda olduğunu, arsa niteliğinde bulunduğunu;  değerinin 1000,00 YTL/m², toplam değerinin 315.000,00 YTL olduğunu ifade ederek;  taşınmazın değeri olan 315.000,00 YTL’nin fazlaya ilişkin, ek dava ve ıslah hakları saklı kalmak kaydıyla şimdilik 10.000,00 YTL’sinin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsili ile taraflarına ödenmesi istemiyle 14.4.2008 tarihinde adli yargı yerinde dava açmıştır.

Davalı belediye vekilince, birinci savunma dilekçesinde, davada idari yargının görevli olduğu ileri sürülerek görev itirazında bulunulmuştur.

ANKARA 7. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ: 08.10.2008 gün ve E: 2008/147 sayı ile, davalı vekilinin yargı yolu itirazını;  davada davacılara imar affı kapsamında bedeli ödenmek kaydı ile verilmesi vaat edilen yerle ilgili olarak ödenen bedelin günceleşmiş karşılığının vaad edilen yerle ilgili olarak istendiği anlaşılmakla bu tip davaların da Adli Yargının görevinde bulunduğu gerekçesiyle reddetmiştir.

Davalı vekilinin, olumlu görev uyuşmazlığı çıkarılması yolundaki 10.10.2008 günlü dilekçesi üzerine, dava dosyası Danıştay Başsavcılığı’na gönderilmiştir.

DANIŞTAY BAŞSAVCISI; 20.01.2009 gün ve E: 2008/74 sayı ile, 2981 sayılı Kanunun 8.maddesinde, imar mevzuatına aykırı yapılarla gecekondular için tespit işlemleri yapılacağı, bu tespit kapsamına, temel inşaatı tamamlanmış veya sömel betonları dökülmüş olmak kaydı ile Hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare etmekte olduğu arsa ve arazilerdeki inşaatına Kanunun 14 üncü maddesinin (f) fıkrasındaki tarihlerden önce başlanmış mesken, kısmen işyeri ve konut olarak kullanılan veya evvelce konut olarak kullanılıp sonra işyerine çevrilen gecekondular ile imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı tüm yapıların dahil olduğu, 9.maddesinin (b) fıkrasında, arsa bedelinin ilgili kuruluşa peşin veya en geç 4 yıl içinde oniki eşit taksitle, bu Kanun hükümlerince çıkarılacak Yönetmelikte belirtilen esaslara göre ödeneceği; 10. maddesinin (a) fıkrasında, Tapu tahsis belgesinin, ıslah imar planı veya kadastro planları yapıldıktan sonra hak sahiplerine verilecek tapuya esas teşkil edeceği, 15. maddesinin 2.fıkrasında, temel inşaatı tamamlanmış veya sömel betonları dökülmüş gecekonduların kendi katı içinde tamamlanması için “ruhsat” ve bitimini tevsikan “kullanma izin belgesi” düzenleneceği, hükümlerine yer verilmiş olduğu; öte yandan, 2981 sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliğinin 19/H maddesinde de, 2981 sayılı Kanunun yukarıda sözü edilen 15/2 maddesine paralel hüküm yer aldığı;  dosyanın incelenmesinden, davacıların, Yenimahalle ilçesi, Macun Köyü, 3890 ada, 1 parseldeki mevcut temel’den dolayı 2981 sayılı Yasaya göre yaptıkları başvuru üzerine davalı idarece 13.8.1987 tarihli tapu tahsis belgesi düzenlendiği, 1.990.000.- lira arsa bedelini 4 yılda 12 taksit halinde ödedikleri, anılan parselin 84220 no’lu Demetevler 2.Etap parselasyon planında park ve otopark alanı olarak ayrıldığı, davacıların 6.11.2006 tarihinde tapu verilmesi istemiyle davalı idareye başvurdukları, 2981 sayılı Kanunun Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin 19/H maddesine göre alınması gereken inşaat ruhsatının alınmaması ve inşaatın tamamlanmaması nedeniyle tapu verilmediği, bakılan davanın da tapusu verilmeyen 315 M2 taşınmazın değerinin 315.000.00 YTL olduğundan bahisle şimdilik 10.000.00 YTL’sinin yasal faiziyle birlikte tazmini istemiyle açıldığının anlaşıldığı; uyuşmazlığın, üzerinde temel inşaatı bulunması nedeniyle davacılara tapu tahsis belgesi verilen ve söz konusu temel üzerine 2981 sayılı Yasa ve buna ilişkin Uygulama Yönetmeliği hükümlerine göre inşaat ruhsatı alınarak inşaat (konut) yapılmaması nedeniyle tapusu verilmeyen 315 M2 lik taşınmazın parselasyon planında park ve otopark alanında kalması nedeniyle rayiç değerinin ödenmesi gerektiği iddiasına, diğer bir ifade ile idarece kamu gücü kullanılarak 2981 sayılı Yasa gereğince tek yanlı tesis edilen idari nitelikteki parselasyon uygulama işlemlerinden doğan zararın tazmini istemine ilişkin bulunmakta olduğu;  adli yargıda açılan davanın bu niteliği itibariyle 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 2.maddesinin 1/b bendinde yer alan “idari eylem ve işlemlerden dolayı hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları” kategorisine girdiğinin açık olduğu;  bu durumda,2981 sayılı Yasa uyarınca tesis edilen idari işlemler sonucunda tapusu verilmeyen taşınmazın rayiç değerinin ödenmemesinden doğan zararın tazminine yönelik davanın görüm ve çözümünün idari yargının görevine girdiği gerekçesiyle 2247 sayılı Yasanın 10. maddesi uyarınca olumlu görev uyuşmazlığı çıkarılmasına ve dosyanın Uyuşmazlık Mahkemesine gönderilmesine, karar vermiştir.

Başkanlıkça 2247 sayılı Yasa’nın 13. maddesine göre Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın da yazılı düşüncesi istenilmiştir.

YARGITAY CUMHURİYET BAŞSAVCISI; 30.04.2009 gün ve 2009/89981 sayı ile, Anayasa’nın 125/son madde ve fıkrasında, idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü bulunduğu kurala bağlanmış; 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2/1-b maddesi gereğince idari eylem ve işlemlerden dolayı zarara uğrayanlar tarafından açılan tam yargı davalarının, idari dava türleri arasında sayılmış bulunduğu;  davanın, davacının tapu tahsis belgesi olan ve bedelini idareye ödediği arsasının Demetevler 2. Etap parselasyon planında park ve otopark alanı olarak ayrılması sonucu tapusu verilmeyen 315 m2 olan taşınmazın değerinin 315.000.00TL olduğundan bahisle şimdilik 10.00.00 TL’sinin faizi ile birlikte ödenmesine hükmedilmesi istemiyle açıldığı;  davalı idarenin, temel niteliğindeki bir yapıya tapu verilmesi için 2981 sayılı Yasa’nın Uygulama Yönetmeliğinin 19/h maddesi gereğince, müracaatı yapılan temel için inşaat ruhsatı alınması ve inşaatın tamamlanması gerektiği, temel halinde bırakılan arsalarda tapu verilmesinin, dar gelirli vatandaşlar için konut edinmeyi sağlamak amacını taşıyan 2981 sayılı Yasa’nın amacına aykırı olduğunu, dolayısıyla davacılara tapu verilmemesi işleminin hukuka uygun olduğunu ileri sürerek davanın bu yönden reddi gerektiğini iddia etmiş olduğu; 2981 sayılı Yasa’nın 10/a maddesinde “Bu Kanun hükümlerine göre hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde. gecekondu sahiplerince yapılmış yapılar, 12 nci madde hükümlerine göre tespit ettirildikten sonra, kayıt maliki kamu kuruluşunca bu yer hak sahibine tahsis edilir ve bu tahsisin yapıldığı tapu sicilinin beyanlar hanesinde gösterilerek ilgilisine “tapu tahsis belgesi” verilir. Tapu tahsis belgesi, ıslah imar planı veya kadastro planları yapıldıktan sonra hak sahiplerine verilecek tapuya esas teşkil eder” hükmünün yer aldığı; bu itibarla, 2981 sayılı Yasa gereğince tesis edilen idari nitelikteki uygulama işlemleri neticesinde uğranılan zararın tazminine yönelik bulunan davanın, 2577 sayılı Kanun’un 2/1-b maddesinde yer alan idari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan zarar görenler tarafından açılan tam yargı davaları kapsamında idari yargı yerinde çözümlenmesinin gerektiği; açıklanan nedenle Danıştay Başsavcılığının 2247 sayılı Yasa’nın 10. maddesi gereğince yapmış olduğu başvurunun kabulü ile Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2008/147 esas sayılı görevlilik kararının kaldırılmasına karar verilmesinin gerektiği yolunda yazılı düşünce vermiştir.

İNCELEME VE GEREKÇE :

Uyuşmazlık Mahkemesi Hukuk Bölümü’nün, Ahmet AKYALÇIN’ın Başkanlığında, Üyeler: Mustafa KICALIOĞLU, Mahmut BİLGEN, Habibe ÜNAL, Nüket YOKLAMACIOĞLU, Serdar AKSOY ve Muhittin KARATOPRAK’ın katılımlarıyla yapılan 01.02.2010 günlü toplantısında:

l-İLK İNCELEME : Dosya üzerinde 2247 sayılı Yasa’nın 27. maddesi uyarınca yapılan incelemeye göre, davalı vekilinin anılan Yasanın 10. maddesinde öngörülen yönteme uygun olarak yaptığı görev itirazının reddedilmesi ve 12. maddede belirtilen süre içinde başvuruda bulunması üzerine, Danıştay Başsavcısı’nca 10. maddede öngörülen biçimde olumlu görev uyuşmazlığı çıkarıldığı anlaşıldığından ve usule ilişkin herhangi bir noksanlık bulunmadığından görev  uyuşmazlığının esasının incelenmesine oybirliği ile karar verildi.

II-ESASIN İNCELENMESİ : Raportör-Hakim Taşkın ÇELİK’in, davanın çözümünde idari yargının görevli olduğu yolundaki raporu ile dosyadaki belgeler okunduktan; ilgili Başsavcılarca görevlendirilen Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Dr. İlknur ALTUNTAŞ ile Danıştay Savcısı Gülen AYDINOĞLU’nun davada idari yargının görevli olduğu yolundaki sözlü açıklamaları da dinlendikten sonra GEREĞİ GÖRÜŞÜLÜP DÜŞÜNÜLDÜ:

Dava, 2981 sayılı Yasa uyarınca  imar affı başvurusunda bulunulması üzerine kendilerine tapu tahsis belgesi verilen davacılar tarafından, davalı belediyeye müracaatlarına rağmen tapunun verilmediği belirtilerek,  tapusu verilmeyen taşınmazın 315.000.00 YTL değerinin fazlaya ilişkin dava ve ıslah hakkı saklı kalmak kaydıyla şimdilik 10.000.00 YTL’sinin yasal faiziyle birlikte davalı idareden tahsili istemiyle açılmıştır.

2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 sayılı İmar Kanununun  Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun, imar ve gecekondu mevzuatına aykırı olarak inşa edilmiş ve inşa halindeki bütün yapılar hakkında uygulanacak işlemleri düzenlemek ve bu işlemlere dair müracaat, tespit, değerlendirme, uygulama ve duyuru esaslarını ve ilgili diğer hususları belirlemek amacını taşımakta olup, valilik veya belediyelerce yetki ve sorumluluk alanlarında ıslah imar düzenlemeleri yapılmak suretiyle, yeniden gecekondu yapılmasının önlenmesi için temin edilecek arsaların ve muhafazası mümkün görülen gecekonduların Yasa’da öngörülen usul ve esaslara göre hak sahipliği belirlenen kişilere verilmesine olanak sağlamıştır.

Nitekim, anılan Yasa’nın 8.maddesinde, imar mevzuatına aykırı yapılarla gecekondular için tespit işlemleri yapılacağı, bu tespit kapsamına, temel inşaatı tamamlanmış veya sömel betonları dökülmüş olmak kaydı ile Hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare etmekte olduğu arsa ve arazilerdeki inşaatına Kanunun 14 üncü maddesinin (f) fıkrasındaki tarihlerden önce başlanmış mesken, kısmen işyeri ve konut olarak kullanılan veya evvelce konut olarak kullanılıp sonra işyerine çevrilen gecekondular ile imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı tüm yapıların dahil olduğu; 9.maddesinin (b) fıkrasında, arsa bedelinin ilgili kuruluşa peşin veya engeç 4 yıl içinde oniki eşit taksitle, bu Kanun hükümlerince çıkarılacak Yönetmelikte belirtilen esaslara göre ödeneceği; 10. maddesinin (a) fıkrasında, Tapu tahsis belgesinin,ıslah imar planı veya kadastro planları yapıldıktan sonra hak sahiplerine verilecek tapuya esas teşkil edeceği; 15. maddesinin 2.fıkrasında, temel inşaatı tamamlanmış veya sömel betonları dökülmüş gecekonduların kendi katı içinde tamamlanması için “ruhsat” ve bitimini tevsikan da “kullanma izin belgesi” düzenleneceği, hükümlerine yer verilmiş; 2981 sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliğinin 19/H maddesinde de, 2981 sayılı Kanunun yukarıda sözü edilen 15/2 maddesine paralel  biçimde; “Temel inşaatı tamamlanmış veya sömel betonları atılmış durumdaki gecekondular ile imar mevzuatına aykırı yapıların, kendi katı içinde tamamlanması için, harçların ödenmesinden sonra, inşaat ruhsatı düzenlenir. Ruhsata uygun olarak bina tamamlandığında yapı kullanma izni verilir. / Kat kolonlarının yarısından fazlası dökülmüş olan imar mevzuatına aykırı yapıların bu katının tamamlanması için de bu hüküm uygulanır.” denilmiştir.

Anılan Mevzuat uyarınca yapılan tespit ve değerlendirme sonucunda, öngörülen koşullara uygunluğu saptanan ilgililere arsa veya hisse tahsis etmek ve bunlar adına tapuya tescil ettirmek, koşulları taşımayanların istemlerini ise reddetmek yetkisine sahip olan idarenin söz konusu uygulama işlemleri, kamu gücüne dayalı, re’sen ve tek yanlı nitelik taşımaktadır.

Anayasa’nın 125. maddesinin son fıkrasında, idarenin  kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğu kurala bağlanmış; 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2/1-b. maddesinde, idari eylem ve işlemlerden dolayı hakları ihlal edilenler tarafından açılan tam yargı davaları, idari dava türleri arasında sayılmıştır.

Olayda uyuşmazlığın; üzerinde temel inşaatı bulunması nedeniyle davacılara tapu tahsis belgesi verilen ve söz konusu temel üzerine 2981 sayılı Yasa ve buna ilişkin Uygulama Yönetmeliği hükümlerine göre inşaat ruhsatı alınarak inşaat (konut) yapılmaması nedeniyle tapusu verilmeyen 315 M2 lik taşınmazın parselasyon planında park ve otopark alanında kalması nedeniyle rayiç değerinin ödenmesi gerektiği iddiasına dayandığı  ve bu işlemler nedeniyle uğranılan zararın idarece giderilmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır.

Belirtilen durum karşısında, 2981 sayılı Yasa uyarınca tesis edilen işlemler sonucunda tapusu verilmeyen taşınmazın rayiç değerinin ödenmemesi nedeniyle, idarenin tazmin sorumluluğunun bulunup bulunmadığının idare hukuku ilkelerine göre saptanması gerekeceğinden; 2981 sayılı Yasa’da öngörülen  düzenlemeler ile buna dayalı imar uygulamasından doğan zararın giderilmesi istemine ilişkin bulunan davanın görüm ve çözümünde idari yargı yerleri görevli bulunmaktadır.

Açıklanan nedenlerle, Danıştay Başsavcılığınca yapılan başvurunun kabulü ile Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davalı idarenin görev itirazının reddi yolunda verilen kararın kaldırılması gerekmiştir.

 

SONUÇ: Davanın çözümünde İDARİ YARGININ görevli olduğuna, bu nedenle Danıştay Başsavcılığınca yapılan BAŞVURUNUN KABULÜ ile Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce, davalı idarenin görev itirazının reddi yolunda verilen 08.10.2008 gün ve E:2008/147 sayılı KARARININ KALDIRILMASINA, 01.02.2010 gününde OYBİRLİĞİ İLE KESİN OLARAK karar verildi.

 

2 Eylül

Düğünde takılan takılar kime aittir ?

T.C.
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
E. 2002/10498
K. 2003/770
T. 27.1.2003
4721/m.174
743/m.143
• BOŞANMA ( İktidarsızlık Nedeniyle – Davalının Kızlığının Bozulmadığı Belirtilerek Takılan Ziynetlerin İadesi İstenemeyeceği )
• EVLENME SIRASINDA KADINA VERİLEN HEDİYELER ( Boşanma Halinde Geri Verme Yükümlülüğü Bulunmadığı )
• ZİYNET EŞYALARI ( Evlenme Sırasında Kadına Hediye Edilen – Boşanma Halinde Geri Verme Yükümlülüğü Bulunmadığı )
ÖZET : Evlenme sırasında kadına hediye edilen ziynet eşyaları kadına aittir. Boşanma halinde geri verme yükümlülüğü yoktur.

DAVA : Davacı B.G. ve M.G. tarafından, davalı F.G. aleyhine 8.6.2001 gününde verilen dilekçe ile altın eşyaların aynen iadesi olmazsa değerinin tahsilinin istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne dair verilen 10.4.2002 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davalı tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü:

KARAR : Davacı M.G. davalı F.G. ile resmen evlendiklerini, evlenirken davalıya düğün hediyesi olarak ziynet eşyası taktıklarını, bir süre sonra davalının iktidarsızlık nedenine dayalı olarak boşanma davası açtığını, dava sonunda boşandıklarını ve davalının kızlığının bozulmadığını belirterek takılan ziynetlerin iadesini istemiştir. Mahkemece dava kabul edilmiştir.

Evlenme sırasında kadına armağan edilen ziynet eşyaları kadına aittir. Boşanma halinde geri verme yükümlülüğü yoktur. Mahkemenin davayı kabul gerekçesi olaya ve içtihatlara uygun değildir. Şu durumda, eşyaların geri alınması için bir neden olmadığına göre davanın reddi gerekirken yazılı şekilde kabul edilmiş olması bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ : Temyiz olunan kararın yukarıda gösterilen nedenle BOZULMASINA ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 27.1.2003 gününde oybirliğiyle karar verildi.

 

T.C.

YARGITAY

2. HUKUK DAİRESİ

E. 1995/10121

K. 1995/11061

T. 26.10.1995

• KOCAYA TAKILAN ZİYNETLERİN MÜLKİYETİ

• MÜLKİYET KARİNESİ

• ÖRF VE ADET GEREĞİNCE HÜKÜM ( Kocaya takılan ziynetler )

• HUKUKİ HAMİL

• HUKUKİ ZİLYET

743/m.1,898

ÖZET: Tarafların oturdukları bölgede,düğünde kim tarafından takılmış olursa olun, takılan ziynet eşyalarının geline ait olduğunu kabule elverişli, istisnasız herkes tarafından uyulan, istikrar kazanmış, örf ve adet varsa, kadını hukuki hamil kabul etmek gerekir.
Eksik tahkikatla, kocanın üzerine takılan eşyanın kocaya ait kabulü ile kadından istirdadına karar vermek isabetsizdir.
DAVA VE KARAR : Yukarıda tarihi, numarası, konusu ve tarafları gösterilen hükmün: Dairenin 25.5.1995 gün ve 5220/6296 sayılı ilamiyle onanmasına karar verilmişti. Adı geçen Dairemiz kararının düzeltilmesi istenilmekle, evrak okundu, gereği görüşülüp düşünüldü.
YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ KARARI:
Taraflar karı kocadır. Davacı bir kısım eşyasının davalıda kaldığını iddia etmiştir. Davalı da karşı dava dilekçesinde düğünde takılan bazı ziynet eşyasının kendisine takıldığını, karısında kaldığını ileri sürüp istirdadını istemişlerdir.
İhtilaf düğünde takılan bazı ziynet eşyasının taraflardan hangisine ait olduğu noktasında düğümlenmektedir.
“Menkul bir şeyin zilyeti onun maliki addolunur” ( M.K. 898 ). Taraflar bu karinenin aksini her türlü delil ile ispatlayabilirler.
Mahkeme söz konusu ziynet eşyasının kocaya takıldığını belirleyip isteği kabul etmiş, ancak yargılama sırasında kadın örf ve adet gereği tüm ziynet eşyasının kim tarafından hediye edilirse edilsin geline ait olacağını savunmuştur.
Medeni Kanunun 1. maddesi gereği Hakim Kanunda hüküm bulunmayan hallerde örf ve adet gereğince karar verme yetkisıne sahiptir. Taraflar zilyetlik karinesinin aksint her türlü delil ile ıspatlıyabileceklerine göre.burada örf ve adetin tesbiti önem taşımaktadır. Tarafların oturdukları bölgede, düğünde kim tarafından hediye edilmiş olursa olsun, takılan ziynet eşyasının geline ait olduğunu kabule elverişli istisnasız herkes tarafından uyulan, istikrar kazanmış örf ve adet varsa, kadını hukuki hamil kabul etmek gerekir. Bu yön gözetilmeden örf ve adet araştırılmadan, eksik tahkikatle düğün sırasında kocanın üzerine takılan eşyanın kocaya ait kabulü ile kadından istirdada karar verilmesi doğru değildir.
Bu ıtibarla hükmün bozulması gerekirken temyiz incelenıesi sırasında bu yön gözden kaçmış ve hüküm onanmış olmakla onama kararına kaldırılması ve hükmün bozulması uygun düşmüştür.

SONUÇ : Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunun 440 ve 442 maddeleri gereğince karar düzeltme isteğinin kabulüne onama kararının kaldırılmasına ve hükmün gösterilen sebeple ( BOZULMASINA ) oyçokluğuyla karar verildi.

MUHALEFET ŞERHİ: 
Temyiz ilamında yer alan açıklamalara göre Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunun 440. maddesinde sayılan sebeplerden hiçbirisine uygun olmayan karar düzeltme isteği yersizdir. Bu itibarla sayın çoğunluğun bozma görüşlerine katılmıyorum.
Üye
Ferman Kıbrıscıklı
Üye
Özcan Aksoy

Kaynak: Kazancı İçtihat Bilgi Bankası

 

T.C. YARGITAY
4.Hukuk Dairesi
E:2004/6794
K:2005/157
T:24.01.2005
• DÜĞÜNDE TAKILAN ALTIN VE PARA
• ZİYNET EŞYALARININ AYNEN VEYA BEDELİNİN İADESİ DAVASI
• EVİN İHTİYAÇLARININ KARŞILANMASI
• ZİYNETLERİN EVİN İHTİYACINDA KULLANILMASI
ÖZET : Davacıya düğünde takılan altın ile para bağış niteliğindedir ve davacının mülkiyetine geçmiştir. Medeni Kanun hükümlerine göre evin ihtiyacını karşılamak kocanın yükümlülüğü altındadır. Bunun içindir ki davalının altınları ailenin gereksinmeleri için harcanmış olması, bunları aynen veya bedelini ödeme yükümlüğünden kurtarmaz. Bu nedenle de davalı tarafından harcanmış para ve altın miktarı, dosyadaki tanık beyanları ve diğer deliller doğrultusunda belirlenerek davacıya verilmesi gerekir.
(743 s. Kanun m. 152)
Davacı Ayşegül Akay vekili Avukat Ertuğrul Katırcı tarafından, davalı Numan Akay aleyhine 5.07.2002 gününde verilen dilekçe ile davalı eşte kalan ev ve ziynet eşyaları ile paraların istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen 19.01.2004 günlü kararın Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü:
1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre davacının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları reddedilmelidir.
2- Davacının ziynet eşyalarına yönelik temyiz itirazına gelince; dava resmi evliler arasındaki ev ve ziynet eşyasının aynen iadesi veya bedellerinin ödettirilmesi istemine ilişkindir. Yerel mahkemece istem kısmen kabul edilmiş karar davacı yanca temyiz edilmiştir.
Dosyadaki kanıtlara ve taraf tanıklarının beyanlarına göre, davacının evlendiği tarihte davacıya düğün hediyesi olarak takılan para ve bir miktar küçük altının, evlilik sırasında davalı tarafından bozdurulup gereksinimlerine harcandığı anlaşılmaktadır.
Davacıya düğünde takılan altın ile para bağış niteliğindedir ve davacının mülkiyetine geçmiştir. Medeni Kanun hükümlerine göre evin ihtiyacını karşılamak kocanın yükümlülüğü altındadır. Bunun içindir ki davalının altınları ailenin gereksinmeleri için harcanmış olması, bunları aynen veya bedelini ödeme yükümlüğünden kurtarmaz. Bu nedenle de davalı tarafından harcanmış para ve altın miktarı, dosyadaki tanık beyanları ve diğer deliller doğrultusunda belirlenerek davacıya verilmesi gerekirken istemin bu bölümünün tümden reddedilmiş olması bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ : Temyiz olunan kararın yukarıda ( 2 ) nolu bentte gösterilen nedenlerle BOZULMASINA, diğer temyiz itirazlarının ise ( 1 ) sayılı bentte gösterilen nedenlerle reddine ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 24.01.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.

 

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2004/13-73
K. 2004/29
T. 28.1.2004

• İSTİRDAT DAVASI ( Çeyiz Senedindeki Ziynet Eşyalarının İadesi – Evlilik Birliğinin Borçlarına Harcandığı/Davalı İade Edilmemek Üzere Verildiğini Kanıtlamadıkça İade ve Tazmin İle Mükellef Olduğu )

• ÇEYİZ SENEDİNDEKİ ZİYNET EŞYALARI ( İstirdat Davası – Evlilik Birliğinin Borçlarına Harcandığı/Davalı İade Edilmemek Üzere Verildiğini Kanıtlamadıkça İade ve Tazmin İle Mükellef Olduğu )

• ZİYNET EŞYALARI ( Çeyiz Senedindeki/İstirdat Davası – Evlilik Birliğinin Borçlarına Harcandığı/Davalı İade Edilmemek Üzere Verildiğini Kanıtlamadıkça İade ve Tazmin İle Mükellef Olduğu )

• İSPAT YÜKÜ ( Davalının Çeyiz Senedindeki Ziynet Eşyalarının İade Edilmemek Üzere Verildiğini Kanıtlaması Gereği – Aksi Halde İade ve Tazmin İle Mükellef Olduğu )

• TAZMİN MÜKELLEFİYETİ ( Davalının Çeyiz Senedindeki Ziynet Eşyalarının İade Edilmemek Üzere Verildiğini Kanıtlaması Gereği – Aksi Halde İade ve Tazmin İle Mükellef Olduğu )

4721/m.185, 186, 188

ÖZET : Taraflar ve tanıklarca imzalanan çeyiz senedindeki davacıya ait ziynet eşyalarının davalıya teslim edildiği, davacı tarafından evden ayrılırken götürülmediği, aksine bozdurularak davalı adına araba alındığı onun da satılarak evlilik birliğinin borçlarına harcandığı konusunda bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Çeyiz senedindeki ziynet eşyalarının iadesi istemine ilişkin davada, sözleşme hukuku kurallarına göre davalı, iade edilmemek üzere söz konusu ziynet eşyalarının kendisine verildiğini kanıtlamadıkça iade ve tazmin ile mükelleftir.

KARAR : Dava istirdat istemine ilişkindir.

Davacı kadın 19.7.2002 tarihli dava dilekçesinde, aralarında boşanma davası devam eden davalı ile ayrı yaşadıklarını, çeyiz senedindeki eşyaların kendine iade edilmediğini beyanla, aynen iadesini, olmadığı takdirde dava tarihindeki değerinin faizi ile ödenmesini talep etmiştir.

Davalı, çeyiz senedindeki ziynet eşyaları dışındaki eşyaların iade edildiğini, ziynet eşyalarının ise davacı tarafından kendisine bağışlandığını paraya çevrilerek araba satın alındığını, daha sonra arabanın da satılarak evlilik birliğinin borçlarının ödendiğini beyanla davanın reddini istemiştir.

Mahkemenin davanın reddine dair verdiği karar, yukarıda belirtilen nedenlerle Özel Dairece bozulmuştur.

Mahkemece, davanın açıldığı tarihte yürürlükte olan 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 185/2, 186/son ve 188/1 maddeleri karşısında, evin infak ve iaşesinin sadece kocaya ait olduğu yönündeki bozma gerekçesinin kabul edilemeyeceği, Türk Medeni Kanunu’nda eşlerin birliğin giderlerine güçleri oranında emek ve mal varlıkları ile katılacaklarının belirtildiği, çeyiz senedindeki ziynet eşyalarının paraya çevrilerek araba alındığı ve daha sonra arabanın da satılarak birliğin borçlarının ödendiği, davalının elinde kalmadığı” gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.

Taraflar ve tanıklarca imzalanan 20.6.1999 tarihli çeyiz senedindeki davacıya ait ziynet eşyalarının davalıya teslim edildiği, davacı tarafından evden ayrılırken götürülmediği, aksine bozdurularak davalı adına araba alındığı onun da satılarak evlilik birliğinin borçlarına harcandığı konusunda bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Dava, çeyiz senedindeki ziynet eşyalarının iadesi istemine ilişkin olup, sözleşme hukuku kurallarına göre davalı, iade edilmemek üzere söz konusu ziynet eşyalarının kendisine verildiğini kanıtlamadıkça iade ve tazmin ile mükelleftir.

Somut olayda davalı, ziynet eşyalarının kendisine bağışlandığını iddia etmiş ise de, bunların bağışlandığı harcamaların davacının isteği ve onayı ile yapıldığı kanıtlanamadığından davalının aynen iade veya tazminle sorumlu tutulmasına karar verilmesi gerekirken davanın reddi isabetsizdir.
O halde, yukarıda belirtilen bu nedenlerle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile,direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının iadesine, 28.1.2004 gününde oybirliği ile karar verildi.

1 Eylül

Evlat edinme işleminin iptali davası ile ilgili davalarda 5 yıllık hak düşürücü sürenin iptaline ilişkin AYM kararı

Anayasa Mahkemesi Başkanlığı

Esas Sayısı : 2012/35

Karar Sayısı : 2012/203

Karar Günü : 27.12.2012

Özet: Haklı nedenlerle evlatlık ilişkisinin kaldırılması ile ilgili sebebi, evlat edinme kararının kesinleştiği tarihten itibaren beş yıllık süre dolduktan sonra öğrenen kişinin, durumu geç öğrenmesine yol açan haklı nedenin varlığı değerlendirilmeden dava hakkını beş yıllık hak düşürücü süreye bağlayan itiraz konusu kural ile kişinin dava açma hakkı ölçüsüz bir şekilde sınırlanmakta ve hak arama hürriyetinin özü zedelenmektedir.

İTİRAZ YOLUNA BAŞVURAN : Yargıtay İkinci Hukuk Dairesi

İTİRAZIN KONUSU : 22.11.2001 günlü, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 319. maddesinde yeralan “…ve her halde evlât edinme işleminin üzerinden beş yıl…” ibaresinin, Anayasa’nın 2., 11., 13. ve 36. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptaline karar verilmesi istemidir.

I- OLAY

Aile mahkemesince, evlat edinme işleminin üzerinden 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 319. maddesinde öngörülen beş yıllık hak düşürücü sürenin geçmesi gerekçe gösterilerek reddedilen davanın temyiz incelemesini yapan ve itiraz konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu kanısına varan Yargıtay İkinci Hukuk Dairesi sözkonusu ibarenin iptali için başvurmuştur.

II- İTİRAZIN GEREKÇESİ

Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir:

“Davacı, evlat edinmeyi ve bu ilişkinin kaldırılması sebebini öğrendiği tarihten başlayarak bir yıl içinde dava hakkını kullanmıştır. Ancak evlat edinme işleminin üzerinden beş yıl geçtiği için davası reddedilmiştir. Evlatlık ilişkinin kaldırılmasına ilişkin dava hakkının kullanılmasını, “evlat edinme işlemden itibaren beş yılla sınırlayan” Türk Medeni Kanununun 319. maddesi hükmü, Anayasanın 2., 11., 13. ve 36. maddelerine aykırıdır. Şöyle ki;

Anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken “…Türkiye Cumhuriyeti’nin, bir hukuk devleti” olduğu belirtilmiş; 11. maddesi ise “Anayasa hükümlerinin, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu, kanunların Anayasaya aykırı olamayacağını”, 36. maddesi, “herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip bulunduğunu” hükme bağlamış, 13. maddesinde ise, “temel hak ve hürriyetlerin özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı” belirtilmiştir.

Evlat edinme ile, evlat edinenle evlatlık arasında doğal soybağına yakın bir soybağı ilişkisi kurulmaktadır.(TMK. m. 282/2) Bunun sonucu olarak evlat edinme ile, ana ve babaya ait hak ve yükümlülükler evlat edinene geçmektedir. (TMK. m. 314) Türk Medeni Kanunu, evli bir kimsenin tek başına evlat edinmesine, Kanunda sayılan belirli durumlarda izin vermiş, bunun dışında evli bir kimsenin tek başına evlat edinmesinin mümkün olmadığını, eşlerin ancak birlikte evlat edinebileceklerini hükme bağlamıştır. Kanunun “eşler ancak birlikte evlat edinebilirler” (m.306/1) hükmü ile evli bir kimsenin, birlikte evlat edinmenin imkansız olduğu bazı durumlarda tek başına evlat edinmesine imkan veren 307. maddesinin ikinci fıkrasının iptali isteği, Anayasa Mahkemesine itiraz yoluyla götürülmüş, Yüksek Mahkeme, 9.7.2009 tarihli, 2004/38 esas, 2009/108 karar sayılı kararıyla, bu hükümlerin Anayasa’ya aykırı olmadığı sonucuna vararak itiraz başvurusunu reddetmiştir. Kanun, kurulmuş olan evlatlık ilişkisinin kaldırılmasını gerektiren sebepleri 317. ve 318. maddesinde göstermiştir. 318. madde “evlat edinme esasa ilişkin diğer noksanlıklardan biriyle sakatsa, Cumhuriyet savcısı veya her ilgilinin, evlatlık ilişkisinin kaldırılmasını isteyebileceğini…” hükme bağlamış, “noksanlıklar bu arada ortadan kalkmış veya sadece usule ilişkin olup, ilişkinin kaldırılması evlatlığın menfaatini ağır biçimde zedeleyecek olursa bu yola gidilemeyeceğini” öngörmüştür. Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilen somut olayda, evli bir kimse, birlikte evlat edinmenin imkansız olduğu Kanunda gösterilen belli durumlar bulunmadığı halde, tek başına evlat edinmiştir. Başka bir ifade ile, Kanunun izin vermediği bir evlatlık ilişkisi kurulmuştur. Kanun, 319. maddesinde dava hakkının “evlatlık ilişkisinin kaldırılması sebebinin öğrenilmesinden başlayarak bir yıl ve her halde evlat edinme işleminin üzerinden beş yıl geçmekle düşeceğini” hükme bağlamıştır. Bu maddede öngörülen “ve her halde evlat edinme işleminin üzerinden beş yıl geçmekle dava hakkının düşeceğine” ilişkin düzenlemenin altında yatan temel sebep, evlat edinme ile kurulan soybağı ilişkisi üzerindeki çekişmeyi bitirmek ve bu ilişkinin her zaman dava ile ortadan kaldırılabilmesi imkanını vermemek suretiyle ilişkiye istikrar kazandırmaktır. Kuşkusuz kanun koyucunun bu amacı, Kanunun izin verdiği bir evlatlık ilişkisi kurulmuş ise anlaşılabilir. Ortada Kanunun kesin biçimde yasakladığı bir evlatlık ilişkisi söz konusu ise, bu ilişkinin kaldırılmasını dava etme hakkının, işlem tarihinden itibaren beş yılla sınırlandırılması, kanuna aykırı bir ilişkiyi ilelebet sürdürmek anlamına gelir ki, yasa koyucunun bunu arzulamadığı açıktır. O nedenle, madde metnindeki “ve her halde evlat edinme işleminin üzerinden beş yıl” ifadesi Anayasanın 2. maddesindeki “hukuk devleti” ilkesiyle bağdaşmaz.

Öte yandan, Anayasanın 13. maddesi, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceğini, … bu sınırlamaların, … ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağını” hükme bağlamıştır. Hukuk devletinin bir gereği olan “ölçülülük” ilkesi yasa koyucu için bağlayıcıdır. Bu ilke, Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında vurgulandığı gibi “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık” ilkelerini içerir. “Elverişlilik”, getirilen kuralın ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, “gereklilik”, getirilen kuralın, ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve “orantılılık” ise, getirilen kural ile ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade eder. (Anayasa Mahkemesinin 27.10.2011 tarihli 2010/71 esas, 2011/143 karar sayılı kararı.) Ölçülülük ilkesi nedeniyle Devlet, sınırlamadan beklenen kamu yararı ile bireyin hak ve özgürlükleri arasında adil bir dengeyi sağlamakla yükümlüdür. İtiraz konusu kural, “dava hakkını” ölçüsüz şekilde sınırladığından Anayasanın 13. maddesine ve Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır” şeklindeki 11. maddesine aykırı bir düzenlemedir. Anayasaya göre “herkes, meşru vasıta ve yollardan yararlanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Bu hak, Anayasa’da herhangi bir sınırlamaya tabi tutulmamıştır. İtiraz konusu kural, kişinin dava açma hakkını ölçüsüz bir şekilde sınırlandırmakta ve hakkın özüne dokunmaktadır. Somut olayda davacının, eşi sağ iken böyle bir dava açmakta korunmaya değer bir hukuki yararı bulunmadığından (Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 7.12.1955 tarihli ve 11/24 sayılı kararı.) o ancak eşinin ölümünden sonra bu hakkını kullanabilecektir. Böyle bir halde, evlat edinme işleminin üzerinden beş yıl geçmiş ise, başka bir ifade ile, olayda olduğu gibi eşi, evlat edinme işleminin üzerinden beş yıl geçtikten sonra ölmüş ise, işlem üzerinden beş yıl geçmiş olduğu için davacı hiçbir zaman dava açamayacak demektir. O nedenle sözü edilen kuralın, “hak arama özgürlüğünün” özüne dokunduğundan Anayasanın 36. maddesine de aykırı olduğu kanaatine varılmıştır.

Öte yandan; Anayasa Mahkemesi; kocanın soybağının reddi davası açma hakkını “her halde doğumdan başlayarak beş yılla” sınırlayan Türk Medeni Kanununun 289. maddesinin birinci fıkrasındaki “…her halde doğumdan başlayarak beş yıl. .” ibaresini, 25.6.2009 tarihli, 2008/30 esas, 2009/96 karar sayılı kararıyla Anayasaya aykırı bulmuş ve iptal etmiştir (R.G. 7.10.2009 gün ve 27369 sayı.) Babalık davasında da, çocuğun dava hakkını ergin olduğu tarihten itibaren bir yıllık hak düşürücü süreye bağlayan Türk Medeni Kanununun 303. maddesinin ikinci fıkrasındaki “…hiç kayyım atanmamışsa çocuğun ergin olduğu tarihte işlemeye başlar…” hükmünü, 27.11.2011 tarihli, 2010/71 esas, 2011/143 karar sayılı kararıyla yine Anayasaya aykırı görerek iptal etmiş, bu hükmün iptali nedeniyle aynı maddenin ikinci fıkrasının kalan bölümünün de uygulanma olanağı kalmadığından iptaline karar vermiştir. (R.G. 7.2.2012 gün, 28197 sayı) Bu kararlarda ortaya konulan iptal gerekçeleri, evlat edinenle evlatlık arasındaki soybağı tesis eden “evlat edinme işleminin kaldırılması davası” için de geçerli olmak gerekir.

KARAR: Yukarıda açıklanan sebeplerle;

1- Davada uygulanacak kural niteliğinde olan Türk Medeni Kanununun 319. maddesinde yer alan “…ve her halde evlat edinme işleminin üzerinden beş yıl…” şeklindeki düzenlemenin; Anayasanın 2, 11, 13. ve 36. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, sözü edilen hükmün iptali için, Anayasanın 152′nci ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40′ncı maddesi gereğince Anayasa Mahkemesine itiraz başvurusunda bulunulmasına,

2- Temyiz incelemesi bakımından, Anayasa Mahkemesine itiraz başvurusunun bekletici mesele sayılmasına, Anayasanın 152/3. ve 6216 sayılı Kanunun 40/5. maddesi gereğince, davanın temyiz incelemesinin, işbu başvurunun Anayasa Mahkemesinin kaydına giriş tarihinden itibaren beş ay süreyle bekletilmesine,

3- Gerekçeli başvuru kararının aslının, dava dosyası içindeki belgelerin aslına uygunluğu onaylı örneklerinin dizi listesine bağlanarak Anayasa Mahkemesine gönderilmesine oybirliğiyle karar verildi.”

III- YASA METİNLERİ

A- İtiraz Konusu Yasa Kuralı

22.11.2001 günlü, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun itiraz konusu kuralın da yer aldığı 319. maddesi şöyledir:

Hak düşürücü süre

Madde 319- Dava hakkı, evlâtlık ilişkisinin kaldırılması sebebinin öğrenilmesinden başlayarak bir yıl ve her hâlde evlât edinme işleminin üzerinden beş yıl geçmekle düşer.”

B- Dayanılan Anayasa Kuralları

Başvuru kararında, Anayasa’nın 2., 11., 13. ve 36. maddelerine dayanılmıştır.

IV- İLK İNCELEME

Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 8. maddesi gereğince Serruh KALELİ, Alparslan ALTAN, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Zehra Ayla PERKTAŞ, Recep KÖMÜRCÜ, Burhan ÜSTÜN, Engin YILDIRIM, Nuri NECİPOĞLU, Hicabi DURSUN, Celal Mümtaz AKINCI ve Erdal TERCAN’ın katılımlarıyla 18.4.2012 günü yapılan ilk inceleme toplantısında, dosyada eksiklik bulunmadığından işin esasının incelenmesine OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.

V- ESASIN İNCELENMESİ

Başvuru kararı ve ekleri, Raportör Fatma BABAYİĞİT tarafından hazırlanan işin esasına ilişkin rapor, itiraz konusu yasa kuralı, dayanılan Anayasa kuralları ve bunların gerekçeleri ile diğer yasama belgeleri okunup incelendikten sonra gereği görüşülüp düşünüldü:

Başvuru kararında, itiraz konusu kural ile Kanun’un kesin biçimde yasakladığı bir evlatlık ilişkisinin kaldırılmasını dava etme hakkının, işlem tarihinden itibaren beş yılla sınırlandırılmasının Kanun’a aykırı bir ilişkiyi ilelebet sürdürmek anlamına geleceği; bu durumun hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacağı gibi dava hakkını ölçüsüz şekilde sınırladığı ve hak arama özgürlüğünün özüne dokunduğu belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 11., 13. ve 36. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

Kanun’un itiraz konusu kuralın da yer aldığı 319. maddesi uyarınca, evlatlık ilişkisinin kaldırılmasına ilişkin dava hakkı, ilişkinin kaldırılmasını gerektiren sebebin öğrenilmesinden itibaren bir yıl ve her hâlde evlat edinme işleminin üzerinden beş yıl geçmekle düşmektedir. Beş yıllık süre, evlat edinme kararının kesinleştiği tarihten itibaren başlamaktadır.

Evlatlık ilişkisinin kaldırılması için öngörülen süreler, hak düşürücü süre olduğundan, hâkim tarafından yargılamanın her aşamasında kendiliğinden nazara alınacaktır. Bu nedenle Kanun’da öngörülen süre geçmiş ise dava, hak düşürücü sürenin geçirilmesi nedeniyle reddedilecektir.

Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.

Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir.

Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri mahkemeye erişim hakkıdır. Bu hak, hukuki bir uyuşmazlığın bu konuda karar verme yetkisine sahip bir mahkeme önüne taşınması hakkını da kapsar. Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte, bunun hiçbir şekilde sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olduğu söylenemez. Özel sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların da hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu kabul edilmektedir. Ayrıca, hakkı düzenleyen maddede herhangi bir sınırlama nedenine yer verilmemiş olsa da, Anayasa’nın başka maddelerinde yer alan kurallara dayanarak bu hakların sınırlandırılması da mümkün olabilir. Dava açma hakkının kapsamına ve kullanımına ilişkin düzenlemelerin hak arama özgürlüğünün doğasından kaynaklanan sınırları ortaya koyan ve hakkın norm alanını belirleyen kurallar olduğu açıktır. Ancak, bu sınırlamalar Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan güvencelere aykırı olamaz.

Anayasa’nın 13. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere yönelik sınırlamalar, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı gibi, hak ve özgürlüklerin özlerine de dokunamaz. Hak arama özgürlüğü demokratik hukuk devletinin vazgeçilmez unsurlarından biri olup tüm bireyler açısından mümkün olan en geniş şekilde güvence altına alınmalıdır. Diğer taraftan, hukuki işlem ve kuralların sürekli dava tehdidi altında bulunması hukuk devletinin unsurları olan hukuki istikrar ve hukuki güvenlik ilkeleriyle bağdaşmaz.

Anayasa’nın 41. maddesinde, Türk toplumunun temeli olarak tanımlanan aile ve çocukların yüksek çıkarının korunması için tedbirler alınması devlete verilmiş bir ödevdir. Çocuğun korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça biyolojik anne ve babası ile kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahip olduğu düşünüldüğünde, bu hakkı ve işlevselliğini koruyan hak arama özgürlüğünü zedeleyecek nitelikteki kuralın, gözetilmesi gereken birey ve kamu yararı arasındaki adil dengeyi koruduğu söylenemeyecektir.

İtiraz konusu kuralda, evlatlık ilişkisinin kaldırılması davasının belli sürelerle sınırlandırılmasındaki amacın, çocuğun ve ailenin devamlı olarak dava tehdidi altında bulundurulmasını engelleyerek evlat edinme ilişkisine istikrar kazandırmak, aileyi ve çocuğu korumak, ailenin ve toplumun huzurunun bozulmasını önlemek olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, Kanun’da kişinin kusuru olmaksızın, onu, vaktinde dava açmaktan alıkoyan haklı nedenlerin varlığından dolayı evlat edinme işleminin ortadan kaldırılması davasının süresinde açılamaması durumu için herhangi bir düzenleme öngörülmemiştir. Kanun’a göre evlat edinme kararının kesinleştiği tarihten itibaren beş yıllık süre geçtikten sonra, gecikmeyi haklı kılan bir neden olsa bile evlat edinme işleminin kaldırılmasına ilişkin dava, süre yönünden reddedilecektir. Haklı nedenlerle evlatlık ilişkisinin kaldırılması ile ilgili sebebi, evlat edinme kararının kesinleştiği tarihten itibaren beş yıllık süre dolduktan sonra öğrenen kişinin, durumu geç öğrenmesine yol açan haklı nedenin varlığı değerlendirilmeden dava hakkını beş yıllık hak düşürücü süreye bağlayan itiraz konusu kural ile kişinin dava açma hakkı ölçüsüz bir şekilde sınırlanmakta ve hak arama hürriyetinin özü zedelenmektedir.

Açıklanan nedenlerle, itiraz konusu kural Anayasa’nın 2., 13. ve 36. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.

Kuralın, Anayasa’nın 11. maddesi ile ilgisi görülmemiştir.

Mehmet ERTEN bu görüşe farklı gerekçeyle katılmıştır.

VI- İPTAL KARARININ YÜRÜRLÜĞE GİRECEĞİ GÜN SORUNU

Anayasa’nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasında, “Kanun, kanun hükmünde kararname ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların hükümleri, iptal kararlarının Resmî Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkar. Gereken hallerde Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi ayrıca kararlaştırabilir. Bu tarih, kararın Resmî Gazetede yayımlandığı günden başlayarak bir yılı geçemez.” denilmekte, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 66. maddesinin (3) numaralı fıkrasında da bu kural tekrarlanmaktadır.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 319. maddesinde yer alan “…ve her halde evlât edinme işleminin üzerinden 5 yıl…” ibaresinin iptal edilmesi nedeniyle, doğacak hukuksal boşluk kamu yararını ihlal edecek nitelikte görüldüğünden, Anayasa’nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasıyla 6216 sayılı Kanun’un 66. maddesinin (3) numaralı fıkrası gereğince iptal hükmünün, kararın Resmî Gazete’de yayımlanmasından başlayarak altı ay sonra yürürlüğe girmesi uygun görülmüştür.

VII- SONUÇ

1- 22.11.2001 günlü, 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu’nun 319. maddesinde yer alan “…ve her hâlde evlât edinme işleminin üzerinden beş yıl…” ibaresinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE,

2- 4721 sayılı Kanun’un 319. maddesinde yer alan “…ve her hâlde evlât edinme işleminin üzerinden beş yıl…” ibaresinin iptal edilmesi nedeniyle, Anayasa’nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasıyla 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 66. maddesinin (3) numaralı fıkrası gereğince İPTAL HÜKMÜNÜN, KARARIN RESMÎ GAZETE’DE YAYIMLANMASINDAN BAŞLAYARAK ALTI AY SONRA YÜRÜRLÜĞE GİRMESİNE,

27.12.2012 gününde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

29 Ağustos

Kiracının mecuru teslimi ile ilgili ispat şartı

YARGITAY

6. HUKUK DAİRESİ

E. 2004/10233

K. 2005/1344

T. 22.2.2005

• İTİRAZIN İPTALİ ( Kira Bedellerinin ve Apartman Aidatlarının Ödenmemesi Üzerine Başlatılan İcra Takibine Vaki İtiraz )

• KİRA İLİŞKİSİNİN SONA ERDİRİLMESİ İÇİN KİRACI TARAFINDAN ÇEKİLEN İHTARNAME ( İhtarın Kira Sözleşmesinin Yenilenmesinden Sonra çekilmesi Nedeniyle Hüküm İfade Etmemesi )

• MECURUN TESLİMİ ( Kiracının Mecuru Teslim Ettiğini Kanıtlayamaması Nedeniyle Kiralayanın Beyanına İtibar Edilmesinin Gerekmesi )

• İSPAT YÜKÜ ( Kiralananın Teslim Edildiğinin Kiracı Tarafından İspatlanamaması Durumunda Kiralayanın Beyanına İtibar Edilmesinin Gerekmesi )

2004/m.269

818/m.266

ÖZET : Uyuşmazlık kiralananın boşaltıldığı tarih ile talep edilen kira miktarına ilişkindir. Davalı her ne kadar 01.03.2002 tarihinde gönderdiği ihtarname ile akdi yenilemeyeceğini ileri sürmüş ise de bu ihtarı keşide eden davalı değil, HCI Sağlık Hizmetleri Ltd.Şti.’dir. Bir an için ihtarın davalı tarafından keşide edilmiş olduğu kabul edilse dahi sözleşme yenilendikten sonra keşide edildiğinden hukuki sonuç doğurmaz. Davalı kiralananı 03.03.2002 tarihinde tahliye ettiğini savunmuş, davacı ise buna karşı çıkarak anahtarın teslim edilmediğini, yasal bir teslim yapılmadığını iddia ederek taşınmazın 05.02.2003 tarihinde teslim alındığını ileri sürmüştür. Davalı teslimi kanıtlayamadığına göre davacının beyanına itibar etmek gerekir.
DAVA : Mahalli mahkemesinden verilmiş bulunan yukarıda tarih ve numarası yazılı itirazın iptali davasına dair karar davacı-davalı tarafından süresi içinde temyiz edilmiş olmakla dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR : Dava, kira bedellerinin ve apartman aidat bedellerinin ödenmemesi sebebiyle başlatılan icra takiplerine yapılan itirazların iptali isteğine ilişkindir. Mahkeme davanın kısmen kabulüne karar vermiş, hüküm her iki taraf vekili tarafından temyiz edilmiştir.
1- Dosya kapsamına, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerekçelere göre davalı vekilinin temyiz itirazları yerinde değildir.
2- Davacının temyiz itirazına gelince; taraflar arasında düzenlenen ve hükme dayanak yapılan 05.02.1996 başlangıç tarihli bir yıl süreli kira sözleşmesi hususunda taraflar arasında bir uyuşmazlık yoktur. Uyuşmazlık kiralananın boşaltıldığı tarih ile talep edilen kira miktarına ilişkindir. Davalı her ne kadar 01.03.2002 tarihinde gönderdiği ihtarname ile akdi yenilemeyeceğini ileri sürmüş ise de bu ihtarı keşide eden davalı değil, HCI Sağlık Hizmetleri Ltd.Şti.’dir. Bir an için ihtarın davalı tarafından keşide edilmiş olduğu kabul edilse dahi sözleşme yenilendikten sonra keşide edildiğinden hukuki sonuç doğurmaz. Davalı kiralananı 03.03.2002 tarihinde tahliye ettiğini savunmuş, davacı ise buna karşı çıkarak anahtarın teslim edilmediğini, yasal bir teslim yapılmadığını iddia ederek taşınmazın 05.02.2003 tarihinde teslim alındığını ileri sürmüştür. Davalı teslimi kanıtlayamadığına göre davacının beyanına itibar etmek gerekir. Kira parasının belirlenmesine ilişkin hususa gelince, 05.02.2001 tarihinde başlayan dönem aylık kira bedelinin 300.000.000.-TL ( 300.-YTL ) olduğu hususunda bir uyuşmazlık yoktur. Dosyaya ibraz edilen ve hükme dayanak yapılan 05.02.1996 başlangıç tarihli, bir yıl süreli kira sözleşmesinin 5. maddesinin son cümlesinde yıllık kira artışının %65 olacağı kararlaştırılmıştır. Taraflar bu artış şartına sözleşme kurulduğundan beri itirazda bulunmadıkları gibi yargılamada da karşı çıkmamışlardır. O halde dava dilekçesindeki talep konusu kira dönemi için kira bedeli, bir önceki dönem kirası olan 300.000.000.-TL’ya ( 300 YTL ) %65 oranında yapılacak artışla bulunacak rakam olmalıdır. Ne var ki davacı bu artış şartından ayrılarak son dönem aylık kira bedelinin bu miktardan daha az olan 400.000.000.-TL ( 400 YTL ) olduğunu kabul etmiştir. Talepten fazlaya hükmedilemeyeceğine göre son dönem aylık kira bedelinin 400.000.000.-TL ( 400.-YTL ) olduğunun kabulü gerekir. Uyuşmazlığın bu esaslar dairesinde çözümlenmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırıdır.
Hüküm bu nedenle bozulmalıdır.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün BOZULMASINA, istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene davacıya iadesine, 22.02.2005 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

T.C.

YARGITAY

13. HUKUK DAİRESİ

E. 2004/3374

K. 2004/12599

T. 23.9.2004

• İSTİRDAT TALEBİ ( Kiracının Kira Sözleşmesini Süresinden Önce Feshetmesi ve Anahtarı Notere Tevdi Etmesi ve Kira Akdinin Devam Ettiğini Söyleyen Kiralayanca Kira Bedellerinin İcra Vasıtasıyla Tahsili – Anahtarın Notere Tevdii Hususu Kiralayana Bildirilmişse Tebliğ Tarihinden İtibaren Ne Kadar Süre İçinde Aynı Koşullarla Kiraya Verilebileceği Araştırılarak Fazla Ödeme Varsa İstirdadı Gereği )

• KİRACININ KİRA SÖZLEŞMESİNİ SÜRESİNDEN ÖNCE FESHETMESİ VE ANAHTARI NOTERE TEVDİ ETMESİ ( Kiralayanın Fesihten Sonraki Aylara Ait Kira Bedellerini İcra Vasıtasıyla Tahsili – Kiracının İstirdat Talebi )

• ANAHTARI NOTERE TEVDİ EDEREK KİRA AKDİNİ SÜRESİNDEN ÖNCE FESHEDEN KİRACI ( Kiralayanın Taşınmazı Yeniden Aynı Koşullarla Kiraya Verebileceği Süre İçin Kira Bedeli Ödeme Yükümlülüğü – İcra Vasıtasıyla Tahsil Edilen Kira Bedellerinin İstirdadı Talebinde Kiracının Sorumlu Olduğu Miktar Tesbit Edilerek Varsa Fazla Ödemelerin İstirdadına Karar Verilmesi Gereği )

818/m.44,98

1086/m.87

ÖZET : Davacı kiracı 9.7.2001 tarihli ihtarname ile kira sözleşmesini 29.7.2001 tarihi itibariyle feshettiğini ve mecuru 29.7.2001 tarihi itibariyle tahliye ve teslim edeceğini bildirmiş, davalı ihtara verdiği cevapta tek taraflı feshi kabul etmediğini bildirmiştir. Ardından davacı 17.8.2001 tarihli düzenleme şeklinde emanet tutanağı ile anahtarı notere teslim etmiştir. Mahkemece emanet tutanağının davalıya tebliğ edilip edilmediği üzerinde durulmamıştır. Davacı, 11.12.2001 tarihinde mahkemeye müracaatla mecurun hali hazırda boş olup olmadığının tespiti ile, anahtarların teslimi hususunda tevdi mahalli tayinine karar verilmesini istemiş, ancak mahkemece taşınmazın boş olduğu tespit edilmesine rağmen, tevdi mahalline ilişkin talebin reddine karar verildiği anlaşılmaktadır. Davacının keşide ettiği ihtarlar, davalının kira bedelinin ödetilmesi için giriştiği icra takibine karşı davalının itirazı sonucu itirazın kaldırılması davalarında, davacının taşınmazı 27.8.2001 tarihinde boşaltarak anahtarı notere teslim ettiğine ilişkin İcra Tetkik Merciindeki savunmaları karşısında, davalı kiralayanın taşınmazın anahtarının kendisine teslim edilmediğinden bahisle, kira akdinin devam ettiği iddiası, MK’nın 2. maddesi anlamında hakkın kötüye kullanılması olup, kanun bunu himaye etmez.
O nedenle mahkemece yapılacak iş; taşınmazın anahtarının notere teslim edildiğine ilişkin tutanak davalıya tebliğ edilmiş ise bu tarihten, tebliğ edilmemiş ise 11.12.2001 tarihinden itibaren mecurun, taraflar arasındaki kira sözleşmesindeki koşullarla ne kadar süre içerisinde kiraya verilebileceği, bu konuda uzman bilirkişi marifetiyle öncelikle saptanmalı ve saptanacak bu kira bedelinden, davacı kiracının sorumlu olduğu kabul edilerek, fazla ödenen kira bedeli varsa, istirdadına karar verilmelidir.
DAVA : Taraflar arasındaki menfi tespit davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün davacı avukatınca duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine temyiz dilekçesinin süresinde olduğu saptanarak dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : Davacı şirket, davalıya ait taşınmazda 1.11.1999 başlangıç tarihli ve 10 yıl süreli kira sözleşmesi ile aylık 7500 Dolar kira bedeli ile kiracıyken, ortaya çıkan ekonomik kriz nedeni ile kira sözleşmesini 29.7.2001 tarihi itibariyle feshettiğine ilişkin 12.7.2001 tarihli ihtarnameyi davalıya keşide ettiğini, davalının anahtarı teslim almaktan kaçındığını, bu nedenle anahtarın notere teslim edildiğini, davalının ise Ağustos ayı kira bedelinin tahsili için icra takibinde bulunarak ardından itirazın kaldırılması davası açtığını, İcra Tetkik Merciince itirazın kaldırılması kararının kesinleştiğini, davalının yine kötüniyetli olarak takip eden her ay kira bedellerinin ödetilmesi için icra takiplerine devam ettiğini, vaki itirazı üzerine itirazın kaldırılması yoluna gittiğini, sınırlı yetkili mercide, feshin sebepleri incelenmeden itirazın kaldırılmasına karar verildiğini ve icra takipleri sonunda, tahliyeden sonraki Ağustos, Eylül, Ekim, Kasım, Aralık 1999 ve Ocak, Şubat, Mart 2000 ayları kira bedelini 116.966.927.942 TL olarak ödemek zorunda kaldığını, ayrıca 2002 Nisan ayı dahil Ekim ayına kadar 6 aylık kira bedelinin ödetilmesi için de hakkında girişilen takibin devam etmekte olduğunu ileri sürerek, fazlaya ilişkin hakkı saklı kalmak üzere, davalıya haksız olarak ödenen 116.966.927.942 TL’nin ödeme tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile istirdadını ve gelecek 19 ay kira bedeli olan 142.800 Dolar için ödeme tehdidi altında bulunan şirketin kira borcunun bulunmadığının tespitine karar verilmesini istemiştir, davacı 25.9.2003 tarihinde verdiği ıslah dilekçesi ile de 2002 Nisan ve Eylül arası kira bedelini icra tehdidi altında ödediğini ileri sürerek, 133.303.000.000 TL’nin faizi ile birlikte istirdadını istemiştir.
Davalı, taşınmazın anahtarının kendisine teslim edilmediğini, tek taraflı olarak sözleşmenin feshinin yasal olmadığını bildirerek, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.
1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre davacının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan diğer temyiz itirazlarının reddi gerekir.
2- Taraflar arasında kurulduğu anlaşılan 1.11.1999 başlangıç tarihli ve 10 yıl süreli kira sözleşmesinin, davacı tarafından tek taraflı ve haksız olarak feshedildiği uyuşmazlık konusu değildir. Bu durumda kural olarak kiracı, kira süresinin sonuna kadar gerçekleşecek kira parasından, sorumludur. Ne var ki davalı kiralayanın da, kiralananı yeniden kiraya verebilme gayreti içine girmesi ve böylece zararın artmasını önlemesi BK. 98. maddesi delaletiyle aynı Kanunun 44. maddesi hükmü gereğidir. Şu halde davacı, kiracının kira bedelinden sorumluluğu, kiralananın tahliye edildiği tarihten itibaren, aynı koşullarla yeniden kiraya verilebileceği güne kadar gerçekleşecek kira parasından ibarettir.
Davacı kiracı 9.7.2001 tarihli ihtarname ile kira sözleşmesini 29.7.2001 tarihi itibariyle feshettiğini ve mecuru 29.7.2001 tarihi itibariyle tahliye ve teslim edeceğini bildirmiş, davalı ihtara verdiği cevapta tek taraflı feshi kabul etmediğini bildirmiştir. Ardından davacı 17.8.2001 tarihli düzenleme şeklinde emanet tutanağı ile anahtarı notere teslim etmiştir. Mahkemece emanet tutanağının davalıya tebliğ edilip edilmediği üzerinde durulmamıştır. Davacı, 11.12.2001 tarihinde mahkemeye müracaatla mecurun hali hazırda boş olup olmadığının tespiti ile, anahtarların teslimi hususunda tevdi mahalli tayinine karar verilmesini istemiş, ancak mahkemece taşınmazın boş olduğu tespit edilmesine rağmen, tevdi mahalline ilişkin talebin reddine karar verildiği anlaşılmaktadır.
Davacının keşide ettiği ihtarlar, davalının kira bedelinin ödetilmesi için giriştiği icra takibine karşı davalının itirazı sonucu itirazın kaldırılması davalarında, davacının taşınmazı 27.8.2001 tarihinde boşaltarak anahtarı notere teslim ettiğine ilişkin İcra Tetkik Merciindeki savunmaları karşısında, davalı kiralayanın taşınmazın anahtarının kendisine teslim edilmediğinden bahisle, kira akdinin devam ettiği iddiası, MK’nın 2. maddesi anlamında hakkın kötüye kullanılmasıdır. Kanun buna himaye etmez.
O nedenle Dairemizin sapma göstermeyen ve kararlılık kazanan uygulamaları doğrultusunda, mahkemece yapılacak iş; taşınmazın anahtarının notere teslim edildiğine ilişkin tutanak, davalıya tebliğ edilmiş ise, bu tarihten, tebliğ edilmemiş ise 11.12.2001 tarihinden itibaren mecurun, taraflar arasındaki kira sözleşmesindeki koşullarla ne kadar süre içerisinde kiraya verilebileceği bu konuda uzman bilirkişi marifetiyle öncelikle saptanmalı ve saptanacak bu kira bedelinden, davacı kiracının sorumlu olduğu kabul edilerek, fazla ödenen kira bedeli varsa, istirdadına karar verilmelidir. Mahkemece aksine yazılı düşüncelerle davanın reddine karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
3- Anayasa Mahkemesinin 20.7.1999 gün ve 1/33 sayılı kararı ile HUMK’nın 87. maddesinin son cümlesi “”müddei ıslah suretiyle müddeabihi tezyid edemez”” hükmü iptal edilmiştir. Bu nedenledir ki; davacı dava dilekçesinde gösterdiği müddeabihi ıslah yolu ile artırabileceği gibi, kısmi dava açan davacı, alacağının saklı tuttuğu bölümünü sonradan aynı davada ıslah yolu ile talep edebilir. Bu itibarla, davacının ıslah talebinin kabulü gerekirken, reddi usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
SONUÇ : Yukarıda 1. bentte açıklanan nedenle davacının diğer temyiz itirazının reddine, temyiz olunan kararın 2. ve 3. bentte açıklanan nedenle davacı yararına ( BOZULMASINA ), peşin harcın istek halinde iadesine, 375.000.000 lira duruşma avukatlık parasının davalıdan alınarak davacıya ödenmesine, 23.9.2004 gününde oybirliğiyle karar verildi.

T.C.

YARGITAY

13. HUKUK DAİRESİ

E. 2003/5249

K. 2003/9236

T. 4.7.2003

• KİRA İLİŞKİSİNDE ANAHTAR TESLİMİ ( Hukuki Bir İşlem Olup Yasal Delillerle Kanıtlanması Gereği – Maddi Bir Olgu Olmadığından Tanıkla Kanıtlanamayacağı )

• KİRA SÖZLEŞMESİNDE İSPAT ( Anahtar Teslimi Hukuki Bir İşlem Olup Yasal Delillerle Kanıtlanması Gereği – Maddi Bir Olgu Olmadığından Anahtar Teslimi Tanıkla Kanıtlanamayacağı )

• TANIK ( Kira Sözleşmesinde Anahtar Teslimi Hukuki Bir İşlem Olup Yasal Delillerle Kanıtlanması Gereği – Maddi Bir Olgu Olmadığından Tanıkla Kanıtlanamayacağı )

818/m.248,249

ÖZET : Kira sözleşmesinde anahtar teslimi hukuki bir işlem olup yasal delillerle kanıtlanmalıdır. Başka bir deyişle maddi bir olgu olmayan anahtar teslimi tanıkla kanıtlanamaz.
DAVA : Taraflar arasındaki itirazın iptali davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne kısmen reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı avukatı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşuldu düşünüldü:
KARAR : Davacı, 15.11.1999 tarihli sözleşme ile kiracı olup, 1000 Dolar depozito verdiğini, mecuru 31. 12.2000 tarihinde boşaltacağına dair davalı kiralayana 22.12.2000 tarihli ihtar çektiğini ve mecuru boş ve hasarsız olarak 31.12.2000 tarihinde boşaltarak, anahtarı davalının gelinine bıraktığını, davalının depozitonun iadesi için başlatılan icra takibine itiraz ettiğini ve Ocak 2001 ve devamı aylar kiraları için de icra takibinde bulunduğunu ileri sürerek, depozitin iadesi için başlatılan icra takibine itirazın iptalini ve davalının kira paralarının tahsili için başlattığı icra takibi sebebiyle borçlu olmadığının tespitini istemiştir.
Davalı, kira sözleşmesinin tek taraflı feshinin mümkün olmadığını; süresinde feshi ihbarda bulunmadığını, kaldı ki anahtarın da kendisine teslim edilmediğini savunarak davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece, tanık beyanlarına göre mecurun anahtarının davalının gelinine teslim edildiğinin kabulü ile mecurun 3 ayda yeniden kiraya verilebileceğinden depozitonun tahsili için başlatılan icra takibine itirazın iptaline ve davalının kira paralarının tahsili için başlattığı icra takibi sebebiyle davacı kiracının 3 aylık kira bedeli olan 656.250.000 TL. Dan borçlu olduğuna karar verilmiş; hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Davacının, davalıya ait mecurda 15.11.1999 tarihli ve 1 yıl süreli kira sözleşmesi ile kiracı olduğu, sözleşmenin 1 yıl sonra yasal süresinde feshedilmediği için yenilenmiş olduğu dosyadaki bilgi ve belgelerden anlaşılmaktadır. Davacı, anahtarı teslim ettiğini ileri sürmüş ise de bu iddiasını yasal delillerle ispatlayamamıştır.
Anahtar teslimi hukuki bir olgu olup, yasal delillerle ispatlanmalıdır. Maddi bir olgu olmadığından anahtar teslimi tanıkla ispatlanamaz. Bu halde, kiracılık ilişkisi devam ettiğine göre davalı kiralayan depozitoyu elinde tutabilir ve anahtar teslimine kadar geçen aylar kirasını isteyebilir. Açıklanan nedenlerle davacının açmış olduğu her iki davanın da reddine karar vermek gerekirken aksine düşüncelerle yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz olunan kararın davalı yararına BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde iadesine, 04.07.2003 gününde oybirliğiyle karar verildi.

T.C.

YARGITAY

13. HUKUK DAİRESİ

E. 2003/3112

K. 2003/6086

T. 15.5.2003

• TAZMİNAT DAVASI ( Kira Sözleşmesi – Kiralananın Hor Kullanımı )

• KİRALANANIN HOR KULLANILMASI ( Doğan Zararın Tazmini – Kiralananın Teslimi )

• KİRALANANIN TESLİMİ ( İyi Halde Tesellüm Etmiş Olduğunun Asıl Olduğu )

• BİLİRKİŞİ RAPORU ( Kira Sözleşmesi – Hasarlardan Hangilerinin Hor Kullanmadan Doğduğunun Tespiti )

818/m. 266

ÖZET : Mahkemece yeniden bilirkişi incelemesi yaptırılarak delil tesbiti raporundaki hasarlardan hangilerinin hor kullanmadan, hangilerinin normal kullanmadan oluştuğu saptanıp hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : Davacı, 1.10.1992 tarihli kira sözleşmesi ile kiracı olan davacının mecuru tahliye ettiğini, ancak mecurda hor kullanmadan doğan hasarlar oluştuğunu, bu konuda delil tesbiti yaptırdığını belirterek 2.000.000.000 TL hasar bedelinin davalıdan tahsilini istemiştir.
Davalı, delil tesbitinde alınan raporu kabul etmediklerini savunarak davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece, 1.800.000.000 TL tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, davalı tarafça temyiz edilmiştir.
Taraflar arasındaki uyuşmazlık mecurun hor kullanılmasından doğan zarar tazmini talebinden kaynaklanmaktadır. BK. 266. maddesi “Kiracı, kiralananı ne halde tesellüm etmiş ise kiranın hitamında o halde ve mahalli ödete tevfikan geri vermekle mükelleftir. Kiracı akit mucibince etmiş olduğu intifa sebebiyle husule gelen eksiklik yahut değişiklikten mesul değildir. Kiracının kiralananı iyi bir halde tesellüm etmiş olduğu asildir” düzenlemesini getirmiştir. Bu yasal düzenleme doğrultusunda, davacı kiralayan kiracının normal kullanımından meydana gelen hasarlardan dolayı herhangi bir tazminat talebinde bulunamaz. Ancak normal kullanım dışında hor kullanmadan doğan hasar bedelini isteyebilir.
Davacının yaptırdığı delil tesbiti sonucu alınan bilirkişi raporuna, davalının itiraz etmesi nedeniyle mahkemece keşif ve bilirkişi raporu alınmasına karar verilmiş, ancak dava konusu mecurun anahtarları olmadığından delil tesbiti raporu esas alınarak hüküm kurulmuştur. Ne varki hükme esas alınan bilirkişi raporunda oluşan hasarların hangilerinin hor kullanmadan, hangilerinin normal kullanımdan doğduğu konusunda yeterli inceleme ve araştırma yapılmamıştır. Mahkemece yeniden bilirkişi incelemesi yaptırılarak delil tesbiti raporundaki hasarlardan hangilerinin hor kullanmadan, hangilerinin normal kullanmadan oluştuğu saptanıp hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
SONUÇ : Davalının temyiz itirazının kabulü ile hükmün yukarıda açıklanan nedenle davalı lehine BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde iadesine, 15.5.2003 gününde oybirliğiyle karar verildi.

29 Ağustos

kamulaştırmaz el atma-uzun süre imar planına alınmama

T.C

YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu 

Esas: 2010/5-662
Karar: 2010/551
Karar Tarihi: 15.12.2010

 

KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA NEDENİYLE TAZMİNAT DAVASI – UZUN YILLAR PROGRAMA ALINMAYAN İMAR PLANININ FİİLEN HAYATA GEÇİRİLMEMESİ – PASİF VE SUSKUN KALMAK VE İŞLEM TESİS EDİLMEMEK SURETİYLE TAŞINMAZA MÜDAHALE EDİLMİŞ OLDUĞU – İDARENİN SORUMLU BULUNDUĞU

ÖZET: Uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı idarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edilmiştir. Bu haliyle idarenin eylemi, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunan kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunmaktadır. Kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının doğal sonucu, idarenin hukuka aykırı eylemiyle mülkiyet hakkı engellenen taşınmaz mal sahibi davacının, dava yoluyla kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda mülkiyetin bedele çevrilmesini, idareden değer karşılığının verilmesini isteyebileceği açıktır. Hal böyle olunca; yerel mahkemece, kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının kabulüyle, davalı İdarenin kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda sorumlu bulunduğuna ilişkin direnme kararı yerindedir.

(AİHS Ek Protokol No 1) (2709 S. K. m. 13, 35, 46) (491 S. K. m. 70, 71, 79) (334 S. K. m. 11, 36) (3194 S. K. m. 8, 10, 13) (2949 S. K. m. 29) (4721 S. K. m. 683) (743 S. K. m. 618) (ANY. MAH. 29.12 1999 T. 1999/33 E. 1999/51 K.) (ANY. MAH. 10.04.2003 T. 2002/112 E. 2003/33 K.) (YİBK. 16.05.1956 T. 1956/1 E. 1956/6 K.) (11.02.1959 T. 1958/17 E. 1959/15 K.)

Dava: Taraflar arasındaki <Kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat> davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kartal Asliye 2. Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 31.12.2008 gün ve 2007/419 E. 2008/514 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekilince istenilmesi üzerine, Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 02.06.2009 gün ve 2009/3427-2009/8311 sayılı ilamı ile;

(…Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.

Dosyada bulunan kanıt ve belgelerden; dava konusu taşınmazın 1/1000 ölçekli imar planında kısmen yol, kısmen de İlkokul alanı olarak ayrıldığı, ancak dava konusu taşınmazda ilkokul alanı ile ilgili herhangi bir düzenlemenin yapılmadığı ve halen boş arsa konumunda olduğu anlaşılmıştır.

Bir taşınmaza kamulaştırmasız el atıldığından söz edilebilmesi için öncelikle idarenin o taşınmaza eylemli olarak el koyup malikinin kullanımını yasaya aykırı şekilde tamamen ortadan kaldırması ve bu durumun kalıcı olması şarttır.

Bu nedenle idarece fiilen el atılmadığı sürece bir taşınmazın imar planında kamu hizmetine tahsis edilmesi mal sahibine dava hakkı vermez. Kamulaştırmasız el koyma hükümlerinin uygulanması olanağı bulunmayan davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçelerle, davanın kabulüne karar verilmesi,

Doğru görülmemiştir…)

gerekçesiyle oyçokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN: Davalı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.

Davacı vekili 11.07.2007 tarihli dava ve ıslah dilekçelerinde; müvekkilinin tapuda kayden paydaş bulunduğu, İstanbul İli Maltepe İlçesi Gülsuyu Mahallesi 343 (yeni 5602) ada 13 parsel sayılı 868 yüzölçümündeki taşınmazın 18.04.1978 tarihli 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı’nda ve 26.05.1992 tarihli 1/1000 ölçekli Maltepe Uygulama Planı’nda okul alanı olarak gösterildiğini, bilahare 16.07.2004 T.T ‘li 1/5000 Ölçekli E-5 Üstü Nazım İmar Planı’nda okul alanında çıkarılarak konut alanına dönüştürülmüş ise de itirazlar nedeniyle yeniden 16.04.2005 T.T’li 1/5000 ölçekli Maltepe E-5 Kuzeyi Nazım İmar Planı’nda <İlkokul alanı> olarak kamu hizmetine ayrıldığını; taşınmazın 1978 yılından beri okul alanı olarak kamu hizmetine tahsis edilmesine rağmen, bu güne kadar üzerinde tahsis amacına uygun bir tesis kurulmadığını, taşınmazın kamulaştırılması yada mülkiyet hakkını kısıtlayan tahsis amacı dışına çıkarılması talebiyle müvekkilinin müteaddit defalar Maltepe Belediye Başkanlığı’na, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na, İstanbul Valiliği’ne ve İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’ne yaptığı başvuruların sonuçsuz kaldığını; taşınmazın imar planında yıllardır okul alanı olarak ayrılmış olmasına karşın davalı İstanbul İl Özel İdaresince amacına uygun olarak kamulaştırılmadığını, dolayısıyla taşınmaz üzerinde İdarenin devamlılık arz eden bir hak ihlalinin söz konusu olduğunu, bu durumun Anayasa’nın 35. maddesine aykırı olduğu gibi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 23.09.1981 tarihli Sporrong ve Lonnrtoh Kararlarında da vurgulandığı üzere 5 kamulaştırma izni ve inşaat yasağının uzun bir süre öngörülmüş olmasının 5 toplumsal yarar ile bireysel menfaat arasındaki dengeyi bozduğunu, 1978 yılından beri imar planında okul alanına tahsis edilen ve uzun yıllar kamulaştırılmayan taşınmazda inşaat yapma olanağının bulunmadığı ileri sürerek, müvekkilinin payına tekabül eden 347.200,00 TL kamulaştırmasız el koyma karşılığının dava tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda davalı idareden tahsili ile müvekkili adına kayıtlı bulunan payın davalı adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı İstanbul İl Özel İdaresi vekili cevap dilekçesinde; davanın idari yargıda görülmesi gerektiğini, İmar Planını Maltepe Belediye Başkanlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın hazırlamış olmaları nedeniyle husumetin adı geçen idarelere yöneltilmesi gerektiğini, davanın süre yönünden de re’sen incelenmesini istediklerini, taşınmaza müvekkili Kurum tarafından fiilen el atılmayıp mal sahibinin fiilen tasarrufu elinden alınmadığından tazminat hakkının doğmayacağını savunarak, davanın usule ve esasa ilişkin nedenlerle reddine karar verilmesini cevaben bildirmiştir.

Mahkemenin, <davacının tapuda kayden paydaş bulunduğu 868 m2 yüzölçümündeki taşınmazın 856 m2 lik bölümünün imar planında ilköğretim tesisi alanına tahsis edildiği ve Maltepe Belediye Başkanlığı’nın cevabi yazısında imar plan değişikliği bulunmadığının bildirildiği, bu itibarla taşınmaza fiilen el atılmamış olsa dahi malikin mülkiyet hakkı engellendiğinden kamulaştırmasız el koyma hükümlerine göre açtığı davanın kabulü gerektiği> gerekçesiyle, <davanın kısmen kabulü ile 337.600,00 YTL kamulaştırmasız el koyma karşılığının 11.07.2007 dava tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline, 343 (yeni 5602) ada 13 parsel sayılı taşınmazın davacı adına kayıtlı ½ payından 858 m2 lik bölümün iptali ile davalı adına tesciline> dair verdiği karar, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Yerel Mahkemece, <taşınmazın imar planında okul alanı olarak ayrılmış olması nedeniyle mülkiyet hakkının özüne uygun şekilde yararlanma olanağı kalmadığı> gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

Davacının tapuda kayden paydaş bulunduğu dava konusu İstanbul İli, Maltepe İlçesi, Gülsuyu Mahallesi 343 (5602) ada 13 parsel sayılı 868 m2 yüzölçümünde ve arsa niteliğindeki taşınmazın, 26.05.1992 T.T.li ve 1/1000 ölçekli Maltepe İmar Planında ilkokul alanında kalmakta olup, 16.07.2004 T.T.li ve 1/5000 ölçekli Maltepe E-5 Kuzeyi Nazım İmar Planına itirazlardan sonra onanan 16.04.2005 T.T.li Nazım İmar Planı kapsamında da büyük bir bölümünün Temel Eğitim Alanında kaldığı, 26.02.2007 T.T.li ve 1/1000 ölçekli Maltepe E-5 Güneyi Uygulama İmar Planında ise yola isabet eden 12 m2 lik bölüm dışındaki büyük bir bölümünün İlköğretim Tesisi Alanına tahsis edildiği, taşınmazda imar planında özgülenen amaca yönelik tesis yapılmadığı, dosya kapsamıyla belirgin olup; esasen bu hususta uyuşmazlık da mevcut değildir.

Dava konusu taşınmazın çap kaydında <okul alanı içinde, inşaat yapılamaz> kaydının bulduğu, davacı vekilince, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne, Maltepe İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne, Maltepe Belediye Başkanlığı’na, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na ve Milli Eğitim Bakanlığı’na 13 numaralı parselin durumunun bir kez daha incelenmesi ve okul alanından çıkarılması talebiyle 1996-1997 yıllarında başvuruda bulunulmuş olmasına karşın, imar planında değişiktik yapılmadığı ve taşınmazın kamulaştırılmadığı hususları da çekişme dışıdır.

Açıklanan maddi olgu, bozma ve direnme kararlarının içerik ve kapsamları itibariyle uyuşmazlık; dava konusu taşınmaza davalı idarece fiilen el atılmamış olmasına karşın, salt 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planında İlköğretim Tesisi Alanına ayrılmış olması nedeniyle kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının kabul edilip edilemeyeceği, noktasında toplanmaktadır.

A) İLGİLİ HUKUKSAL DÜZENLEMELER:

a- Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın, <Mülkiyet Hakkı> başlıklı 35. maddesi:

MADDE 35 – Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.

b- Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın, <Kamulaştırma> başlıklı 46. maddesi:

MADDE 46 – (Değişik: 3.10.2001-4709/18 md.) Devlet ve kamu tüzelkişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkilidir.

Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir. Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.

Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.

İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır.

c- Anayasa Mahkemesinin 29.06.2000 tarih ve 24094 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 29.12 1999 tarih ve 1999/33 E. 19 99/51 K. sayılı Kararı:

<… 3.5.1985 günlü, 3194 sayıtı <İmar Kanunu”nun 13. maddesinin;

A- Birinci fıkrasının Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline,

B- Birinci fıkrasının iptali nedeniyle uygulanma olanağı kalmayan üçüncü fıkrasının da 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 29. maddesinin ikinci fıkrası gereğince iptaline…>

d- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı:

<Usulü dairesinde istimlak muamelesine tevessül edilmeksizin gayrimenkulü yola kalbedilen şahsın, esas itibariyle, gayrimenkulünü yola kalbeden amme hükmi şahsiyeti aleyhine meni müdahale davası açmağa hakkı olduğuna, ancak dilerse bu fiili duruma razı olarak, mülkiyet hakkının amme hükmi şahsiyetine devrine karşılık gayrimenkulünün bedelinin tahsilini de dava edebileceğine ve isteyebileceği bedelin de mülkiyet hakkının devrine razı olduğu tarih olan dava tarihindeki bedel olduğuna 16.05.1956 tarihinde ilk toplantıda ittifakla karar verildi.

(<Kamu tüzel kişiliği tarafından istimlak edilmeksizin taşınmaz malı yola çevrilen (kalbedilen) kimsenin, el atmanın önlenmesi davasını açmaya hakkı vardır. Ancak dilerse mülkiyetin devri karşılığı taşınmaz malın bedelini o kamu tüzel kişiliğinden dava edebilir. isteyebileceği bedel taşınmazın dava tarihindeki bedelidir.>)

e) 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun <Mülkiyet Hakkının İçeriği> Başlıklı 683. maddesi:

A – Mülkiyet Hakkının İçeriği

MADDE 683 – Bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir.

Malik, malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası açabileceği gibi, her türlü haksız elatmanın önlenmesini de dava edebilir.

(Mülga 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi:

A- MÜLKİYET HAKKININ UNSURLARI

Madde 618 – Bir şeye malik olan kimse, o şeyde kanun dairesinde dilediği gibi tasarruf etmek hakkını haizdir; haksız olarak o şeye vaziyed eden her hangi bir kimseye karşı istihkak davası ikame ve her nevi müdahaleyi menedebilir.)

f) 3194 sayılı İmar Kanunu’nun İlgili Maddeleri:

Planların Hazırlanması Ve Yürürlüğe Konulması:

MADDE 8 – Planların hazırlanmasında ve yürürlüğe konulmasında aşağıda belirtilen esaslara uyulur.

a) Bölge planları; sosyo – ekonomik gelişme eğilimlerini, yerleşmelerin gelişme potansiyelini, sektörel hedefleri, faaliyetlerin ve alt yapıların dağılımını belirlemek üzere hazırlanacak bölge planlarını, gerekli gördüğü hallerde Devlet Planlama Teşkilatı yapar veya yaptırır.

b) İmar Planları; Nazım İmar Planı ve Uygulama İmar Planından meydana gelir. Mevcut ise bölge planı ve çevre düzeni plan kararlarına uygunluğu sağlanarak, belediye sınırları içinde kalan yerlerin nazım ve uygulama imar planları ilgili belediyelerce yapılır veya yaptırılır. Belediye meclisince onaylanarak yürürlüğe girer. Bu planlar onay tarihinden itibaren belediye başkanlığınca tespit edilen ilan yerlerinde bir ay süre ile ilan edilir. Bir aylık ilan süresi içinde planlara itiraz edilebilir. Belediye başkanlığınca belediye meclisine gönderilen itirazlar ve planları belediye meclisi onbeş gün içinde inceleyerek kesin karara bağlar.

C) (Ek bend: 03/07/2005-5403 S.K./25. mad) Tarım arazileri, Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununda belirtilen izinler alınmadan tarımsal amaç dışında kullanılmak üzere planlanamaz.

Belediye ve mücavir alan dışında kalan yerlerde yapılacak planlar valilik veya ilgilisince yapılır veya yaptırılır. Valilikçe uygun görüldüğü takdirde onaylanarak yürürlüğe girer. Onay tarihinden itibaren valilikçe tespit edilen ilan yerinde bir ay süre ile ilan edilir. Bir aylık ilan süresi içinde planlara itiraz edilebilir. İtirazlar valiliğe yapılır, valilik itirazları ve planları onbeş gün içerisinde inceleyerek kesin karara bağlar.

Onaylanmış planlarda yapılacak değişiklikler de yukarıdaki usullere tabidir.

Kesinleşen imar planlarının bir kopyası, Bakanlığa gönderilir.

İmar planları alenidir. Bu aleniyeti sağlamak ilgili idarelerin görevidir.

Belediye Başkanlığı ve mülki amirlikler, imar planının tamamını veya bir kısmım kopyalar veya kitapçıklar haline getirip çoğaltarak tespit edilecek ücret karşılığında isteyenlere verir.

İmar Programları, Kamulaştırma Ve Kısıtlılık Hali:

MADDE 10 – Belediyeler; imar planlarının yürürlüğe girmesinden en geç 3 ay içinde, bu planı tatbik etmek üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlarlar. Beş yıllık imar programlarının görüşülmesi sırasında ilgili yatırımcı kamu kuruluşlarının temsilcileri görüşleri esas alınmak üzere Meclis toplantısına katılır. Bu programlar, belediye meclisinde kabul edildikten sonra kesinleşir. Bu program içinde bulunan kamu kuruluşlarına tahsis edilen alanlar, ilgili kamu kuruluşlarına bildirilir. Beş yıllık imar programları sınırları içinde kalan alanlardaki kamu hizmet tesislerine tahsis edilmiş olan yerleri ilgili kamu kuruluşları, bu program süresi içinde kamulaştırırlar. Bu amaçla gerekli ödenek, kamu kuruluşlarının yıllık bütçelerine konulur.

İmar programlarında, umumi hizmetlere ayrılan yerler ile özel kanunları gereğince kısıtlama konulan gayrimenkuller kamulaştırılıncaya veya umumi hizmetlerle ilgili projeler gerçekleştirilinceye kadar bu yerlerle ilgili olarak diğer kanunlarla verilen haklar devam eder.

İmar Planlarında Umumi Hizmetlere Ayrılan Yerler:

Madde 13 – Resmi yapılara, tesislere ve okul, cami, yol, meydan, otopark, yeşil saha, çocuk bahçesi, pazar yeri, hal, mezbaha ve benzeri umumi hizmetlere ayrılan alanlarda inşaata ve mevcut bina varsa esaslı değişiklik ve ilaveler yapılmasına izin verilmez. Ancak imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şekli devam eder (İptal fıkra: Anayasa Mahkemesinin 29/12/1999 tarih ve E. 99/33, K. 99/51 sayılı kararı ile. R.G.: 29/06/2000 -24094).

İmar programına alınan alanlarda kamulaştırma yapılıncaya kadar emlak vergisi ödenmesi durdurulur. Kamulaştırmanın yapılması halinde durdurma tarihi ile kamulaştırma tarihi arasında tahakkuk edecek olan emlak vergisi, kamulaştırmayı yapan idare tarafından ödenir. Birinci fıkrada yazılı yerlerin kamulaştırma yapılmadan önce plan değişikliği ile kamulaştırmayı gerektirmeyen bir maksada ayrılması halinde ise durdurma tarihinden itibaren geçen sürenin emlak vergisini mal sahibi öder.

Ancak, parsel sahibi imar planlarının tasdik tarihinden itibaren beş yıl sonra müracaat ettiğinde imar planlarında meydana gelen değişikliklerden ve civarın özelliklerinden dolayı okul, cami ve otopark sahası ve benzeri umumi hizmetlere ayrılan alanlardan ilgili kamu kuruluşunca yapımından vazgeçildiğine dair görüş alındığı takdirde, tüm belirli çevredeki nüfus, yoğunluk ve donatım dengesini yeniden irdeleyerek hazırlanacak yeni imar planına göre inşaat yapılır. Bu Kanunun yayımı tarihinden önce yapılan imar planlarında, bahsedilen beş yıllık süre bu Kanunun yürürlük tarihinden itibaren geçerlidir (İptal fıkra: Anayasa Mahkemesinin 29/12/1999 tarih ve E. 99/33, K. 99/51 sayılı kararı ile. R.G.: 29/06/2000 -24094).

Onaylanmış imar planlarında, birinci fıkrada yazılı yerlerdeki arsa ve arazilerin, bu Kanunda öngörülen düzenleme ortaklık payı oranı üzerindeki miktarlarının mal sahiplerince ilgili idarelere bedelsiz olarak terk edilmesi halinde bu terk istemlerinden ayrıca emlak alım ve satım vergisi alınmaz.>

g) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Eki Birinci Protokolün Birinci Maddesi:

<MADDE 1 – Mülkiyetin Korunması

Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.”

B) GEREKÇE

a- Kamulaştırmasız Elkoyma Kavramı ve Niteliği:

Kamulaştırmasız el koyma kavramı 6830 sayılı İstimlak Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 09 Ekim 1956 tarihinden sonraki olgular için söz konusu olup; bu tarihten önceki el koymalar, 05.01.1961 gününde kabul edilen 221 sayılı Amme Hükmi Şahıslar veya Müesseseleri Tarafından Fiilen Amme Hizmetlerine Tahsis Edilmiş Gayrimenkuller Hakkındaki Kanun ile <Kamulaştırılmış> sayılmıştır.

Gerek 6830 sayılı İstimlak Kanunu’nda, gerekse bu Kanunu kaldırarak, kamulaştırma konusunda yeni ilkeler getiren 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nda; kamulaştırma yapılmaksızın taşınmaz malına el konulan kimsenin, uğradığı zarar ve ziyan ile mülkiyet hakkının kullanılmasından doğan malın özüne bağlı hangi davaları açabileceği konusunda bir düzenleme getirilmemiştir.

Taşınmazına kamulaştırmasız el konulan kimsenin, ilgili kamu tüzel kişisi aleyhine el atmanın önlenmesi davası açabileceği gibi, tazminat verilmesini de isteyebileceği, 16.05.1956 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile çözüme bağlanmıştır.

Bu noktada, 08.11.1983 gününde yürürlüğe giren 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 38. maddesinde, kamulaştırmasız el koymadan kaynaklanan davalara süre yönünden bir sınırlama getirilmiş ise de; bu hükmün, Anayasa Mahkemesinin 04.11.2003 tafta Resmi Gazetede yayımlanan 10.04.2003 gün ve 2002/112 Esas, 2003/33 karar sayılı kararıyla iptal edilmesi sonucu, idarenin kamulaştırmasız el koyma işlemine karşı hak sahiplerinin dava hakkını yirmi yıl ile sınırlayan hak düşürücü süre ortadan kalkmıştır.

Şu durumda, Anayasa Mahkemesinin iptal kararının yürürlüğe girdiği 04.11.2003 tarihinden sonra ve bu tarihten önceki yirmi yıl içinde taşınmazlarına kamulaştırmasız el konulanların, idare aleyhine tazminat ve elatmanın önlenmesi istemiyle süreye bağlı olmaksızın dava açmalarının önünde yasal bir engel bulunmadığı gibi; İptal Kararının yürürlüğe girdiği tarihten önceki yirmi yıldan daha önce taşınmazlarına kamulaştırmasız el konulanların hak ve durumları da, 30.06.2010 tarihinde yürürlüğe giren 18.06.2010 gün ve 5999 sayılı <Kamulaştırma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun>la düzenlenmiş ve malikçe tazmin talebinde bulunulması halinde öncelikle uzlaşma yoluna gidilmesi, uzlaşma temin edilemeyen hallerde dava yoluna gidilebileceği öngörülmüştür.

Görüldüğü üzere; kamulaştırmasız el atma müessesesi, kaynağını ve dayanağını Anayasa ve yasalardan almayan, mülkiyet hakkının özüne dokunan bir işlemdir. Kamulaştırmada, yöntem olarak Anayasa ve yasalara uygun bir kamulaştırma işlemi yapılması söz konusu iken, kamulaştırmasız el koymada usulüne uygun bir kamulaştırma işleminden söz edilmesi olanaklı değildir.

Ancak, kamulaştırmasız el atma ile kamulaştırmanın, konu, amaç ve yetki yönüyle benzer yönleri bulunmaktadır; her iki müessesenin de oluşması için, kamulaştırma yapmaya yetkili devlet kamu tüzel kişileri veya kamu kurumları tarafından kamulaştırma işleminin yapılması veya kamulaştırmasız el atılmış olması gereklidir. Kamulaştırmasız el koymada da, kamulaştırmada olduğu gibi, taşınmazın edinilmesinde kamu yararının bulunması zorunludur. Gerek kamulaştırmanın, gerekse kamulaştırmasız el koymanın konusu sadece özel mülkiyette bulunan taşınmaz mallardır.

Az yukarıda açıklandığı üzere, kamulaştırmasız el koyma müessesesi mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip olmakla birlikte, çağdaş bir yaklaşımla ve sosyal devlet ilkesi gereği olarak uygulama da, taşınmaz malikine, dava yoluyla mülkiyetin bedele çevrilmesi ya da idarenin hakkın özünü zedeleyen el koyma eylemine son verilmesi yolu açılmıştır.

Kamulaştırmasız el atma halinde kamu kurumu, Kamulaştırma Kanununa uygun hareket etmeden, ferdin malını elinden almış olması sebebiyle kanunsuz bir harekette bulunmuş durumdadır. Bu bakımdan dava, mülkiyete tecavüzün önlenmesi veya haksız fiil neticesinde meydana gelen zararın tazmini davasıdır (11.02.1959 gün, E:1958/17, K:1959/15 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı gerekçesinden).

b- Mülkiyete İlişkin Anayasalarda Benimsenen Anlayış:

Mülkiyete ilişkin liberal görüş, kişi-eşya ilişkisinde malike eşya üzerinde sınırsız hak tanır, mülkiyet hakkını < doğal hak> olarak kabul eder. Malikin eşya üzerinde mutlak, sınırsız ve tekelci bir hakimiyet hakkı vardır. Mülkiyet hakkı kişiye bağlı, dokunulmaz, vazgeçilmez, zamanaşımına uğramaz, kutsal bir haktır. Çünkü mülkiyet hakkı özgürlük, güvenlik gibi kişinin doğal haklarından biridir. Mülkiyet de özgürlük gibi herkese ve devlete karşı ileri sürülebilecek bir haktır. Bireyin hak ve özgürlüklerinin sınırı, diğer bireylerin hak ve özgürlüklerinin sınırıdır. Bunun için de birey hak ve özgürlüklerini dilediği gibi kullanabilir, birey bu haklara doğal olarak sırf insan olması nedeniyle sahip olduğu için devlet de bunlara saygılı olmak zorundadır. Bu nedenle mülkiyet hakkına dışarıdan hiçbir müdahale yapılamaz. Aksine mademki mülkiyet hakkı malike mutlak ve tekelci bir kullanma, yararlanma ve tasarruf hakkı vermektedir, o halde malik dilerse malını kullanmama, yararlanmama ve tasarruf etmeme yetkilerine de sahiptir.

Kısacası ve önemli olanı liberal düşüncede üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet; malikin bireysel çıkarlarını önde tutar. Bireysel çıkar toplum çıkarından önce gelir. Bireysel çıkarla toplum çıkarı çatışırsa bireysel çıkar korunur.

Liberal mülkiyet görüşünü savunan yazarlara göre, mülkiyet kavramının içeriği sadece yetkilerden oluşur. Mülkiyet kavramının özünde yetkiler yanında ayrıca ödevler yoktur. Mülkiyette mevcut yetkilere sosyal gereksinmeler nedeniyle bazı sınırlamalar getirilse de, bu sınırlamalar istisnai mahiyettedir. Mülkiyet hakkı sadece yetkilerden oluştuğu için, bu sınırlamalar mülkiyet kavramına yabancı, dışarıdan ve sonradan kanunla getirilmiştir.

Modern mülkiyet anlayışında mülkiyet hakkı yetki ve ödevlerden oluşmaktadır; içerikte yetki ve ödev yer almaktadır. Malikin hem yetkileri, hem de yakınları ve topluma karşı ödevleri söz konusudur. Modern mülkiyet anlayışına göre, hakkın kapsamında yer alan ödevler, mülkiyet hakkına yabancı, ona dıştan ve sonradan yükletilen sınırlamalar olarak kabul edilmemeli, aksine bunları, kamu yararı amacıyla malike yükletilen ve mülkiyet hakkını oluşturan ödevler olarak düşünmelidir.

1924 Anayasası, liberal mülkiyet anlayışıyla, 70. maddesinde <temellük ve tasarruf hürriyetlerini> Türklerin doğal hakları arasında saymıştır. Fransız ihtilali ve tabii hukuk doktrininin etkilediği 1924 Anayasasının 71. maddesi, <mal her türlü tasarruftan masundur”; 79. maddesi, <temellük ve tasarrufun hududu hürriyeti kanunları ile mutassarraftır> demekte ve böylece mülkiyet hakkına hiçbir sınırlama tanımamaktadır.

1961 Anayasasının mülkiyet anlayışı liberal mülkiyet anlayışından farklı olup; 36. maddesine göre, <Herkes mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz”.

1961 Anayasasının 36/1 maddesi uyarınca mülkiyet hakkı, hem bir kurum olarak, hem de bireysel bir hak olarak devletin müdahalelerine karşı güvence altına alınmıştır. Anayasanın 11/2 maddesinde temel hakların özüne dokunulamayacağı güvencesini getirmiştir. Mülkiyet hakkı da Anayasaya göre temel haklardan biridir. Bu nedenlerle (md. 36/1, m. 11/2) mülkiyet hakkının özüne dokunulamayacaktır.

1961 Anayasası 36/2 ve 3. maddeleri ile, modern mülkiyet anlayışını benimsemiştir. Modern mülkiyet anlayışında mülkiyet hakkının içeriği, <yetki> ve <ödevlerden> oluşmaktadır. Bu içerikte malikin hem yetkileri, hem de komşularına ve topluma karşı ödevleri vardır.

1961 Anayasasının 36/3. maddesinde yer alan <mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz> ilkesi, <yapmama ödevi> yönünden çok önemlidir. Malik bu kural uyarınca mülkiyet hakkını toplum yararına aykırı kullanmaktan kaçınacaktır. Malik bu ödeve aykırı olarak mülkiyet hakkını kullandığı takdirde, hakkın kötüye kullanılması söz konusu olur ki, Anayasa 36/1’de kendisine tanınmış olan güvenceden artık yararlanamaz.

Görülmektedir ki, mülkiyet hakkı malike toplum yararına bazı ödevler yükleyen ve Anayasanın sosyal hak ve ödevler bölümünde yer alan <sosyal bir haktır>. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. Mülkiyet ancak kanunla ve kamu yararı amacı ile sınırlandırılabilir. Başka bir deyişle, kanun koyucunun malikin yetkilerini sınırlamak yetkisi, 1961 Anayasasının 36/2. maddesinde sınırlandırılmıştır. Bu sınırlandırmanın özü <kamu yararı>, şekli ise <kanun> dur. Kanun koyucunun mülkiyet üzerinde yaptığı sınırlamalar bu hakkın özüne dokunamaz.

Anayasa Mahkemesi bir kararında, <mülkiyet hakkı geçen yüzyılın ferdiyetçi doktrinlerinin etkisi altında malikin kişiliğine bağlı, dokunulmaz, kutsal ve doğal haklardan sayılırken günümüzde bu görüş değişmiş ve mülkiyet hakkı, malikine toplum yararına bazı ödevler ve görevler yükleyen sosyal bir hak olarak görülmeye başlanmıştır> ifadeleriyle 1961 Anayasasının benimsediği modern mülkiyet görüşünü uygulamıştır.

Esasen, modern mülkiyet, liberal mülkiyet anlayışından sosyal mülkiyet anlayışına geçişi ifade etmektedir. 1982 Anayasasında da, 1961 Anayasasında olduğu gibi, modern mülkiyet anlayışı benimsenmiştir.

1982 Anayasası da, mülkiyet hakkına saygılı ve bu hakkı koruyan bir rejimi öngörmektedir. Anayasanın mülkiyet hakkını düzenleyen ve aynı başlığı taşıyan 35. maddesinde, <Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz> hükmü bulunmaktadır. 35. madde de mülkiyet hakkı üç aşamalı bir anlatımla açıklanmıştır:

Birinci fıkrasında <Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir> denilerek bu hakkın varlığı anayasal bir hak olarak saptanmıştır. Böyle bir hak sahibi bu şeylerin mülkiyetini kazanabilir. Ona sahip olabilir. Mülkiyetinde olan şeyi dilediği gibi kullanabilir. Başkalarının o şeye el atması durumunda onun el atmasının önlenmesini ve bu hakkının korunmasını isteyebilir. Dava edebilir.

Mülkiyet hakkının bu görünümü sınırsız ve kısıtlamasızdır.

Kutsal, sınırlamasız ve kısıtlamasız görünen bu hak anılan maddenin 2. ve 3. fıkraları ile genel bir sınırlamaya bağlı kılınmıştır.

İkinci fıkra uyarınca: <Bu haklar ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir>. Demek ki kamu yararı olan yerde veya bu amaçla kullanma gereksiniminde mülkiyet hakkı sınırlanabilir. Ancak bu sınırlama da kanunla yapılabilir. Kanunsuz olarak burada kamu yararı vardır, denilerek herhangi bir kamu kurumu veya tüzel kişisi mülkiyet hakkına herhangi bir sınırlama koyamaz. Öyle ise bu fıkranın içeriğine göre ancak kamu yararı bulunduğu durumlarda ve kanuna tutunarak sınırlama yapılabilir, yasal bir dayanak olmadan kamu yararı olsa bile mülkiyet hakkına el uzatılamaz. Yasanın olanak tanıdığı yerde de kamu yararı bulunmalıdır.

Anayasa’nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında kastedilen, kamu yararı nedeniyle mülkiyet hakkının sınırlanması, 46. maddede <Kamulaştırma> olarak ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir. Ancak, anılan maddede öngörülen koşullar gerçekleştiğinde, mülkiyet hakkına sınırlama getirilmekte ve karşılığı ödenmek suretiyle malı elinden zorla alınmaktadır.

1982 Anayasasının 35. maddenin 3. fıkrası, mülkiyet hakkına bir sınırlama daha koymuştur. Bu fıkrada, <Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz> ifadeleriyle, mülkiyet hakkı sahibine kendi kendini sınırlaması koşulunun ne olduğunu gösterilmiştir.

Dikkat edilecek olursa; 1982 Anayasasında mal sahibinin kullanma hakkı, 35. maddenin 2. fıkrasında <kamu yararı>, 3. fıkrasında <toplum yararı> ile sınırlanmış ise de; her iki durumda da, taşınmazın mülkiyetine el uzatılamamakta, sadece kullanma hakkının hangi sınırlarla bağlı olduğu ifade edilmektedir.

Türk hukukunda mülkiyet hakkının niteliği ve kapsamı, yürürlükten kaldırılan mülga 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin 618. maddesi ile liberal görüşten esinlenerek çizilmiş; anılan Kanunu yürürlükten kaldıran 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde de paralel bir düzenlemeye yer verilmiştir.

c- Türk Hukukunda Mülkiyet Hakkı, Kavram ve İçeriği:

743 sayılı Türk Kanunu Medenisi ve bu Kanunu ilga eden 4721 sayılı Türk Medeni Kanunun Dördüncü Kitabında, ilkin, mülkiyet hakkı düzenlenmiş; ne var ki 683. madde (743 sayılı TKM m. 618) ile bir tanım verilmemiş, sağladığı yetkilerin belirtilmesiyle yetinilmiştir.

Mülkiyet hakkı özel hukuk kavramı olmakla birlikte, yukarıda açıklandığı gibi, 1961 Anayasasının 36. maddesiyle getirilen yeni mülkiyet anlayışı, 1982 Anayasasının 35. maddesinde özdeş bir düzenlemeyle korunmuştur.

Medeni Yasada liberal-bireyci görüşten esinlenilmiş ise de, Anayasanın 35. maddesiyle sosyal mülkiyet görüşü benimsenmiştir.

Anayasanın <mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağını> içeren 36. maddesi ile Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesi (743 sayılı TKM m. 618) hükümlerinin birlikte incelenmesinden varılacak sonuç, Türk Hukukunda mülkiyet hakkının sosyal (modern) mülkiyet anlayışıyla düzenlenmiş olduğudur.

Öyleyse, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesi (743 sayılı TKM m. 618) uyarınca, malik, eşya üzerinde ancak hukuk düzeninin sınırları içinde tasarruf eder. Dolayısıyla mülkiyet, kişilere, eşya üzerinde en geniş yetkiler sağlamakla birlikte, ödevler de yükleyen bir hak olarak kabul edilmektedir. Bu hak, malikin gerek yetkilerini ve gerekse komşularla topluma karşı olan ödevlerini kapsar. Böylece mülkiyetin özü, yetki ve ödevlerden oluşur.

Mülkiyet hakkının olumlu içeriğine göre malik, eşyayı eylemli olarak dilediğince kullanma, ondan ve semerelerinden yararlanma, eşyayı zilyedinde bulundurma, satış, bağışlama, nesnel haklar kurma, kişisel haklarla sınırlama gibi, eşya üzerinde dilediğince tasarrufta bulunma yetkileriyle donatılmıştır.

Malikin eşya üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş bulunmaktadır. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesine (743 sayılı TKM m. 618) göre malik, eşyayı hukuka aykırı olarak elinde bulunduran ya da eşyaya el koyan kişilerden onun geri verilmesini isteyebileceği gibi, yine hukuka aykırı olarak zilyetliğine yapılan el atmaların önlenmesini, taşkınlıkların giderilmesini de isteme hakkına sahiptir.

Bu suretle, mülkiyet hakkının sağladığı yetkilerin müeyyidesi olan dava hakları malike tanınarak mülkiyet korunmuştur. Kanunun deyimiyle, <istihkak ve elatmanın önlenmesi> istemleri mülkiyet hakkından doğup, varlıklarını mülkiyet hakkına ayrılmaz bir biçimde bağlı olarak sürdürürler.

Mülkiyet hakkının içeriğine giren ödevler ise, yapmama, katlanma ve yapma ödevleri olup; komşuluk hukukuna ilişkin ödevler yapmama ödevine, kar yağmur ve tutulmamış kaynak sularını kabule zorunluluk katlanma ödevine, taşınmaz mallar için vergi resim ve harç ödeme yükümlülüğü de yapma ödevine örnek olarak gösterilebilir.

Bütün bu anlatılanların ortaya koyduğu sonuç şudur; Mülkiyet, toplum yararı ile sınırlı, sahibine gerek yetki ve gerekse ödevler yükleyen kamu ve özel hukuk karakterli kendine özgü bir haktır.

O halde malik mülkiyet hakkına dayanarak, mülkiyete ilişkin yetkilerin kullanılmasında, hukuksal bir nedene dayanılmadan üçüncü kişilerin engellemesi ile karşılaştığı takdirde, el atmanın önlenmesi davası açabilecektir. Açıktır ki, bu gibi davranışlarla ihlal edilen, Anayasal ve yasal bağlamda teminat altına alınmış bulunan, mülkiyet hakkıdır.

Burada, davranışların haksız olması ve bir hakka dayanmaması yeterli olup, kusurun bulunması gerekli değildir. Malikin, mülkiyet hakkını, engellemenin varlığını ve nedensellik bağının bulunduğunu ispatlaması gerekli ve yeterlidir.

d- İmar Planlarının Hukuk Kuralları Arasındaki Yeri, İmar Planlarına Hakim Olan İlkeler ve Doğurduğu Hukuki Sonuçlar:

Bir idari fonksiyon olarak planlama, <içeriğine olursa olsun, önceden saptanmış hedef ya da hedeflere; yine önceden saptanmış sürede ulaşmak için izlenecek yön ve yöntemleri belirleme eylemi> olarak tanımlanmaktadır (Ö. Bozkurt, T. Ergun, s. Sezen, Kamu Yönelimi Sözlüğü, 1. Basım, Ankara 1998, s.206).

Niteliklerine göre planlar, emredici, özendirici ve yol gösterici olmak üzere üçe ayrılırlar. Emredici planlarda; idare, plan ile amaçladığı hedeflere ulaşılmasını şart koşar ve tüm kesimler buna uymak zorundadır.

3194 sayılı İmar Kanunu’nun 8. maddesi gereğince, belediye ve mücavir alan sınırları içerisinde belediyeler, dışında ise valiliklerce (İl Özel İdarelerince) yapılması zorunlu kılınan imar planları (nazım ve uygulama imar planları) emredici planlardandır (H. Kalabalık, İmar Hukuku, Ankara 2005, s.63).

İmar planlamasının amacı, belediye ve mücavir alanlar ile bu alanların dışında, kamu ve toplum yararını gerçekleştirecek hukuki çerçevenin oluşturulmasıdır.

Bu amacın gerçekleştirilmesinde hukuki boyut, başta Anayasa olmak üzere, İmar Kanunu, diğer ilgili kanunlar ve imar yönetmelikleri olup; planlama mevzuatının amacı, Anayasanın belirlediği ilke ve hedefler doğrultusunda kamu yararını sağlamak olmalı, planlar da aynı ilke ve hedefler doğrultusunda uygulanmalıdır.

İdare (valilik, belediye) tarafından yapılan imar planlarının, birer hukuki işlem olduğu konusunda hukukçular arasında bir anlaşmazlık bulunmamakla birlikte, bunların hukuki niteliği üzerinde bir uzlaşma yoktur. Doktrinde, bir yandan kent planlarının gücünü yasalardan alan ve onlara eşit güce sahip hukuki düzenlemeler olduğu (M. Abama, İçtihatlı İmar Kanunu Mevzuatı ve Uygulaması, Ankara 1992) belirtilmişken, diğer yandan kent planlarının bir defa uygulanmakla tükenmeleri söz konusu olmayan, genel düzenleyici idari işlem oldukları (S.S. Onar, İdare Hukukunun Umumi Esasları, c.l, s. 961) savunulmuş, bunun yanında imar planlarının karma bir hukuki işlem olduğu görüşünü savunan üçüncü görüş yandaşları ise, imar planlarının şart işleme gerek kalmaksızın doğrudan doğruya şart işlem yerine statü değişikliği yapabildiği, imar planının <tahsis> işlemi yerine geçtiği ifade edilmiştir (L. Duran, İdare Hukuku ve İmar Konuları, Ankara 1988, s.51).

Hangi görüş kabul edilirse edilsin; hemen hemen tüm hukuk sistemlerinde yerel planların yapılması ve uygulanması sırasında uyulması gerekli görülen ilkeleri taşıması gerekli olup; <açıklık>, <genellik>, <üst dereceye bağlılık>, <kamu yararı>, <esneklik>, <geniş kapsamlılık>,<uzun süreli olma>, <bilimsellik> ve <katılım> ilkelerinin yanı sıra, <hukuk devleti> ve <zorunluluk> ilkeleri ayrıca önem arz etmektedir.

Hukuk devleti ilkesi gereğince, imar planları ve bunları uygulanması amacıyla idarece yapılan düzenlemeler keyfi ve indi olmamalı; makul bir şekilde, meşru ve kamusal amaçların gerçekleştirilmesiyle ilgili, Anayasanın ikinci kısmında yer alan temel hak ve hürriyetlerle uyumlu, özellikle 35. maddesi ile güvence altına alınan mülkiyet hakkına saygılı olmalıdır. Ayrıca, idare imar planları ve bunları uygulamak amacıyla idari işlemler yaparken, hukuk devleti ilkesinin bir gereği olarak, Anayasa ve kanunlarca belirlenen usullerin takip edilmesi gerekir (H. Kalabalık, age, s. 101).

Zorunluluk ilkesi gereğince de, onaylanmış imar planlarının dışına çıkılması olanaklı değildir. Bu planlar, herkes için uyulması zorunlu belgelerdendir. Diğer bir ifadeyle, kesinleşen yerel planlar, idare ve vatandaşlar açısından bağlayıcı hukuki sonuç doğurur. Kent ya da kasabaların mevcut durumunda bir takım değişiklikler meydana getirmek amacında olan yerel planların bu amaca ulaşılabilmeleri için, planlarca getirilen yükümlülüklerin ilgili idareler, vatandaşlar ve devlet tarafından mutlaka yerine getirilmeleri zorunludur. Yerel planların kabul edilmesinden sonra ilgili idare için bunları uygulamak zorunluluğu doğar (H. Kalabalık, age, s.118-119).

Gerçekten, 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 10. maddesinin ilk fıkrasında, imar planlarının yürürlüğe girmesinden itibaren en geç üç ay içinde, belediyelerce, imar planının uygulanması amacıyla 5 yıllık imar programının hazırlanacağı ve bu programların belediye meclisince kabul edildikten sonra kesinleşeceği hükme bağlanmıştır.

Denilebilir ki, imar planları onaylanarak bağlayıcılık kazandıktan sonra, idare ve bireyler açısından bir takım hukuki sonuçlar doğurmaktadır. Bir başka ifadeyle imar planları, idare ve halk açısından kimi yükümlülükler meydana getirmekte ve haklarına sınırlamalar koymaktadır.

İdare açısından en belirgin yükümlülük, imar planına aykırı davranışta bulunulamamasının yanı sıra, planların uygulanması için gerekli olan imar programlarını ve yönetmelikleri, Kanunda öngörülen süre içerisinde hazırlamaktır (İK. m. 10). Belediyelerin, imar programı yapma yükümlülüğünü hiç yerine getirmemeleri halinde bunun müeyyidesi, İmar Kanununda öngörülmemiştir.

Özel hukuk gerçek ve tüzel kişileri açısından ise, imar planlarının onaylanmasından sonra, imar sınırları içinde girecekleri her türlü imar ve yapı faaliyetlerinde imar plan ve imar programlarına uygun davranmak, her türlü yapı için ilgili idareden izin almak ve izin ilkelerine uygun olarak yapı inşa etmek yükümlülüğü doğmaktadır.

İmar planlarında umumi hizmetlere ayrılan yerlerde kişilerin taşınmaz malları üzerindeki haklarına, imar programı süresince bir takım kısıtlamalar getiren 3194 sayılı İmar Kanununun 13. maddesinin; imar planlarında, resmi yapılara, tesislere ve okul, cami, yol, meydan, otopark, yeşil saha, çocuk bahçesi, pazar yeri, hal, mezbaha ve benzeri umumi hizmetlere ayrılan alanlarda, inşaata ve mevcut bina varsa esaslı değişiklik ve ilaveler yapılmasına izin verilmeyeceği, imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şeklinin devam edeceğine dair düzenlemeyi içeren Birinci Fıkrası ile; imar planlarının tasdik tarihinden itibaren beş yıl sonra parsel sahibinin, başvuruda bulunarak imar planlarında meydana gelen değişikliklerden ve civarın özelliklerinden dolayı okul, cami ve otopark sahası ve benzeri umumi hizmetlere ayrılan alanların yapımından ilgili kamu kuruluşunca vazgeçildiğine dair görüş alması koşuluyla tüm belirli çevredeki nüfus, yoğunluk ve donatım dengesini yeniden irdeleyerek hazırlanacak yeni imar planına göre inşaat yapabileceğini öngören Üçüncü Fıkrası, Anayasa Mahkemesi’nin 29.12.1999gun ve 1999/33 Esas 1999/51 Karar sayılı kararı ile iptal edilmiştir.

Gerekçesi özellikle Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine dayandırılan iptal kararında;

<Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı düzenlenmiştir. Kişinin bir şey üzerindeki hakimiyetini ifade eden mülkiyet hakkı, malike dilediği gibi tasarruf olanağı verdiği ve ona özgü olduğundan mutlak haklar arasındadır.

Anayasa’nın 35. maddesinde, <Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz’ kuralına yer verilmiş, temel hak ve özgürlüklerin sınırını gösteren 13. maddesinde ise, temel hak ve hürriyetlerin, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması amacı ile ve ayrıca Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak kanunla sınırlanabileceği, temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayacağı ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamayacağı, bu maddede yer alan genel sınırlama sebeplerinin temel hak ve hürriyetlerin tümü için geçerli olduğu belirtilmiştir.

Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunup onları büyük ölçüde kısıtlayan veya tümüyle kullanılamaz hale getiren sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaştığı kabul edilemez. Demokratik hukuk devletinin amacı kişilerin hak ve özgürlüklerden en geniş biçimde yararlanmalarını sağlamak olduğundan yasal düzenlemelerde insanı öne çıkaran bir yaklaşımın esas alınması gerekir. Bu nedenle getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları hep demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir. Özgürlükler, ancak ayrık durumlarda ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlandırılabilmelidir.

Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez.

Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun, kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması gerekir.

3194 sayılı Yasa’nın 13. maddesinin itiraz konusu birinci fıkrasında imar planlarında, resmi yapı, okul, cami, yol, meydan gibi umumi hizmetlere ayrılan yerlerin, imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şeklinin devam edeceği öngörülmüştür. Yasa’nın 10. maddesinde de belediyelerin, imar planlarının yürürlüğe girmesinden en geç 3 ay içinde bu planı uygulamak üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlayacakları belirtilmiş, ancak Yasa’da bu planların tümünün hangi süre içinde programa alınarak uygulanacağına ilişkin bir kurala yer verilmemiştir.

13. maddenin birinci fıkrası uyarınca imar planlarında umumi hizmetlere ayrılan yerlerin mevcut kullanma şekillerinin ne kadar devam edeceği konusundaki bu belirsizliğin, kişilerin mülkiyet hakları üzerinde süresi belli olmayan bir sınırlamaya neden olduğu açıktır.

İmar planlarının uygulamaya geçirilmesindeki kamusal yarar karşısında mülkiyet hakkının sınırlanmasının demokratik toplum düzeninin gerekleriyle çelişen bir yönü bulunmamakta ise de, itiraz konusu kuralın neden olduğu belirsizliğin kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak mülkiyet hakkını kullanılamaz hale getirmesi, sınırlamayı aşan hakkın özüne dokunan bir nitelik taşımaktadır.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi de 23.09.1981 günlü Sporrong ve Lonnroth kararında, kamulaştırma izni ile inşaat yasağının uzun bir süre için öngörülmüş olmasının, toplumsal yarar ile bireysel menfaat arasındaki dengeyi bozduğu sonucuna varmıştır.> İfadeleri ile iptali istenen maddelerin Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır.

Ne var ki; Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararında, <kişilerin mülkiyet hakları üzerinde süresi belli olmayan bir sınırlama> olarak nitelendirilen imar plan ve programlarının hangi sürede tamamlanacağına ilişkin mevcut yasal belirsizlik devam etmekte olup; 3194 sayılı Kanunun 13. maddesinin iptal edilen fıkralarında yer alan kısıtlamaların, eylemli olarak uygulandığı açıktır.

Esasen, imar planlarında umumi hizmetlere ayrılan alanlarda bulunan parsel maliklerinin mağduriyetlerine neden olunduğu düşüncesiyle, 3194 sayılı İmar Kanununun 13. maddesinin halen yürürlükte bulunan İkinci Fıkrasında, kamulaştırma yapılıncaya kadar emlak vergisi ödemeleri durdurulmuştur. Bu uygulamanın, mal sahibin tasarruf hakkının, dolayısıyla mülkiyetinin sınırlandırılması sonucu oluşan mağduriyetin giderilmesine yönelik olduğu kuşkusuzdur.

e- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarına Göre Kamulaştırmasız El Atma:

Türkiye’nin 18 Mayıs 1954 tarihinde onaylamış olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başlangıçta mülkiyete ilişkin bir kural içermemekle birlikte, Sözleşmenin yürürlüğe girmesinden önce mülkiyet hakkının da yer almasına yönelik bir protokol oluşturulmuş ve İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’ye Ek Protokol imzalanmıştır.

Protokolün birinci maddesi mülkiyetin korunmasını düzenlemekte olup; bu madde üç kuraldan oluşmaktadır. Bu kuralların ilki mülkiyet hakkına saygı duyulması biçiminde genel ilkedir. İkincisi mülkiyet hakkından kamu yararı nedeniyle hukuka uygun olarak yoksun bırakılmasının meşruluğu ilkesidir ve nihayet üçüncüsü, mülkiyet hakkının kamu yararına uygun olarak kullanılmasının düzenlemesinin yine meşru bir müdahale sayılacağı ilkesidir.

Bu bağlamda kamulaştırmasız el atma iddiaları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde ileri sürüldüğü zaman, mahkeme meşru müdahalelerin olup olmadığını incelemektedir, meşru bir müdahale yoksa mülkiyet hakkına saygı duyulmadığına ve hakkın ihlal edildiğine karar vermektedir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 23.09.1982 tarihli Sporrong ve Lonnroth Kararında, kamulaştırma yapılacağı gerekçesiyle yapı yasağı getirilen Sporrong’a ait taşınmazın yirmibeş yıl, Lonnroth’a ait taşınmazın ise on iki yıl boyunca inşaat yasaklarına konu olduğu, bu izin ve yasaklar sonucunda taşınmazı satma, kiralama, kullanma, yararlı değişiklikler yapma gibi mülkiyet hakkının sahibine verdiği yetkileri kullanma konusunda sıkıntı çektikleri ileri sürülerek yapılan başvuruda, <olayda mülkiyet hakkına doğrudan el konulmadığı ama verilen izin ve getirilen yasakların el konulma sonucunu doğurduğu, bunun da hakkın özüne dokunduğu> sonucuna ulaşmıştır.

C) SONUÇ

Dava konusu taşınmaz tapuda davacı ve dava dışı şahıs adına müşterek mülkiyet üzere kayıtlı olup, davacının mülkiyet hakkı bulunmaktadır. Taşınmaz 18.04.1978 tarihli 1/5000 örekliye 26.05.1992 tarihli 1/1000 ölçekli Maltepe İmar Planında ilkokul alanı iken 1/5000 ölçekli 16.04.2005 onay tarihli planda da Temel Eğitim alanına ayrılmıştır.

Dava tarihine kadar yirmi yılı geçen süreç içerisinde davacı, taşınmazın kamulaştırılması ya da tahsis amacı dışına çıkarılması talebiyle yaptığı başvurulardan olumlu bir sonuç alamamıştır. Maltepe Belediye Başkanlığı’nın bu süreçte taşınmazı 5 yıllık imar programına alıp almadığı belirgin olmadığı gibi, davalı İdarece de kamulaştırma cihetine gidilmemiştir.

3194 sayılı İmar Kanununun 10. maddesinin birinci fıkrası hükmü uyarınca Maltepe Belediye Başkanlığı imar planının yürürlük tarihinden itibaren en geç 3 ay içerisinde planın tatbiki için 5 yıllık imar programını hazırlamakla yükümlü olup, yatırımcı kuruluş olan davalı İstanbul İl Özel İdaresi Müdürlüğü’nün de bu çalışmalara katılması taşınmazın kamulaştırılması yasa gereğidir.

Buna rağmen, 1978 yılından bu yana değişen bütün planlarda temel eğitim (ilköğretim) alanında bulunan dava konusu taşınmazın amacına uygun olarak imar programlarına alınmamış, yatırımcı kuruluş olan davalı İstanbul İl Özel İdaresi Müdürlüğü’nce de kamulaştırılmamıştır. İlgili İdarelerin pasif ve suskun kalarak, amacına uygun işlem tesis etmemek suretiyle, davacı taşınmaz mal sahibinin mülkiyet hakkını, süresi belli olmayan bir sınırlamaya tabi tuttukları belirgindir.

Bu cümleden olarak, imar planlarında okul alanı olarak tahsis edilmiş bulunan dava konusu arsa üzerinde davacının, ileriye yönelik inşaat yapma gibi kişisel tasarruflarda bulunma, rayiç değeri üzerinden satma, kiralama, yararlı değişiklikler yapma gibi, mülkiyet hakkının sahibine verdiği yetkileri kullanma hakkı kısıtlanmıştır.

İdare, kamu yararı nedeniyle, kamusal amaçların gerçekleştirilmesi için bir takım işlemler yaparken, Anayasanın ikinci kısmında yer alan temel hak ve hürriyetlerle uyumlu, özellikle 35. maddesi ile güvence altına alınan mülkiyet hakkına saygılı olmalıdır.

Buradan hareketle, imar planlarında uzunca bir süre okul alanı olarak tahsis edilmiş bulunan dava konusu taşınmazı kamulaştırmayarak veya takas yoluyla davacıya başka bir yerden taşınmaz vermeyerek pasif kalmak suretiyle tasarrufunu engelleyen davalı idarenin, Anayasada yer alan temel hak ve hürriyetlerle, bireyin mülkiyet hakkına saygılı olduğundan söz edilemez.

Dahası, böyle bir durumda idarece, kamu yararı savında bulunulamaz. Eş söyleyişle, imar planlarında okul gibi umumi hizmetlere ayrılan alanların yıllarca uygulamaya dökülmemiş olması ve bunun da süre gelen bir hal alması, ortada bir kamu yararının bulunmadığının kabulünü gerektirir.

Öte yandan, davacının taşınmazından, mülkiyet hakkının kendisine verdiği yetkilerle donatılmış olarak, dilediği gibi tasarrufta bulunmasının idarece yıllarca engellenmiş olmasının, <Hukuk Devleti> ilkesinin en önemli unsurlarından biri olan <hukuk güvenliği”ni zedelediği, her türlü duraksamadan uzaktır.

Mülkiyet hakkına kamusal yarar sebep gösterilerek getirilen sınırlama, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılmaz hale getirerek bir hukuk devletinde kişinin hak ve özgürlükleri ile kamu yararı arasında bulunması gereken dengenin bozulmasına yol açarak hukuk güvenliğini yok etmektedir.

Tüm bu açıklamalar çerçevesinde; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarenin, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılamaz hale getirdiği, dolayısıyla malikin taşınmazdan mülkiyet hakkının özüne uygun şekilde yararlanma olanağı kalmadığı, taşınmaz malikinin mülkiyet hakkının hukuksal bir nedene dayanılmadan İdarece engellendiği kuşkusuzdur.

Yukarıda açıklandığı üzere, malikin taşınmaz üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde malike, hukuka aykırı olarak müdahalenin önlenmesini isteme hakkı tanınmıştır. Bir kişinin taşınmazına eylemli olarak el atıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunması ile imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibari ile bir fark bulunmamakta her ikisi de kişinin mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamında aynı sonucu doğurmaktadır.

Ancak, bundan da öte; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiği; bu haliyle İdarenin eyleminin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunan kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunduğu, her türlü izahtan varestedir.

Bu itibarla, kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının doğal sonucu, İdarenin hukuka aykırı eylemiyle mülkiyet hakkı engellenen taşınmaz mal sahibi davacının, dava yoluyla kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda mülkiyetin bedele çevrilmesini, eş söyleyişle idareden değer karşılığının verilmesini isteyebileceği açıktır.

Hal böyle olunca; Yerel Mahkemece, kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının kabulüyle, davalı İdarenin kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda sorumlu bulunduğuna ilişkin direnme kararı yerindedir.

Ne var ki, Mahkemece hükmedilmiş bulunan Özel Daire’ce işin esası incelenmediğinden, bu yönden inceleme yapılmak üzere dosyanın özel Daireye gönderilmesi gerekir.

Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle, direnme uygun bulunduğundan, davalı vekilinin işin esasına ilişkin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 5. Hukuk Dairesine gönderilmesine, 15.12.2010 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

29 Ağustos

Şirket birleşmesi ve borçlardan sorumluluk

T.C

Yargıtay

13 HD. 2008/56E. 2008/6260K. 

(Karar Tarihi : 7.5.2008)

DAVA : Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

KARAR : Davacı, eşi Sacide’nin 20.07.1998 tarihinde Özel Batman Ş … Hastanesi’nde doğum yaptığını, bir süre sonra rahatsızlanarak 02.08.1998 tarihinde öldüğünü, ölüm olayı ile ilgili olarak (Batman Birinci Asliye Hukuk Mahkemesi)’ne 2005/1331 esaslı, doktor kusuruyla ilgili olarak davalı doktor Ayten ve Özel Ş … sağlık Hizmetleri A.Ş. (Özel Batman Ş … Hastanesi) aleyhine açtığı tazminat davasının kısmen kabul edildiğini, mahkeme ilamının Yargıtay denetiminden geçerek 28.02.2007 tarihinde kesinleştiğini, ilamın icrası için başlattığı icra takibinde davalı borçlu Özel Batman Ş … Sağlık Hizmetleri A.Ş.’nin (Özel Batman Ş … Hastanesi) adresine 29.05.2006 tarihinde hacze gidildiğini, hastane yetkililerinin gösterdiği vergi levhasında Özel Batman Ş … Hastanesi’nde faaliyet gösteren şirketin davalı S… Sağlık Hizmetleri A.Ş. olduğu, Özel ş … Sağlık Hizmetleri A.Ş.’nin faaliyette bulunmadığı bildirilerek haciz işleminin yapılamadığını, oysa ki ilam borcundan S … sağlık Hizmetleri A.Ş.’nin sorumlu olması gerektiğini, Özel Batman Ş … Hastanesi’nin 25.10.1996 tarihinde kurulduğunu, Ticaret Sicilinde Özel Batman Ş … Sağlık Hizmetleri A.Ş. unvanı ile kaydının 08.11.1996 tarihinde yapıldığını, bu kez tabela ismi ve faaliyet adresi aynı kalmak kaydıyla 03.03.1998 tarihinde S sağlık Hizmetleri A.Ş.’nin kurulduğunu, kurucu ortaklarının Özel Batman Ş Sağlık A.Ş., B … Sağlık Tes. ve Tic. A.Ş., .. , vb şirketler olup, Özel Batman Ş sağlık Hizmetleri A.Ş.’nin faaliyet adresinde aynı isimle çalışmaya başladığını, S … Sağlık Hizmetleri A.Ş.’nin kurucu ortaklarından olan ve en büyük hisse sahibi şirketin de Özel Batman Ş … Sağlık Hizmetleri A.Ş. olduğunu, ilama dayalı alacağının Batman İcra Müdürlüğü’nün 2005/1257 takip dosyasında takibi devam ederken bu kez Batman İkinci Noterliği’nce 28.09.2005 tarihinde S … Sağlık Hizmetleri A.Ş.’deki beş kurucu şirket hisselerini özel şahıslara devrettiğini, bu hisse devirlerinin tamamen icra takibine konu edilen borçtan kurtulma amacıyla yapıldığını, hisse devirlerinin yapıldığı şahısların aynı zamanda kurucu şirketlerin ortakları olduklarını, işlemin muvazaalı olduğunu, kurucu ortakların tamamen Özel Batman Ş… Sağlık Hizmetleri A.Ş.’nin kurucu ortakları olduuğunu ileri sürerek, davalı S … Sağlık Hizmetleri A.Ş.’nin de Batman Birinci Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2005/1331 esas, 2006/189 sayılı ilam borcundan müştereken ve müteselsilen sorumlu olduğunun kabulüne karar verilmesini istemiştir.

Davalı, Özel Batman Ş… Sağlık Hizmetleri A.Ş.’nin, ticaret sicilinde kayıtlı olup halen varlığını koruyan aktif ve faal bir şirket olup tamamen farklı bir şirket olduğunu, her iki şirketin ortaklarının ve yetkililerinin bir dönem aynı olmasının sorumluluk doğurmayacağını, hisse devrinden sonra bu şirketle bir ilgilerinin kalmadığını, savunarak davanın reddini dilemiştir.

Mahkemece, ilam borçlusu Özel ş … Sağlık Hizmetleri A.Ş.’nin faaliyetine devam ettiği, ortaklık payı olarak S … Sağlık Hizmetleri A.Ş.’den hisse satın aldığı, birleşme ve devir işleminin olmadığı, aynı hastanede faaliyet göstermelerinin borçlu şirketin hak ve yükümlülüklerinin S … Sağlık Hizmetleri A.Ş.’ye geçtiğini göstermeyeceği gerekçeleri ile davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı, Batman Birinci Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2005/1331 esas, 2006/189 sayılı ilam alacağının takibi için Özel Ş … Sağlık Hizmetleri A.Ş. aleyhine icra takibi başlattığını, 29.05.2006 tarihli haciz aşamasında hastane bünyesinde faaliyet gösteren şirketin davalı S … sağlık Hizmetleri A.Ş. olması nedeniyle takibinin sonuçsuz kaldığını, takip borçlusu şirket ile davalı şirketin aynı şirketler olduğunu, borçtan kurtulmak amacıyla muvazaalı kurulup hisse devirlerinin gerçekleştiğini ileri sürerek ilam borcundan davalı şirketin de sorumlu olması yönünde karar verilmesi için eldeki davayı açmıştır. İlam borçlusu şirket ile davalı şirketin faaliyet adresleri Ş … Hastanesi olduğunda bir ihtilaf yoktur. Ş… Hastanesi 1996 tarihinde hizmet vermeye başlamış, ilam borçlusu şirketin 1996 yılında, davalı şirketin ise 03.03.1998 yılında kurulduğu, kurucu ortaklarının ilam borçlusu şirketin kurucu ortakları olduğu, bilahare davalı şirketin kurucu şirketleri hisselerini özel şahıslara devrettiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır. TTK 146-151 maddelerinde, şirket hisselerinin devri veya şirketlerin birleşmesi durumlarında önceki şirketin aktif ve pasifleri ile tümünün yeni şirkete geçeceği hükmü düzenlenmiştir. Dava konusu olayda davalı şirketle ilam borçlusu şirketin davacının alacağını almasını engelleme amacıyla fikir ve işbirliği içinde olduğu anlaşılmaktadır. Her ne kadar kayden iki ayrı tüzel kişilik devam ediyor görünse de, bu durum fiili birleşme karşısında anlam ifade etmez. Faaliyet adresleri aynı olan şirketler iki ayrı hastanede değil, tek bir hastanede ticari işletmelerini sürdürmektedirler. Ticari işletmelerde devamlılık esas olduğundan, sonraki öncekinin devamı niteliğindedir. İlam borçlusunun borçlarından da TTK 146-152 maddeleri, BK 179 ve devamı maddeleri gereğince külli halefiyet kuralları gereğince davalı şirket sorumdur. Dosya kapsamından, davalı şirketin sırf davacının elde ettiği ilamın infazını engellemeye yönelik olarak ticari işletmeyi mevcut ticari unvanı altında sürdürdüğü de anlaşılmaktadır. Böyle olunca mahkemece davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.

KARAR : Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz olunan kararın davacı yararına (BOZULMASINA), peşin alınan temyiz harcının istek halinde iadesine, 07.05.2008 gününde oybirliğiyle karar verildi.

 

 

 

T.C.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu

2004/15-666 E. 2005/1 K.

(Karar Tarihi : 02.02.2005)

Dava: Taraflar arasındaki “tasarrufun iptali” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul Asliye 3.Ticaret Mahkemesince davanın reddine dair verilen 15.07.2002 gün ve 2000/1111-2002/870 sayılı kararın incelenmesi davacı/alacaklı vekili tarafından istenilmesi üzerine,

Yargıtay 15.Hukuk Dairesinin 09.04.2003 gün ve 2002/5939-2003/1816 sayılı ilamı ile ;

(…Dava, İİK.nun 277 ve devamı maddelerinde düzenlenen tasarrufun iptali istemine ilişkindir. Mahkemece davaya konu edilen 10 adet arsanın tapuda gösterilen satış bedeli ile saptanan gerçek bedelleri arasında fark bulunmadığı ve olayda İİK.nun 280/4. maddesinin uygulanamayacağı görüşüyle davanın reddine karar verilmiştir. Oysa borçlu hakkında çeşitli mahallerde uygulanan hacizlerde yeterli mal varlığına rastlanmadığı anlaşılmaktadır. Ticari bir şirket olan borçlu A.Ş.nin mal varlığında bulunan arsaların ticari işletmesine dahil olduğunda ise kuşku yoktur. Bu nedenle devredilen 10 adet arsanın İİK.nun 280/4.maddesinde bahsedilen iş yerinde mevcut ticari emtianın mühim bir kısmını teşkil ettiğinin kabulü zorunludur. Dosyada satın alan davalı şirketin aynı maddedeki ilan v.s. gibi gerekli işlemleri yaptığına dair bir belge bulunmamaktadır. Öyle olunca mahkemece olayda İİK.nun 280/4 maddesindeki iptal şartlarının oluştuğu kabul edilerek ve davanın diğer şartları da araştırılarak sonucuna göre talep hakkında karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile reddi doğru bulunmamış kararın bozulması gerekmiştir…)

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle,yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle H.U.M.K. 2494 sayılı Yasa ile değişik 438/II.fıkrası hüküm gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Karar: Dava, İcra ve İflas Kanununun 277 ve devamı maddelerine dayalı tasarrufun iptali istemine ilişkindir.

A-Davacı İsteminin Özeti:

Davacı vekili asıl davada 06.09.2000 tarihli, birleşen davada da 27.09.2000 tarihli dava dilekçelerinde özetle; davalılardan Ü. A.Ş. nin , dava dışı D. Yapı A.Ş. ve D. Entegre A.Ş. nin müteselsil kefili sıfatıyla müvekkili bankaya borçlu olduğunu, borçlu hakkında İstanbul 6.icra Müdürlüğünün 2000/12361 ve 2000/12362 sayılı icra takip dosyalarından 10.3.2000 tarihinde toplam 5.225.187.406.150 TL. alacağın faiz ve fer’ileri ile birlikte tahsilini teminen icra takipleri yaptıklarını, alacağın tahsil imkanının bulunmadığını., bu durumun geçici aciz vesikası hükmündeki menkul haciz tutanakları ve tapu cevapları ile sabit olduğunu, borçluların alacağı karşılar miktarda menkul ve gayrimenkul mal varlığının bulunmadığını, davalı Ü. A.Ş. müteselsil kefili olduğu borcun ödenmeyeceğinin, aleyhinde takip yapılacağının belli olduğu, kredi hesaplarının kat edildiği, bir zamanda, ihtar tarihinden yalnızca 1,5 ay sonra 21.1.2000 tarihinde: İstanbul, Beykoz, Kanlıca mah. 118 ada, 21 parseli 97.790.000.000 TL. bedelle; Kanlıca mah.102 ada,3-4-5-6 parsellerde kayıtlı taşınmazları ve yine 102 ada 21 parseldeki 2/8 hisseyi, 667 ada 17-19 parseller ile 118 ada 19-20 parsellerde kayıtlı taşınmazları toplam 964.653.700.000 TL. bedelle ve taşınmazların rayiç değerlerinin çok altında diğer davalı Y. İnşaat’a devrederek,müvekkili bankanın haciz koyması ve alacaklarını tahsil imkanını ortadan kaldırdığını, böylece müvekkili bankayı ızrar kastı ile mal varlığını elden çıkardığını, davalılar arasında 21.1.2000 tarihinde yapılan bu satışların batıl olup, İİK 280/4 ve 278.maddeleri gereğince bu satış tasarruflarının müvekkili banka yönünden iptali ile icra takip dosyalarından cebri icra yolu ile hakkını alma yetkisinin tanınmasına karar verilmesini istemiştir.

B-Davalı Taraf Cevaplarının Özeti:

a)Davalı/borçlu Ü. Yatırım Holding Anonim Şirketi vekili asıl dava ve birleşen davada verdiği cevap dilekçelerinde özetle; usule ilişkin itirazlarını bildirmiş, ardından esasa ilişkin olarak ; müvekkili şirketin, dava konusu icra takiplerinin kefili sıfatı ile hareket eden tarafı olduğunu, davacı ile kredi takibindeki asıl borçlular D. Yapı A.Ş. ve D. A.Ş. arasındaki kredi ilişkisinin temerrüt nedeni ile sorunlu hale geldiğinden, keşide edilen ihtarnamelere dek haberdar olacak durumda olmadıklarını, gayrimenkulün satış işleminin 21.1.2000 tarihinde yapılmış olup davacının da beyan ettiği gibi kredi kat ihtarnamesi 10.3.2000 tarihinde ve Beyoğlu 18.Noterliğinden gönderildiğini, davacının İİK 277/1 .fıkrasına dayanarak ilgili icra dosyalarının haciz tutanakları ve tapu sicillerindeki kayıtlar ile tasarrufun iptali talebinde bulunduğunu, davacının icra dosyaları incelendiğinde, tüm kanun yolları tüketilmeden bu davanın açıldığının görüleceğini, müvekkiline ait tüm malları ve iştirakleri tespit edilmeden adeta bütün mal varlığı davaya konu gayrimenkul sanısı ile dava açılıp, davacı bankanın müvekkilinin ızrar kastı ile mal varlığını elden çıkardığını iddia ettiğini, oysa davacının İstanbul 6.icra Müdürlüğünün 2000/12361 ve 12362 esas sayılı dosyaları incelendiğinde müvekkilinin bazı gayrimenkullerine haciz konduğu Egebank’daki TL. ve döviz hesaplarında ciddi miktarlarda parasının bulunduğunun görüleceğini, davacının İİK 280.maddesinin 4.fıkrasına dayanamayacağını, bu fıkradaki hükme göre; bir ticari işletmenin devri, işyerinde mevcut ticari emtianın tamamı veya mühim bir kısmının devri, bir kısmını devir almakla birlikte işyerinin sonradan işgal edilmesi gerektiğini, ancak bu hallerde ızrar kastını bildiğinin kabulü gerektiğini, sayılan koşullardan hiçbirisinin olayda söz konusu olmadığını, ayrıca tasarrufun 278 madde uyarınca da iptalinin istenemeyeceğini, müvekkil şirketin gayrimenkulü 97.790.000.000 TL.sına satıp devretmiş olduğunun iddia edildiğini, gayrimenkulün satış değerinin rayicinden düşük olmadığını, bu durumun bilirkişi incelemesi yapılmadan iddia edilemeyecek bir husus olduğunu, davacının dayandığı 278.maddenin 2.fıkrasının 2 no.lu bendinde “akdin yapıldığı sırada, kendi verdiği şeyin değerine göre borçlunun ivaz olarak pek aşağı bir fiyat olarak kabul ettiği akitler” denildiğini, olayda malın değerine göre pek aşağı kabul edilebilecek bir fiyattan söz edilemeyeceğini, durumun bilirkişi incelemesi sonucu ortaya çıkacağını ifadeyle öncelikle, görevsizlik ve yetkisizlik itirazlarının incelenerek davanın Beykoz Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesini , olmazsa derdestlik itirazlarının kabulünü ve esas yönünden de davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.

b)Davalı/lehine tasarrufta bulunulan Y. İnşaat A.Ş. vekili asıl davada ve birleşen davada verdiği cevap dilekçesinde; müvekkili hakkında ve yaptığı işlerle ilgili olarak açıklamalardan sonra, diğer davalıya ait olduğu bildirilen gayrimenkullerin sahibi olan şirketin bunları satmak üzere olduğunu bildirmesi üzerine ekspertizi yapılan gayrimenkullerin bu aşamada Boğaziçi Öngörünüm bölgesinde ve sit alanı içinde kalması nedeni ile imar durumlarının bulunmadığı görülmekle birlikte, ilerde yapılabilecek yasal bir düzenleme ile inşaat izni alınabileceği düşünülerek sahibi olan şirketten satın alınmasına karar verildiğini, taşınmazların hepsinin aynı yerde olup bir bütünlük arz ettiğinden 25.1.2000 tarihinde satın alındığını ve bedelinin de satıcı Ü. Yatırım Holding A.Ş. ye ödendiğini, alım satım işleminin üzerinden takriben 8 ay geçtikten sonra bu defa Pamukbank tarafından tasarrufun iptali davası açıldığını, dava dilekçesinde İİK.nun 280/4.maddesi uyarınca satış işlemlerinin iptalinin talep edildiğini; gayrimenkullerin müvekkil şirkete satış işlemini ; Ticari İşletmenin veya mevcut ticari emtiamın tamamı veya mühim bir kısmını satın alan yahut bir kısmını iktisap ile beraber işyerini sonradan işgal eden şahsın, borçlunun alacaklılarını ızrar kastını bildiği ve borçlunun da bu hallerde ızrar kastı ile hareket ettiği şeklinde tavsif ettiğini; bu tavsife ne fiili ve ne de hukuki olarak katılmadıklarını, müvekkili şirketin önceki malikin borçlu olduğunu bilmediği gibi bile bilecek durumda da olmadığını ve gayrimenkulleri aldığı fiyatın belli olup, değerlerinin alım satım anında ne olduğunun ise bilirkişi incelemesi ile belirleneceğini, değerlerine tesir edici faktörler nazara alındığında ödenen bedelin, alınanın değerine göre pek aşağı bir fiyat olmadığının anlaşılacağını, davacı bankanın kötü niyetli olduğunu, bankanın alacağının da araştırılmasını, ifadeyle, öncelikle gayrimenkuller üzerine uygulanan ihtiyati haciz talebinin kaldırılmasını ve davanın reddini savunmuştur.

C-Yerel Mahkeme Kararının Özeti:

Yerel Mahkeme: “Davacının, yapılan tasarrufun alacaklıdan mal kaçırmak amacı ile yapıldığını ispat etmek ile yükümlü olduğu, bilirkişilerce düzenlenen raporda arsa ve binanın toplam değerinin satış tarihinde 1.168.760.000.000 TL. olduğunun belirlendiği, davalı Y. İnşaat A.Ş. nin de taşınmazları 1.007.148.100.000 TL. ye satın alması karşısında rayiç bedelle tapuda gösterilen değer arasında çok fazla bir fark bulunmadığı, davalının tapu kaydına güvenerek iyi niyetle ve gerçek değerine yakın bir değerle satın alındığının anlaşıldığı,İİK. nun 280.maddesinde de ödeme kabiliyetini kısmen veya tamamen kaybetmiş olan borçlunun alacaklıları zarara uğratma amacı ile yapmış olduğu tasarrufların iptalinin düzenlendiği, tasarrufun iptal edilebilmesi için borçlu ile hukuki ilişkide bulunan 3.kişinin borçlunun durumunu ve yapılan tasarrufun mahiyetini bilmesi gerektiği, bunu ispat yükünün de davacıda olduğu, her iki davalı arasında özel ilişkiler bulunduğu, davalı Ü. Yatırım Holding A.Ş. nin alacaklıları zarara uğratma amacı ile bu tasarrufu yaptığı ve bunu da diğer davalı Y. İnşaat A.Ş. nin bilmesi gerektiği konusunda herhangi bir delil elde edilemediği, davacının bu hususu ispat edemediği, davalılardan Y. İnşaat’ın, İnşaat ve Taahhüt işleri ile uğraşan bir şirket olup, imar izni bulunmayan ve hiçbir inşaat yapılamaz kaydı bulunan taşınmazları ileride bu durumun değişmesi durumunda değerlendirilmek üzere büyük miktarda para ödeyerek satın aldıkları sonucuna varıldığı; diğer yandan , davacının iddia ettiği gibi ticari işletmenin veya işyerindeki mevcut ticari emtianın tamamını veya mühim bir kısmını devir veya satın alan yahut bir kısmını iktisapla beraber işyerini sonradan işgal eden şahıstan söz eden İİK.nun 280/4 maddesinin uygulama olanağının da somut olayda bulunmadığı, zira TTK.nun 11.maddesinde ticari işletme başlığı ile yapılan tanım da nazara alındığında somut olayda ticari işletmenin devrinin söz konusu olmadığı, davacı bankanın kredi borçlusu D. Yapı A.Ş. ve D. A.Ş. nin müteselsil kefili davalı Ü. Holding A.Ş. nin , taşınmazları 21.01.2000 tarihinde gerçek değerine çok yakın bir değerle diğer davalıya sattığı, taşınmazların satıldığı tarihte dava dışı bu şirketler hakkında bir icra takibi mevcut olmadığı gibi takiplerin daha sonra 10.3.2000 tarihinde başladığı, davalı Ü. Yatırım Holding A.Ş.nin taşınmazların satıldığı tarihte, müteselsil kefili bulunduğu Şirketlerin durumunu bilmediğinin kabulü gerektiği, davacı yanca iddialarının kanıtlanamadığı, davanın her iki davalı yönünden de reddi gerektiği” gerekçesiyle asıl ve birleşen davanın reddine karar vermiştir.

D-Temyiz Evresi, Bozma ve Direnme:

Davacı vekilinin temyizi üzerine Yüksek Özel Daire, yukarıda başlık bölümünde yer alan gerekçelerle İİK. 280/4 maddesinin şartlarının somut olayda gerçekleştiğini kabulle kararın bozulmasına oybirliği ile karar vermiştir.

Bozma ilamı taraflara tebliğ edilmiş; Davalı taraf vekillerinin karar düzeltme istemi Özel Dairece esastan oybirliği ile reddedilmiştir.

Davacı temlik aldığını söyleyen TMSF vekili temlik eden alacaklı banka ile temellük eden TMSF arasındaki Muhatap borçlusu D. İnşaat ve Pazarlama A.Ş. olan alacak temliki sözleşmesini ibrazla duruşmaya katılarak bozmaya uyulması yönünde beyanda bulunmuştur. Davalı Ü. A.Ş. ve davalı Y. İnşaat A.Ş. vekilleri ise direnme kararı verilmesini istemişlerdir.

Mahkeme; önceki kararında direnerek davanın reddine karar vermiştir.

Hükmü davacı vekili temyize getirmiştir.

E-Gerekçe :

a) Yasal düzenlemeler ve buna ilişkin açıklamalar :

Öncelikle, konuyla ilgili yasal düzenlemelerin açıklanmasında yarar vardır.

2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun 277 ve devamı maddelerinde “Tasarrufun iptali” davaları ile ilgili düzenlemeler yer almaktadır.

“İptal Davası Ve Davacılar” başlıklı 277. maddede ;

“İptal davasından maksat 278, 279 ve 280 inci maddelerde yazılı tasarrufların butlanına hükmettirmektir. Bu davayı aşağıdaki şahıslar açabilirler:

1 – Elinde muvakkat yahut kati aciz vesikası bulunan her alacaklı,

2 – İflas idaresi yahut 245 inci maddede ve 255 inci maddenin 3 üncü fıkrasında yazılı hallerde alacaklıların kendileri.” Denilmekte; “İvazsız Tasarrufların Butlanı” başlıklı 278. maddede ise;

“Mütat hediyeler müstesna olmak üzere, hacizden veya haczedilecek mal bulunmaması sebebiyle acizden yahut iflasın açılmasından haczin veya aciz vesikası verilmesinin sebebi olan yahut masaya kabul olunan alacaklardan en eskisinin tesis edilmiş olduğu tarihe kadar geriye doğru olan müddet içinde yapılan bütün bağışlamalar ve ivazsız tasarruflar batıldır.

Ancak, bu müddet haciz veya aciz yahut iflastan evvelki iki seneyi geçemez.

Aşağıdaki tasarruflar bağışlama gibidir.

1. (Değişik 9/11/1988 – 3494/53 md.) Karı ve koca ile usul ve füru, neseben veya sıhren üçüncü dereceye kadar (bu derece dahil) hısımlar, evlat edinenle evlatlık arasında yapılan ivazlı tasarruflar,

2. Akdin yapıldığı sırada, kendi verdiği şeyin değerine göre borçlunun ivaz olarak pek aşağı bir fiyat kabul ettiği akitler,

3. Borçlunun kendisine yahut üçüncü bir şahıs menfaatine kaydı hayat şartiyle irat ve intifa hakkı tesis ettiği akitler ve ölünceye kadar bakma akitleri,”

Hükmü yer almaktadır.

2004 sayılı İcra ve İflas Kanununda 4949 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten önce “Diğer Butlan Halleri” başlığını, 4949 sayılı Kanunla yapılan değişiklikle de “Zarar verme kastından dolayı iptal” başlığını taşıyan 280. maddede ise;

Değişiklik öncesi haliyle;

” Tediye kabiliyetini kısmen veya tamamen kaybetmiş veya hakkında 178 inci maddenin 2 nci fıkrasındaki şartlar tahakkuk etmiş olan borçlunun, iyi niyetli bir şahıstan veya basiretli bir tacirden beklenilmeyecek tasarruflarla mevcudunu eksilttiği ve üçüncü şahsın bu durumu ve muamelenin mahiyetini bildiği veya bilmesi gerektiği hallerde yapılmış olan tasarrufları batıldır. Şu kadar ki,tasarrufun vukuu tarihinden itibaren alacaklı iki sene içinde borçlu aleyhine haciz veya iflas takibinde bulunmuş olmalıdır.

Borçlunun birinci fıkradaki tasarrufu, alacaklıları ızrar kastiyle yapması ve bu kasta üçüncü şahsın vukufu halinde, tasarruf tarihi ne olursa olsun batıl sayılır.)

(Değişik: 9/11/1988 – 3494/55 md.) Üçüncü şahıs, borçlunun karı veya kocası, usul veya füruu ile üçüncü dereceye kadar (bu derece dahil) kan ve sıhri hısımları, evlat edineni veya evlatlığı ise borçlunun birinci fıkrada beyan olunan durumunu bildiği farz olunur. Bunun hilafını üçüncü şahıs, ancak 279 uncu maddenin son fıkrasına göre ispat edebilir.

Ticari işletmenin veya işyerindeki mevcut ticari emtianın tamamını veya mühim bir kısmını devir veya satın alan yahut bir kısmını iktisapla beraber işyerini sonradan işgal eden şahsın, borçlunun alacaklılarını ızrar kastını bildiği ve borçlunun da bu hallerde ızrar kastiyle hareket ettiği kabul olunur. Bu karine, ancak iptal davasını açan alacaklıya devir, satış veya terk tarihinden en az üç ay evvel keyfiyetin yazılı olarak bildirildiğini veya ticari işletmenin bulunduğu yerde görülebilir levhaları asmakla beraber Ticaret Sicili Gazetesiyle; bu mümkün olmadığı takdirde bütün alacaklıların ıttılaını temin edecek şekilde münasip vasıtalarla ilan olunduğunu ispatla çürütülebilir.”

Hükmü yer almakta iken ;

4949 sayılı kanunla yapılan değişiklikle maddenin ilk fıkrası;

“Malvarlığı borçlarına yetmeyen bir borçlunun, alacaklılarına zarar verme kastıyla yaptığı tüm işlemler, borçlunun içinde bulunduğu malî durumun ve zarar verme kastının, işlemin diğer tarafınca bilindiği veya bilinmesini gerektiren açık emarelerin bulunduğu hâllerde iptal edilebilir. Şu kadar ki, işlemin gerçekleştiği tarihten itibaren beş yıl içinde borçlu aleyhine haciz veya iflâs yoluyla takipte bulunulmuş olmalıdır. “

Şeklinde düzenlenmiş;

İkinci fıkrası ise 4949 sayılı Kanunun 103. maddesi ile kaldırılmıştır.

Böylece maddenin aynen korunan üçüncü fıkrası ikinci, dördüncü fıkrası da üçüncü fıkra haline gelmiştir.

4949 sayılı Kanunun 280 maddede değişiklik yapan 60. maddesi hükmü 30.07.2003 tarihinde yürürlüğe girmekle birlikte aynı kanunun Geçici madde 5/38.fıkrasında yer alan;

“280 inci maddesinde değişiklik yapan hükmü, Kanunun yürürlüğe girmesinden önce açılmış ve derdest olan iptal davalarında, uygulanır.”

Hükmü karşısında maddedeki değişikliğin eldeki davaya da uygulanması gerekmektedir.

Takip eden açıklamalar bu yön gözetilerek yapılacaktır.

Yukarıya aynen alınan madde metinleri karşısında, iptal davaları ve somut olay yönünden irdelenmesi gereken diğer yasal düzenlemelerle ilgili kısaca açıklama yapmak yararlı olacaktır.

Bilindiği üzere; İptal davası, borçlunun alacaklısını zarara uğratmak kastıyla mal varlığından çıkarmış olduğu, mal ve hakların veya bunların yerine geçen değerlerin tasarruftan zarar gören alacaklının, alacağını elde etmek amacıyla dava açarak tekrar borçlunun mal varlığına geçmesini sağlayan bir dava türüdür.

İİK. 277 ve devamı maddelerine dayanılarak açılacak iptal davalarındaki amaç ise; yapılan tasarrufların butlanına hükmettirerek, alacaklının alacağını cebri icra yoluyla alma yetkisine sahip kılınması (İİK.283 md) , bu suretle cebri icra yolunun tamamlanmasıdır.

Yeri gelmişken belirtmekte yarar vardır ki, bu davada amaçlanan butlan maddi hukuk anlamında bir butlan değildir. Burada sözü edilen tasarruf, geçerli bir tasarruftur. Açılan dava kanıtlandığı takdirde tasarruf tamamen iptal edilmez ve sadece dava konusu mal borçlunun mal varlığından hiç çıkmamış gibi alacaklı bu malı haczettirip sattırır ve satış bedelinden alacağını elde eder. Satış bedelinden geriye para artarsa bu borçluya değil, kendisine karşı dava açılan üçüncü kişiye verilir.

Hukuki niteliği itibariyle bu dava ayni (malın aynına ilişkin) bir dava olmayıp, şahsi (kişisel hak doğurucu) bir davadır. Bu nedenle, açılan davanın taşınır veya taşınmaz mala ilişkin olması onun bu niteliğini değiştirmez. Devir alanın mal varlığından çıkıp, borçlunun mal varlığına iade edilmez. Sadece alacaklıya malın bedelinden alacağını alabilme olanağını sağlar.

Somut olayda, davacının iptal isteminin dayanağı 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun 278. maddesinin 3 .fıkrasının 2.bendi ve 280. maddesinin 4. fıkrası (değişiklikle 3.fıkrası) hükümleridir.

278.maddenin 3.fıkrasının 2.bendinde yer alan düzenleme irdelendiğinde, görülmektedir ki;

Yasa koyucu sözleşmenin yapıldığı sırada kendi verdiği şeyin değerine göre borçlunun ivaz olarak pek aşağı fiyat kabul ettiği akitleri de bağışlama gibi saymıştır.

Tarafların edimlerinin değeri saptanırken taşınmazın gerçek değerinin araştırılıp tespit edilmesi gerekir. Mahallinde bu konuda uzman bilirkişiler aracılığıyla keşif yapılarak taşınmaz veya taşınmazların satış tarihindeki gerçek değeri belirlenir. Bu surette ivazlar arasında önemli ölçüde farklılık olup olmadığı ve dolayısıyla pek düşük bedelin söz konusu olup olmadığı saptanır.Pek aşağı bir bedelin varlığının kabul edilebilmesi için taşınmazın satış tarihindeki gerçek değeri ile satış bedeli arasında en az bir misli fark olması gerekir. Eğer fark %30 veya %50 ya da %70 gibi ise, bu takdirde pek aşağı bedel söz konusu olmamalıdır. Zira satış bedelini ödemenin niteliği, piyasa koşulları, taşınmazın bulunduğu yer ya da diğer buna benzer hususlar etkiler. Yasa koyucu burada aşağı bir bedelden söz etmemiş, pek aşağı bir bedel ibaresini kullanmıştır. Diğer taraftan, edimler arasındaki farklılığı karşı tarafın bilmesi şartı da aranmaz. Borçlu pek aşağı bir bedel kabul ettiğini bilmese bile o tasarruf batıl sayılır.Satışa konu taşınmazlar üzerinde ipotek varsa bu takdirde ivazlar aşırı fark olduğunun saptanmasında yani bedelin pek aşağı olup olmadığının belirlenmesinde ipotek miktarının da gözetilmesi gerekir.

Mahkeme her iki madde yönünden de yasal unsurların bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar vermiş; Özel Dairece özellikle anılan Kanunun 280. maddesinin 4.fıkrası (değişikle 3.fıkra) koşullarının varlığı üzerinde durularak karar bozulmuştur.

Bu yönüyle, bozma ve direnme kararlarının dayandığı bu yasal düzenlemenin daha ayrıntılı irdelenmesi gerekmektedir.

İcra ve iflas Kanunu’nun 280. maddesinin 4. (değişiklikle)3.fıkrasında Ticari işletmenin veya işyerindeki malların devri, satışı hususu düzenlenmektedir. Maddede;

“Ticari işletmenin veya işyerindeki mevcut ticari emtianın tamamını veya mühim bir kısmını devir veya satın alan yahut bir kısmını iktisapla beraber işyerini sonradan işgal eden şahsın, borçlunun alacaklılarını ızrar kastını bildiği ve borçlunun da bu hallerde ızrar kastiyle hareket ettiği kabul olunur. Bu karine, ancak iptal davasını açan alacaklıya devir, satış veya terk tarihinden en az üç ay evvel keyfiyetin yazılı olarak bildirildiğini veya ticari işletmenin bulunduğu yerde görülebilir levhaları asmakla beraber Ticaret Sicili Gazetesiyle; bu mümkün olmadığı takdirde bütün alacaklıların ıttılaını temin edecek şekilde münasip vasıtalarla ilan olunduğunu ispatla çürütülebilir.”

Şeklinde yer alan bu hüküm bir karine içermektedir.

Eş söyleyişle; Yasa koyucu üçüncü kişinin borçlunun alacaklılarına zarar verme kastı ile yaptığı tasarrufu bildiğini ispat bakımından davacıya bir kolaylık tanımış ve 280. maddenin 4. (değişiklikle 3.) fıkrası ile alacaklı yararına iki yönlü bir karine getirmiştir.

Bu karine ile bir taraftan borçlunun alacaklılarını ızrar kastı ile hareket ettiğini ve diğer taraftan da üçüncü kişinin bu kastı bildiğini kabul etmek suretiyle alacaklıyı ispat külfetinden kurtarmıştır.

Buna göre ticari işletmenin veya işyerindeki mevcut ticari emtianın tamamını veya önemli bir bölümünü devir veya satın alan yahut bir kısmını iktisapla beraber işyerini sonradan işgal eden şahsın borçlunun alacaklılarını ızrar kastını bildiği ve borçlunun da bu hallerde ızrar kastı ile hareket ettiği kabul edilir.

Görülmektedir ki , bu karine açıkça davacı alacaklıyı ispat külfetinden kurtarmaktadır.

Öyleyse , bu karine nasıl çürütülecektir.

Bu karine, ancak iptal davasını açan alacaklıya devir, satış veya terk tarihinden en az üç ay evvel keyfiyetin yazılı olarak bildirildiğini veya ticari işletmenin bulunduğu yerde görülebilir levhaları asmakla beraber Ticaret Sicili Gazetesiyle; bu mümkün olmadığı takdirde bütün alacaklıların ıttılaını temin edecek şekilde münasip vasıtalarla ilan olunduğunu ispatla çürütülebilir.

Bu fıkra ile borçlunun ticari işletmesine ait tasarrufları söz konusu edilmektedir. Eğer borçlunun ticari işletmesinin bulunduğu yerde ticaret sicili gazetesi çıkmıyorsa bu takdirde sair gazetelerle yahut tüm alacaklıların duyabileceği münasip araçlarla ilan yapılabilir. Eğer ilanın yapılmasından veya keyfiyetin bildirilmesinden itibaren üç ay geçmiş ise bundan sonra devir ve temlik tasarrufunda bulunulması halinde iptal davası dinlenemez.

Bu hüküm İİK.nun 44.maddesindeki ticareti terk edenlere ilişkin hükümlerle paralellik taşımaktadır. Ticari işletmelerini devir suretiyle ticareti terk edenler bakımından açılan istihkak davalarında 44.madde hükmü uygulanmaktadır.

Yalnız iptal davalarında uygulanma yeri olan 280/4 (3) .maddesindeki bu “kötü niyet karinesi” sadece bu davalar yönünden getirilmiş özel bir hükümdür.

Bu hükümle; borçlu ile üçüncü kişiler arasında yapılan hukuki işlemlerde ticari işletmeyi veya işyerindeki ticari emtianın tamamını veya önemli bir kısmını devir ve satın alan üçüncü kişiler borçlunun yakını olmasalar bile,borçlunun alacaklılarını zarara sokma amacıyla hareket ettiğini bildikleri kabul olunmaktadır.

Ancak, ticari işletmelerini veya içindeki emtiasının tamamını veya bir kısmını devir veya temlik etmek isteyen borçlu, bu niyetini alacaklısına yazılı olarak bildirmişse veya ticari işletmenin bulunduğu yerde görülebilir şekilde asılmış yazılı levhalarla ve ayrıca ticaret sicili gazetesinde eğer bu gazete çıkmıyorsa diğer gazetelerle veya bütün alacaklıların duyacağı münasip vasıtalarla ilan yaparak bu ilandan veya alacaklıya yapılan yazılı bildirimden itibaren üç ay bekledikten sonra bu devri gerçekleştirmişse ve bu durumu borçlu veya onun tasarrufta bulunduğu üçüncü kişi kanıtlamışsa karine çürütülmüş olacaktır.

Kısacası, iki yönlü bu karinenin aksini ispat yükü davalı yandadır. Gerek borçlu gerek üçüncü kişi karinenin aksini geçerli ve inandırıcı delillerle kanıtlamaları gerekir. Diğer taraftan ticari işletmeyi devralan kimse devir keyfiyetini alacaklılara ihbar veya ilan etmiş olsa bile, Borçlar Kanunu’nun 179.maddesi gereğince borçlu ile birlikte alacaklılara karşı sorumlu olur.

Borçlu ile ticari bir ilişkiye giren şahıs ileride borcunu ödememesi durumunda borçlunun ticarethanesinde bulunan emtiasından alacağını tahsil etme yoluna gitmeyi düşünür. Eğer, borçlu daha sonra ticari işletmesini devretmek suretiyle alacaklının alacağını tahsil etme olanağını ortadan kaldırmış veya çok güçleştirmişse bu halde, yasa koyucu zarar verme kastıyla yapılan tasarrufun iptalini sağlamış, ispat yükünü borçluya ve onunla hukuki muamelede bulunan üçüncü kişiye yüklemek suretiyle alacaklıları korumuştur.

Diğer taraftan, İcra ve İflas Kanunu’nun 280. maddesinin 4 (3).fıkrasında yer alan hüküm alacaklıyı korumaya yönelik özel bir düzenleme olup, maddede yer alan “Ticari işletmenin veya işyerindeki mevcut ticari emtianın” ifadelerinin yorumunda da bu özelliği unutulmamalıdır.

Hemen burada ticari işletme kavramı üzerinde durmakta yarar vardır.

Bilindiği üzere bu kavram kanunda tanımlanmamıştır.

6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 11. maddesinde ;

“Ticarethane veya fabrika yahut ticari şekilde işletilen diğer müesseseler, ticari işletme sayılır. “

denilmekte,

Sınırlamaya gidilmeksizin “ticari şekilde işletilen diğer müesseseler ” kavramına yer verilmektedir.

Aynı Kanunun 12. maddesinde ise; “ticarethane ve fabrika” başlığı altında maddede yazılı veya mahiyetçe bunlara benzeyen işlerle uğraşmak üzere kurulan müesseselerin ticarethane sayılacağı, belirtilmekte ve fabrikacılığın da tanımı yapılmaktadır.

Yine aynı Kanunun “Ticari şekilde işletilen diğer müesseseler” başlıklı 13. maddesinde de;

“Aşağıdaki işleri görmek üzere açılan bir müessesenin işlerinin hacım ve ehemmiyeti, ticari muhasebeyi gerektirdiği ve ona ticari veya sınai bir müessese şekil ve mahiyetini verdiği takdirde bu müessese de ticari işletme sayılır:

1.Bir toprak sahibinin veya çiftçinin,mahsullerini olduğu gibi veya zirai sanatı dolayısıyla bir tezgahta şeklini değiştirerek satması;

2.Esnaf veya güzel sanatlar erbabından birinin gerek bizzat gerek işçi çalıştırarak veya makine kullanarak eserler vücuda getirmesi ve bu eserleri satması.

Bu hüküm,işlerinin mahiyetine göre,12 nci madde gereğince ticarethane veya fabrika olarak vasıflandırılamayan diğer müesseseler hakkında da tatbik olunur.”

Hükmü yer almaktadır.

Sonuçta, Türk Ticaret Kanunu anlamında ticari işletme kavramı 13. maddenin son fıkrasında yer alan hüküm nedeniyle açıklanan maddelerde sayılanlar dışında en genel anlamıyla ticari muhasebeyi gerektirecek genişlikte ticari ve sınai biçimde işletilme halini de kapsamakta; ticari işletmeye dahil unsurların belirlenmesinde “işlerinin mahiyeti”, eş söyleyişle, “o ticari şirketin iştigal alanının gözetilmesi” gereği de bu noktada önem taşımaktadır.

Davalı borçlu “Ü. Yatırım Holding Anonim Şirketi ” şirket unvanından da anlaşılacağı üzere bir yatırım şirketidir. Yatırım şirketlerinin ticari işletmelerinin yatırım konusunu teşkil edebilecek her türlü mal ve ticari emtiayı kapsayacağında kuşku bulunmamaktadır. Temelinde Anonim şirket niteliğinde olan ve yasa gereği borçlarından dolayı yalnız mameleki ile sorumlu bulunan borçlu/davalı şirketin tapuda adına kayıtlı bulunan taşınmazlarının ticari işletmesinden ayrı düşünülmesi de olanaksızdır.

Hemen vurgulanmalıdır ki, 2499 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu’nun “Sermaye Piyasası Kurumları” başlıklı 32.maddesinde;

“Bu Kanuna göre faaliyette bulunabilecek “Sermaye Piyasası Kurumları” aşağıda gösterilmiştir:

a) Aracı Kurumlar,

b) Yatırım Ortaklıkları,

c) Yatırım Fonları,

d) Sermaye Piyasasında faaliyet göstermesine izin verilen diğer kurumlar”

Gösterilmiş; aynı Kanunun 33/a maddesinde de;

a) Anonim ortaklık şeklinde kurulmaları,”

Öngörülmüştür.

Yine aynı Kanunun “Yatırım Ortaklıklarının Faaliyetlerinin Kapsamı” başlıklı 35.maddesinin 1.fıkrasında ise;

“Yatırım ortaklıkları sermaye piyasası araçları, gayrimenkul, altın ve diğer kıymetli madenler portföylerini işletmek amacıyla kurulan anonim ortaklıklardır. Bu portföyler müstakilen bu unsurlardan oluşabileceği gibi, karma da olabilir. “

Denilmekte;

“Yatırım Ortaklıklarının Kuruluş ve Faaliyet Şartları ” başlıklı 36. maddesinde de;

“Yatırım ortaklıklarına kuruluş ve faaliyet izni verilebilmesi için;

a) Kayıtlı sermayeli olarak anonim ortaklık şeklinde kurulmaları,

b) Başlangıç sermayelerinin Kurulca belirlenen miktardan az olmaması,

c) Hisse senetlerinin nakit karşılığı çıkarılması,

d) Ticaret unvanlarında Yatırım Ortaklığı ibaresinin bulunması,

e) Esas sözleşmelerinin bu Kanun hükümlerine uygun olması,

f) Kurucularının müflis olmadığının veya yüz kızartıcı bir suçtan dolayı hükümlülüklerinin bulunmadığının tespit edilmiş olması,

Gerekir.” Hükmüne yer verilmektedir.

Görüldüğü üzere; davalı borçlu şirketin bir yatırım şirketi olma vasfı varılacak sonuçta etkilidir. Holding olarak kurulması da temelinde yer alan Yatırım ortaklığı ve anonim ortaklık vasfını etkileyecek bir unsur olarak görülmemiştir.

Bir Yatırım şirketi olan borçlu şirket; ticari işletmesine dahil unsurlardan olan taşınmazlarının önemli bir kısmını devri halinde bunu Kanunda belirtilen usul ve yollarla alacaklısına bildirmek ve onu bu durumdan haberdar etmek yükümündedir. Bu yükümü yerine getirmemesi onu ve onun lehine tasarrufta bulunduğu şirketi yukarıda ayrıntısı açıklanan “kötüniyet karinesi” ile karşı karşıya bırakacaktır.

Bu karinenin çürütülmesi de yine açıklandığı üzere borçluya ve onun tarafından lehine tasarrufta bulunulana düşmektedir. Kısacası ispat yükü davalı taraftadır.

Açıklanan yasal düzenlemeler gözetilerek somut olay yönünden değerlendirme yapılmalıdır.

b) Somut olay yönünden yapılan değerlendirme ve KARAR :

Davanın, İcra ve İflas Kanununun 277 ve devamı maddelerine dayalı tasarrufun iptali istemine ilişkin olduğu yukarıda belirtilmişti.

Alacaklı banka tarafından, İstanbul 6. İcra Müdürlüğünün 2000/12361-12362 esas sayılı dosyalarında dava dışı D. İnşaat Pazarlama A.Ş. ve D. Entegre A.Ş.nin asıl borçlu ; davalı Ü. Yatırım Holding A.Ş.nin de kefil durumunda olduğu 10.3.2000 tarihinde kat edilen ,13.08.1998 tarihli kredi sözleşmesine dayanılarak icra takibine girişilmiştir. Davalı/takip borçlularından Ü. A.Ş.; adına kayıtlı bulunan 10 adet taşınmazı, 21.1.2000 tarihinde 162 yevmiye numarası ile Kanlıca mah.102 ada 6 parseli 74.676.000.000 TL;4 parseli 568.960.000.000 TL;5 parseli 24.358.600.000 TL;3 parselde 2/8 hisseyi 5.156.200.000 TL;21 parseli 4.711.700.000 TL; 667 ada 19 parseli 12.268.200.000 TL;17 parseli 14.757.400.000 TL;118 ada 19 parseli 106.680.000.000 TL;20 parseli 97.790.000.000 TL; İstanbul, Beykoz, Kanlıca mah. 118 ada, 21 parseli de 97.790.000.000 TL. bedelle olmak üzere toplam 1.007.148.100.000 TL bedelle diğer davalı Y. İnşaat A.Ş ‘ye satmıştır.İcra takip dosyalarında, tapu sicil müdürlüklerinden verilen cevaplar ve tutulan haciz tutanakları ile borçluların aczi anlaşılmıştır.

Davacı/alacaklı banka ; Davalı Ü. Yatırım Holding A.Ş.’nin alacaklı bankaya icra takip tarihi olan 10.03.2000 itibariyle toplam 5.225.187.406.150.-TL, borçlu olup, icra takibinden önce, 21.01.2000 tarihinde şirketinin aktifinde yer alan ticari işletmesine dahil taşınmazlarını diğer davalı (alıcı) Y. İnşaat A.Ş.’ne devrederek alacağın tahsil olanağını ortadan kaldırdığı iddiasıyla İcra ve İflas Kanununun 278 ve 280/4 (3).

Maddelerine dayanarak eldeki davayı açmıştır.

Davalı borçlu ve tasarrufta bulunulan şirketler, İİK.nun 278 maddesi şartlarının somut olay yönünden gerçekleşmediğini; aynı Kanunun 280/4 maddesinin de uygulanamayacağını, taşınmazların ticari işletmeye dahil kabul edilemeyeceğini, ticari emtia olarak ta kabul edilemeyeceğini savunmuşlar; iptal davasını açan alacaklıya devir, satış veya terk tarihinden en az üç ay evvel keyfiyetin yazılı olarak bildirildiği veya ticari işletmenin bulunduğu yerde görülebilir levhaları asmakla beraber Ticaret Sicili Gazetesiyle; bu mümkün olmadığı takdirde bütün alacaklıların ıttılaını temin edecek şekilde münasip vasıtalarla ilan olunduğu hususlarını ispat anlamında bir delile dayanmamışlardır. Davacı/alacaklı Pamukbank A.Ş.’nin yönetim ve denetimi ile hisselerinin tamamı yargılamanın devamı sırasında Tasarruf Mevduatı Sigorta Fon’u tarafından Bankalar Kanunu uyarınca devralınmış ve dava konusu alacak Tasarruf Mevduatı Sigorta Fon’una temlik edilmiştir.

Yerel Mahkeme yukarıda açıklanan nedenlerle davanın reddine karar vermiş; Özel Dairece karar İİK.nun 280 maddesinin 4. (değişiklikle 3.) fıkrasının şartlarının somut olay yönünden gerçekleştiğinden bahisle karar bozulmuştur.

Mahkemenin direnmeye ilişkin kararı davacı vekilince temyiz edilmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davalı borçlu ticari şirketin (Ü. Yatırım Holding A.Ş.) adına kayıtlı taşınmazların ticari işletmesine dahil ve bunların üçüncü kişiye satışına ilişkin tasarrufun da İcra ve İflas Kanununun 280. maddesinin 4. (değişiklikle 3.fıkrası) fıkrası hükmü kapsamında bir tasarruf, olup olmadığı noktasındadır.

Yukarıda yasal düzenlemelere ilişkin açıklamalarda ayrıntısı yer aldığı üzere; yatırım şirketi olduğu belirgin ve iş alanı itibariyle satış tasarrufuna konu taşınmazların mal varlığına ve ticari işletmesine dahil olduğu açık olan davalı borçlu şirketin, icra dosyalarına yansıyan durumu itibariyle de tasarrufa konu bu taşınmazların ticari emtiasının önemli bir bölümünü teşkil ettiğinde; bu nedenle de, iptali istenen tasarruflarının İcra ve İflas Kanunu’nun 280. maddesinin 4. (4949 s.y. ile değişik haliyle 3.) fıkrası kapsamında olduğunda kuşku bulunmamaktadır.

Durum bu olunca, alacaklı/davacı anılan maddede kendisi yararına getirilen karineden yararlanmak durumundadır. Bu karine ile, bir taraftan borçlunun alacaklılarını ızrar kastı ile hareket ettiği ve diğer taraftan da üçüncü kişinin bu kastı bildiği kabul edilerek alacaklı ispat külfetinden kurtarılmıştır.İspat yükü kendisinde olan davalı taraf, bu karineyi çürütecek bir delile de dayanmamış; eş söyleyişle, Kanunun öngördüğü yasal karinenin aksini kanıtlayacak usulü işlemlerin davalı borçlu tarafından yerine getirildiğini iddia ve ispat edememiştir. Bu durumda, karinenin davacı lehine gerçekleştiğinin kabulü gerekmiştir.

Açıklanan nedenlerle; Yerel Mahkemece “Olayda İİK.nun 280/4 maddesindeki iptal şartlarının oluştuğu kabul edilerek ve davanın diğer şartları da araştırılarak sonucuna göre talep hakkında karar verilmesi” gereğine işaret eden bozma kararına uyulmak gerekirken, gerek bu maddenin somut olay yönünden uygulama yerinin bulunmadığı; gerekse ispat yükünün davacı alacaklıda olduğu gerekçesiyle davanın reddine ilişkin önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

KARAR : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, 02.02.2005 gününde, oybirliği ile karar verildi.

İlgili Mevzuat Hükmü : İcra ve İflas Kanunu MADDE 280 :(Değişik madde: 18/02/1965 – 538/115 md.)

(Değişik fıkra: 17/07/2003 – 4949 S.K./66. md.) Malvarlığı borçlarına yetmeyen bir borçlunun, alacaklılarına zarar verme kastıyla yaptığı tüm işlemler, borçlunun içinde bulunduğu mali durumun ve zarar verme kastının, işlemin diğer tarafınca bilindiği veya bilinmesini gerektiren açık emarelerin bulunduğu hallerde iptal edilebilir. Şu kadar ki, işlemin gerçekleştiği tarihten itibaren beş yıl içinde borçlu aleyhine haciz veya iflas yoluyla takipte bulunulmuş olmalıdır.

(Mülga fıkra: 17/07/2003 – 4949 S.K./103. md.)

(Değişik fıkra: 09/11/1988 – 3494/55 md.) Üçüncü şahıs, borçlunun karı veya kocası, usul veya füruu ile üçüncü dereceye kadar (bu derece dahil) kan ve sıhri hısımları, evlat edineni veya evlatlığı ise borçlunun birinci fıkrada beyan olunan durumunu bildiği farz olunur. Bunun hilafını üçüncü şahıs, ancak 279 uncu maddenin son fıkrasına göre isbat edebilir.

Ticari işletmenin veya işyerindeki mevcut ticari emtianın tamamını veya mühim bir kısmını devir veya satın alan yahut bir kısmını iktisapla beraber işyerini sonradan işgal eden şahsın, borçlunun alacaklılarını ızrar kasdını bildiği ve borçlunun da bu hallerde ızrar kasdiyle hareket ettiği kabul olunur. Bu karine, ancak iptal davasını açan alacaklıya devir, satış veya terk tarihinden en az üç ay evvel keyfiyetin yazılı olarak bildirildiğini veya ticari işletmenin bulunduğu yerde görülebilir levhaları asmakla beraber Ticaret Sicili Gazetesiyle; bu mümkün olmadığı takdirde bütün alacaklıların ıttılaını temin edecek şekilde münasip vasıtalarla ilan olunduğunu ispatla çürütülebilir.