10 Eylül

TAKSİR VE BİLİNÇLİ TAKSİR

 
Türk Ceza Hukuk’unda kusurluluk halleri kast,bilinçli kast,taksir ve bilinçli taksir olarak düzenlenmiştir.Bunlardan taksir kavramı kelime kökeni olarak Arapça ‘nın kasr kelimesinden türemiş bir kelime olup,kusur ,hata ,kabahat,bir işi eksik yapma yada gereği gibi yapmamak olarak anlaşılır.Ceza hukukundaysa bir kişinin filinden dolayı cezalandırılabilirliğini ifade etmektedir.

Ceza hukukunda kural olarak suç ancak kastla ,kanunda açıkça gösterilen hallerde taksirle de işlenebilir.İstisnai bir kusurluluk hali olan taksirde failin cezalandırılabilmesi için mutlaka kanunda açık bir düzenleme bulunması gerekmektedir.

Yukarıda belirtilen kusurluluk hallerini kısaca açıklarsak:neticenin fail tarafından bilinmesi halinde kast,neticenin meydana gelmesine  kayıtsız kalınması halinde olası kast,öngörülen neticenin meydana gelmesinin istenmemesine rağmen özen yükümlülüğüne aykırı davranılması suretiyle neticenin meydana gelmesi engellenemediği durumda bilinçli taksir,öngörülebilir neticenin özen yükümlülüğüne aykırı hareket edilmiş olması sebebiyle öngörülmediği hallerde ise basit taksir vardır.

Bilinçli taksirde fail neticenin meydana gelebileceğini öngörmekte ancak neticenin meydana gelmesini istememektedir.Neticenin meydana geleceğini bilse vazgeçecektir.Neticenin meydana gelmesini zayıf bir ihtimal görmekte yada hiç gerçekleşmeyeceğini düşünmektedir.

TAKSİRİN UNSURLARI :

1-Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması

Yukarıda da belirtmiş olduğumuz kural olarak suç kastla işlenebilir ancak kanunun öngördüğü hallerde taksirle de işlenebilen suçlar olup bunlar kanunda açıkça sayılmıştır.5237 sayılı yasanın 22/1 maddesinde “Taksirle işlenen fiiller kanunun açıkça belirttiği hallerde cezalandırılır” demekte olup aksi durum” kanunilik” ilkesine aykırıdır.Günlük hayatta en çok karşılaşılan taksirli suçlar adam öldürme ve adam yaralama olmakla birlikte aşağıda sayılan başka suçlarda kanunda açıkça taksirle ilenebileceği düzenlenmiştir.Taksirle işlenen suçlar:

-adam öldürme (TCK.85)

-adam yaralama (TCK.89)

-taksirli iflas(TCK.162)

-taksirle genel güvenliğin tehlikeye sokulması (TCK.171)(yangına,bina çökmesine,,toprak kaymasına ,çığ düşmesine,sel veya taşkına sebebiyet verme)

-trafik güvenliğinin taksirle tehlikeye sokma (TCK.180)

-atom enerjisiyle taksirle patlamaya sebebiyet verme (TCK.173/2)

-çevrenin taksirle kirletilmesi (TCK.182)

-taksirle zehirli madde katma suçu (TCK.185)

-taksirle çocuğun soybağını değiştirme (TCK.231/2)

-taksirle askeri tesislerin tahribine yada kullanılmaz hale gelmesine sebebep olma(TCK.307/3)

-savaş zamanında yükümlülükleri taksirle yerine getirmemek(TCK.322/2)

-devletin güvenliğine ve siyasal yararına ilişkin bilgilerin taksirle açıklanması (TCK.329/3)

-yasaklanan bilgilerin taksirle açıklanması (TCK.336/3)

-taksir sonucu casusluk fiillerinin işlenmesi (TCK.338

 

2-Hareketin iradiliği

Hareketin iradi olması objektif sorumluluk şartlarından biridir.İradi hareket icrai yada ihmali bir davranışla gerçekleşbilir.Taksirin en önemli unsurlarından olan özen yükümlülüğü ihmalle de gerçekleştirilebilin bir eylemdir.

3-Sonucun istenmemesi

Taksirli suçların en önemli unsurlarından biri olup neticenin meydana gelmesi istenmemektedir.Basit taksirde fail fiilinden dolayı yada ihmalinden dolayı neticenin meydana gelmesini öngörmesi gerekirken bunu öngörmemiştir.Bilinçli taksirdeyse fail  neticenin meydana gelebileceğini öngörmüş anacak bunu çok zayıf  bir ihtimal görmüş  ve neticenin meydana gelemsine kendi becerisi ve bilgisiyle engel olabileceğini düşünmüştür.Neticenin meydana geleceğini bilse eyleminden vazgeçebilecek bir psikolojik durumdadır.Ancak ister icra-i ister ihmali hareketle olsun neticenin meydana gelmesi şart olup netice gerçekleşmeden suç oluşmaz .Bu nedenle taksirli suçlara teşebbüs mümkün değildir.

 

4-Hareketle netice arasında bir nedensellik bağının olması

 Cezai sorumluluğun doğabilmesi için fiil ile istenmeyen netice arasında bir illiyet bağının olması şarttır.İstenmeyen neticenin meydana gelmesinde bazen birden fazla kişinin eylemi etkide bulunmuş olabilir.Bu durumda tüm failler taksir derecesine göre cezai sorumluluğu mevcuttur.Trafik kurallarına aykırı hareket ederek aşırı süratla yol alan iki aracın çarpışmasında her iki sürücü de kusurlu olup meydana gelen neticeye göre her ikisinin de cezalandırılması cihetine gidilmesi gerekmektedir.Eski ceza yasamızda kusur derecesi 8/8 üzerinden bir metematiksel hesap yapılır  ve ona göre ceza tayini edilirdi.Ancak Yeni yasada kusurun varlığı failin  cezanın alt sınırından cezalandırılması için yeterli olmaktadır.

 

5-Neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması

Taksir suçunun en önemli unsurlarından olup kastan farklı olarak fail eyleminde neticeyi ya öngörmemekte yada gerçekleşmeyeceğini ummaktadır.Basit taksirde kişinin tecrübesisliği,özen yükümlülüğüne aykırı davranması ihmali vs. gibi etkenlerle neticenin meydana geleceğini öngörmemektedir.Bilinçli taksirdeyse netice öngörülmekte ancak fail neticenin meydana gelmeyeceğini düşünmektedir.Burda olası kastla bilinçli takisr arasında çok ince bir çizgi mevcuttur.Olası kastta fail neticenin meydana geleceğini öngörmekte ancak “natice meydana gelirse de gelsin “ düşüncesindedir.Bilinçli taksirde fail neticenin meydana geleceğini bilse eyleminden vazgeçecek bir tutumda olmasına rağmen olası kastta eylemine devam kararlılığındadır.

Av.Sami Demir

9 Eylül

TRAFİK KAZASI SONUCU ARAÇTA OLUŞAN DEĞER KAYBININ TAZMİNİ

Tamamen onarılmış olsa bile kazaya uğrayan araçlar, kaza sonucu oluşan tahribatın izlerini taşıyacağından, tamirden sonraki rayiç değerinin, kazadan önceki rayiç değerinden az olacağı açıktır. Aracın onarılmış durumdaki değeri, ne kadar iyi onarılmış olursa olsun kural olarak aynı nitelikteki hiç hasara uğramayan araç değerinden düşüktür ve bu da cari değerinden kaybettirmektedir. Zararı tazminle yükümlü olan kimse, tazmin borcunu doğuran eylemin meydana gelmesinden önceki durumuna iadeye mecburdur. Bu ilke, zarar, ister haksız eylemden doğsun, isterse sözleşmeye aykırı hareketten meydana gelsin, aynen uygulanır.

Ancak uygulamada Zorunlu Mali Mesuliyet Sigortası Poliçesi (ZMMS)’ler araç değer kaybı talebini çeşitli gerekçelerle reddetmekte, ya da gerçek zararın çok altında bedeller ödemektedir.Oysa araç değer kaybına ilişkin zarardan, kusuru oranında ZMMS veya doğrudan kazaya karışan, karşı taraf araç maliki ve şoförü de sorumludur.Zararın karşılanmaması halinde dava yoluyla tahsil edilmesi mümkündür.

Zorunlu Mali Mesuliyet Sigortası Poliçesi (ZMMS) ile sigortacı, kusurlu araç sahibinin sorumluluğuna müteselsilen ortak olmaktadır. Trafik sigortacısı, yalnızca mağdur araçta meydana gelen hasar bedelinden değil, “doğrudan zarar” kabul edilen “araç değer kaybından da” sorumludur. ZMMS nın limitinin yetmemesi durumunda, karşı tarafın kaskosu varsa, bu kaskoda ki maddi zarara ilişkin ihtiyari Mali mesuliyet Sigortası (İMMS)kapsamında da bu zararın tazmini sağlanabilir.Yargıtay’ın yerleşik içtihatları da bu yöndedir.Ancak , hasar gören aracın kullanılamamasından doğan ve “dolaylı zarar” kabul edilen; geçici kazanç kaybı veya ikame araç gideri gibi zararlar ZMMS tarafından karşılanmaz.Yalnızca kusurlu araç sahibi / sürücüsünden veya kişinin araç kasko sigortasında ayrı bir kloz varsa, kasko genel şartları ve poliçe özel şartları dahilinde kasko sigortacısından talep edilebilir. Kazanç kaybı, araç sahiplerinin veya işletenlerin araçtaki kaza sebebiyle oluşan hasarın onarılması için geçen sürede araçlarını kullanamadıkları için kaybettikleri ticari kazancı ifade eder. Söz konusu kaybın Borçlar Kanunu hükümleri doğrultusunda kazaya karışan kusurlu taraftan talep edilmesi gerekmektedir.

2918 sayılı KTK.nun 109.maddesi 1.fıkrasında “Motorlu araç kazalarından doğan maddi zararların tazminine ilişkin istekler, zarar görenin, zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği günden başlayarak iki yıl ve herhalde kaza gününden başlayarak on yıl içinde zamanaşımına uğrar” denilmiştir.Dava için bu sürenin geçirilmemesi önemlidir

Av.Muhammet Özer

5 Eylül

Tapu kayıtlarındaki hataların düzeltilmesi

Bilindiği üzere, “Mülkiyet Hakkının Tescili” başlıklı 22.07.2013 tarihli ve 2013/5150 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Tapu Sicil Tüzüğü’nün 28. maddesinde kütükte bulunması zorunlu bilgiler; malikin adı, soyadı, baba adı, edinme nedeni, tarih ve yevmiye numarası olarak belirlenmiştir.
Şayet, tapunun tesciline dayanak yapılan işlemde düzeltilmesi gereken bir hata yapılmışsa, bu hata 2013 tarihli Tapu Sicil Tüzüğü’nün 75. maddesi uyarınca, ilgilisinin başvurusu üzerine o maddedeki koşullar araştırılarak, idarece düzeltilmelidir.ilgilinin başvurusu Yargıtay tarafından ön koşul olarak değerlendirilmekte, Tapu Sicil Müdürlüğüne başvuru yapılmadan doğrudan açılacak davaların reddi gerektiği yönünde kararlar verilmektedir. (1)
Tapu sicil müdürlüğü tarafından yayınlanan “Hataların idari yoldan düzeltilmesi hakkındaki 1193 sayılı genelgenin” uygulanmasında tereddüde düşüldüğünün anlaşılması üzerine, konuya açıklık getirilmesi bakımından Tapu Sicil Müdürlüğü Genel Müdürlüğünce bu kez 1458 sayılı genelge yayınlanmış ve konuya açıklık getirilmeye çalışılmıştır.
Gerek tapu sicil muhafızlıklarının ve gerekse kadastro veya tapulama müdürlüklerinin sebep olduğu hatalar, 1458 sayılı genelge ve harçlar kanunun 59. maddesi gereği harç alınmadan yapılmaktadır.
Ancak tüm bunlara rağmen ilgilerin başvuruna rağmen Tapu Sicil Müdürlüğü gerekli düzeltmeleri yapmayı reddederse ne olacaktır ?
Bu durumda tapu malikleri veya mirasçıları veya diğer hak sahipleri tarafından “tapuda kayıt düzeltilmesi” davası açılması gerekir. Tapuda kayıt düzeltilmesi davasını, esas olarak tapu maliki ile mirasçıları açabilir. Bunun yanı sıra 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe giren Türk Medeni Kanununun 702. maddesinin son fıkrası gereğince ortaklardan her birinin topluluğa giren hakların korunmasını sağlayabileceği ve bu korumadan bütün ortakların yararlanabileceği öngörüldüğünden elbirliği mülkiyetinde, ortaklardan her hangi biri de tek başına tapuda murisin kimlik bilgileri ilgili olarak düzeltme isteyebilir. Ayrıca bu davaların, bir başka dava nedeniyle verilen yetkiye dayanılarak açılması da mümkündür. Böyle bir yetki verildiğinde yetkiye dayanarak dava açan kişinin aktif dava ehliyeti vardır.
Kayıt düzeltme davaları , taşınmazın bulunduğu yer Tapu Sicil Müdürlüğü’ne husumet yöneltilerek açılmalıdır.
Bu davalar, taşınmazın aynına ilişkin bulunduğundan 6100 sayılı HMK’nin 12. maddesi uyarınca taşınmazın bulunduğu yer mahkemesinde açılır. (2)
Tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi davaları da 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 382. maddesinde belirtilen çekişmesiz yargı işlerinden sayılmalıdır. Kaldı ki, 382. maddenin 2-ç/1 fıkrasında “Taşınmaz üzerinde taraf oluşturulmasına ve hak ihlaline sebebiyet vermeyecek düzeltmelerin yapılması” çekişmesiz yargı işi sayılmış olup, niteliği itibariyle tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi davalarından başka bu tarife uyacak bir dava türü de bulunmamaktadır.
Halen yürürlükte bulunan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 383. maddesine göre de, çekişmesiz yargı işlerinde görevli mahkeme, aksine bir düzenleme bulunmadığı sürece sulh hukuk mahkemeleridir. Bu itibarla, çekişmesiz yargı işi olan tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi davalarına sulh hukuk mahkemelerince bakılması gerekir.
Yargıtay uygulamalarına göre ; taşınmazların, kadastro tespiti ya da tapuya tescili sırasında mülkiyet hakkı sahibinin adı, soyadı, baba adı gibi kimlik bilgilerinin kayda eksik ya da hatalı işlenmesi, kayıt düzeltme davalarının kaynağını oluşturur. Bu tür davalarda kimlik bilgileri düzeltilirken, taşınmaz malikinin değişmemesi, diğer bir anlatımla mülkiyet aktarımına neden olunmaması gerekir.
Yargıtay kararlarına göre kayıt düzeltme davalarında, , kayıt maliki ile ismi düzeltilecek kişinin aynı kişi olduğu kuşkuya yer vermeyecek şekilde saptanmalıdır. Bu saptama yapılırken de aşağıda açıklanan yöntem izlenmelidir.
1- Kimlik bilgilerinde düzeltme yapılması istenen dava konusu taşınmazların tapu kayıtları (ilk tesis ve tedavülleriyle) ve kadastro tutanakları (tespit ve tescile esas alınan tüm dayanak belgeleriyle) ayrıca taşınmazlar kadastrodan sonra edinilmişse buna ilişkin tüm belgeler ile birlikte getirtilmelidir.
2- Nüfus Müdürlüğünden, dava konusu taşınmazların tapu kayıtlarında malik olarak görünen kişi ile aynı kimlik bilgilerine sahip bir başka kişi veya kişilerin nüfus kayıtlarının bulunup bulunmadığı araştırılmalı, mevcut ise bu kişi veya kişiler duruşmaya çağrılarak dava konusu taşınmazlarda mülkiyet hakkı iddiaları bulunup bulunmadığı kendilerinden sorulmalı, kaydı düzeltilecek kişilerin nüfus kayıtları, tapu kayıtları ve dayanakları ile bağlantı kurulacak şekilde incelenmelidir.
3-Taşınmazın bulunduğu yerleşim yerinde zabıta aracılığı ile kayıt maliki ile aynı ismi taşıyan başka kişi veya kişilerin bulunup bulunmadığı da araştırılmalıdır.
4-İstem konusunda tanıklar dinlenmelidir.
5-Tüm bu araştırmalar sonucu hala kesin bir kanaat oluşmamış ise mahallinde keşif yapılarak; tanıklar ve varsa tespit bilirkişileri taşınmaz başında dinlenmelidir.
6-Çekişme konusu taşınmazın emlak beyan dökümleri celbedilmelidir.
7-Çekişmeli taşınmaz işyeri olarak kullanılmış ise, tescil kayıt ve dava tarihleri arasında vergisinin kimin tarafından ödendiği ilgili kurumlardan sorulmalıdır.
8-Malik iddiasındaki davacı veya muris ile aynı ismi taşıyan, başka bir kişinin nüfus kaydının bulunup bulunmadığı ilgili nüfus müdürlüğünden sorulmalıdır.
9-Taşınmazı kimin, hangi tarihten beri , ne şekilde tasarruf ettiğinin ve bu kişilerin davacı veya miras bırakan ile herhangi bir ilgilerinin olup olmadığının araştırılması gerekmektedir.

Yargıtay’ın şu ana kadar ki uygulamalarına göre, davanın niteliği gereğince, yargılama harcı ve vekâlet ücreti maktu olarak belirlenmekte, Tapu Müdürlüğü yasal hasım Kabul edilerek yargılama giderlerinden (ve yargılama giderlerinden olan vekalet ücretinden) sorumlu tutulmamaktadır.
Ancak kanaatimizce tapu sicil müdürlüğünün yasal hasım olduğu gerekçesi ile, vekalet ücreti ve yargılama giderlerinden sorumlu tutulmamasının , “2013 tarihli Tapu Sicil Tüzüğü’nün 75. maddesi karşısında bir anlamı yoktur. Zira bu maddeye göre, ilgilisinin başvurusu üzerine o maddedeki koşullar araştırılarak, hata idarece düzeltilmelidir. Bu aynı zamanda dava ön şartıdır. Bu durumda artık Tapu Müdürlüğünce, gelen tashih talepleri iyi değerlendirmeli , davanın açılmasına sebebiyet verecek şekilde gerekçesiz red işlemlerinden kaçınılmalı, uygun talepler kabul edilmelidir. Aksine gerekçesiz ve dayanaktan yoksun olarak verilen red kararlarının sonucuna da müdürlük katlanmalıdır.Aksinin kabulü halinde, tapu sicil Müdürlüklerinin, yapılan her başvuruyu “ mahkeme karar versin” diyerek reddedeceği bizdeki genel teamüllere bakıldığında görülecektir.

Av.Muhammet Özer (4)

(1) Yargıtay 1.Hukuk Dairesi E. 2014/135 – K.2014/8359 T. 22.04.2014
(2) Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E. 2014/5678- K.2014/11651
(3) Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E.2012/2846 , K. 2012/3570
(4) İstanbul barosu Avukatlarından

3 Eylül

Rölöve ve Restitüsyon projeleri

 Rölöve, bir yapının, kent dokusunun veya arkeolojik kalıntının yakından incelenmesi,  o anda, olduğu gibi çeşitli bilimsel araçlar ve yöntemler kullanılarak belgelenmesi, mimarlık tarihi açısından değerlendirilmesi ve restorasyon projeleri hazırlanabilmesi için binanın iç ve dış mimarisine, özgün dekorasyonuna ve taşıyıcı sistemi ile yapı malzemelerine ait mevcut durumunun ölçekli çizimlerle anlatımıdır.

Sonradan değişikliğe uğramış, kısmen yıkılmış ya da yok olmuş öğelerin, yapıların veya yerleşmelerin, ilk tasarımlarındaki ya da belirli bir tarihteki durumlarının, arşiv kayıtlarından, yapı üzerindeki izlerden, yapıya, yerleşmeye ait çizim fotoğraf gibi belgelerden yararlanılarak plan, kesit, görünüş ve üç boyutlu  çizimlerle ya da maketle anlatımına de “restitüsyon” denir.

Peki rölöve ve restitüsyon projeleri fikir ve sanat eserleri  kanunu ve ilgili mevzuat anlamında eser kapsamında mıdır ?

Bir yapının rölövesinin çizilmesi, bir yapının halihazır durumunun basit teknik bir çizim gibi kağıda veya bilgisayara aktarılması olarak düşünülemez. Zira, her mimarın kendine has, özgün bir üslubu (hususiyeti), anlatım tekniği ve özelliği vardır. (FSEK’e göre sübjektif şart). Örneğin Selimiye Camisinin mimarı herkesçe bilindiği üzere Mimar Sinan’dır. Ancak bu caminin fotoğrafını çeken veya resmini yapan her kişi , çektiği fotoğraf ve çizdiği resim açısından onun eser sahibidir. Hiç kimse o fotoğrafı veya resmi ondan izinsiz kullanamaz. Zira fotoğraf çekmek ve resim çizmek ayrı bir tekniktir. Çekimde bakış açısı, ışığın ve gölgelerin yansıması vs. bir çok kriter dikkate alınmaktadır. Bu açıdan basit gibi görünen fotoğraf dahi (FSEK’e) göre eser vasfındadır. Örneğin ünlü fotoğrafçımız Ara Güler’in fotoğraflarını eser saymamak mümkün müdür ?

Bu bağlamda yürürlükteki yasal mevzuatımızda rölöve eser olarak kabul edilmektedir. Bundan dolayı müellifi belli olan yapılar için o müellif, bilinmeyenler için de ilk alenileştiren mimarın çi­zimleri eser mahiyeti taşır ve telif hakları kapsamında koruma altındadır. Örneğin mimarlık tarihinde çok önemli yer tutan Mimar Sedat Çetintaş ve Ali Saim Ülgen’in Rölöveleri eser olarak kabul edilmiştir.Yine Sait Halim Paşa Yalısı,Selimiye Camisi gibi eserlerin de Rölöve ve Restitüsyon çalışmalarını yürüten konunun uzmanlarından Mimar Acar Avunduk’un Rölöve ve Restitüsyon çalışmalarını eser saymamak mümkün müdür?

Bir tarihi eserin rölövesini ayrı ayrı çıkarmak / hazırlamak tabii ki her mimarın hakkıdır. Oysa bir mimarın uzun süren bir emek ve bilgi birikimi ile ortaya koyduğu , kendine ait özellikler (hususiyeti) taşıyan rölöve ve restitüsyon projesi bir eserdir ve müellifinden izinsiz kullanılamaz.

Öte yandan Yargıtay kararlarına göre zaten rölöve FSEK madde 5 anlamında eser, “işleme eser” niteliğindedir. Telif hakkı kazandırır. Uygulamada bu yöndedir. Yargıtay bir kararında; kültür ta­şınmaz varlığına yeni malik olan kişinin, eski malikin davacı mimara çizdirdiği rölöveleri, yeni bir mimara restorasyon proje çizdirtmesinden dolayı, hak sahibi olduğu rölövelerin ücretini isteyen mimarı haklı bulun­muştur. Böylece bu çizimler bir eser, mimar da müel­lif olarak kabul edilmiştir. Görüldüğü üzere rölövenin eser niteliği Yargıtay’ca tartışma konusu değildir. (1)

Yine uygulamada Mimarlar Odasının konuya ilişkin yayımladığı şartnameye göre de: 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca rölöve, restitüsyon ve restorasyon hizmetlerinin “işleme eser”olarak nitelendirildiği, korunması gerekli kültür varlığı olarak tescilli taşınmaz eserlerin rölöve ve restitüsyon çalışmaları, güzel sanatlar ese­rinin, ilim ve edebiyat eseri olarak değerlendirilmesi gerektiği, rölöve, restitüsyon ve restorasyon projesini hazırlayacak kişi, ya bu mimarlık eserine yönelik rölöve, restitüsyon, restorasyon projelerini yeniden hazırlamak ya da daha önce başka bir müellif tarafından hazırlanan çalışmaları kullanacaksa, aleni­leştiren müellifin iznini almak zorundadır.” (m. 16/8)

T.C Kültür ve Turizm Bakanlığı Koruma Bölge Müdürlükleri nezdindede yıllardır rölöve, restitüsyon ve restorasyon projeleri eser kapsamında değerlendirilmektedir.

Hatta onay almak için koruma kuruluna su­nulmuş bir rölövenin, tasdik edilmese bile bir eser sı­fatı taşıması mümkündür. Kurulun onayı, hangi rölöve­nin önce çizildiğinin ispatı anlamında önemlidir; yoksa bir tescil durumu değildir. (2)

Bütün bu bilgilerin ışığında Rölöve ve Restitüsyon projelerinin eser niteliğinin tartışma konusu olmadığını söylemek doğru bir tespit olacaktır.

 

Av.Muhammet Özer

 

(1)Yargıtay 11 Hukuk Dairesinin  E. 2005/4423 – K. 2006/4100 ve yine Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin  E. 2002/110981 ve K. 2003/3385 kararları .

(2) “Bir telif hakkı olarak: Rölöve; B.Altıparmak ve C.Altıparmak.

 

2 Eylül

Düğün sırasında takılan ziynet eşyaları kime aittir ?

Düğün sırasında takılan ziynet eşyaları kime aittir ?

Evlilik, iki kişinin aile kurmak üzere kanunların uygun gördüğü şekilde,ruhen ve bedenen ömür boyu sürecek şekilde bir araya gelmesidir. Ancak güzel başlayan her evlilik, başlarda umulduğu gibi iyi devam etmeyebiliyor. Zaman içinde, tarafların artık birbirlerine sevgi ve saygısının kalmadığı, taraflardan birinin evlilik birliğinin veya toplumun kendisine yüklediği görevleri yerine getiremediği durumlarda yada evlilik birliğinin devamında taraflar ve toplum için içinde fayda kalmadığı hallerde,genel sebep olarak “şiddetli geçimsizlik” gerekçesi boşanma davaları açılmaktadır. Tarafların birbirlerine olan sadakat yükümlülüğünün ihmali, zina, taraflardan birinin akıl hastalığına tutulması ve iyileşemeyecek durumda olması, hayata kast, birinin diğerine kötü muamelede bulunması, eşlerden birinin haysiyetsiz hayat sürmesi,eşlerden birinin suç işlemesi gibi özel sebepler boşanma nedeni olabilmektedir.

Evlillik birliğin üzerinden en az bir yıl geçmiş ve taraflar bütün konularda anlaşmış ise, yani kısaca  taraflar anlaşmalı boşanma davası açmış ise sorun yoktur.

Ancak  boşanma konularında anlaşma sağlanamamış ise, çekişmeli boşanma davası denilen bir süreç başlamaktadır.

İşte bu tür davalarda boşanma, velayet,nafaka gibi konular yanında ülkemizde örf ve adetler gereği düğün sırasında takılan takılar ile ilgili ihtilaflarda davanın içinde bir başlık olarak yer almaktadır.

Düğün sırasında takılan ziynet eşyalarının kime ait olduğu sorusu, boşanma davalarındaki en çok  tartışılan konularından biri olduğu gibi,bazen evliliğin devamı süresinde de eşler arasında ihtilaf konusu olabilmektedir. Eşlerden koca, bir kısım sebepler ile eşinden ziynetleri talep ettiğinde, eşinin olumsuz tavır takınması sonucu, ziynetlerde kendisinin de yasal anlamda hakkı bulunduğu inancı ile bir kısım zorlamalara başvurmakta , sonuçta boşanma davasına dahi giden bir geçimsizlik süreci başlatmaktadır.

Takı töreni bizde neredeyse düğünlerin olmazsa olmaz bir adetidir. Farklı şekillerde gerçekleştirilen bu tören sırasında davetliler, bilezik,altın, nakit para, gerdanlık vs. gibi  maddi değer taşıyan hediyeleri gelin ve damada takmaktadır.

İşte bu takıların kime ait olduğu konusu evlililik birliği ve boşanma sırasında genelde ihtilaf konusu olmaktadır. Düğünde kadına takılan takılar kime aittir? Bu sorunun cevabı mevcut durumda çok net olup ,düğün sırasında kadına takılan takıların, kadına ait olduğu şüphesizdir.Bir çok Yargıtay kararında da bu husus vurgulanmıştır.(1) Evlilik aşamasında ve boşanma halinde bunları geri verme yükümlülüğü olmadığı gibi paylaşım da söz konusu değildir.Edinilmiş mallara katılma rejimi açısından bakıldığında bunların kadına ait kişisel mal sayılması gerekir.Düğün sırasında erkek tarafının, kadına yani geline taktığı takılar bağış niteliğindedir.

Peki düğün sırasında erkeğe takılan takılar kime aittir? İşte bu durumda çıkan ihtilaflarda yapılacak iş, öncelikle  o yöredeki örf ve adete bakılması gerekir. Bir çok yörede takı erkeğe de, kadına da takılsa,  ziynet eşyalarının tümü kadına takılmış sayılmaktadır.Ancak örf ve adet erkeğe takılan takıların, erkeğe ait olmasını gerektiriyorsa bu takıların erkeğe ait olduğunu kabul etmek uygun olacaktır.(2)

 

Av.Muhammet Özer (3)

(1)Yargıtay 4.HD. E. 2002/10498 – K. 2003/770 – T. 27.1.2003, Yargıtay 4.HD E:2004/6794 -K:2005/157
T:24.01.2005, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2004/13-73- K. 2004/29 -T. 28.1.2004

(2)Yargıtay 2.HD. E. 1995/10121  – K. 1995/11061  T. 26.10.1995

(3)İstanbul barosu Avukatlarından

29 Ağustos

İşçiye bankalardan kredi alımı için gerçek ücretinin üstünde belge düzenlenmesi

İşçiye bankalardan kredi alımı için gerçek ücretinin üstünde belge düzenlenmesi                  

İşçiye bankalardan kredi alımı için gerçek ücretinin üstünde belge düzenlenmesi halinde, usulünce düzenlenmiş bu tür belgeler, işçinin ücretini ispat noktasında işverenden sadir yazılı delil niteliğindedir.Kişi kendi muvazaasına dayanamayacağından, işveren bu durumda belgenin muvazaalı olduğunu yani sadece kredi amaçlı verildiğini ve gerçek ücreti göstermediğini iddia ve ileri süremez.Bir kısım Yargıtay kararlarında gerçek ücret ile ilgili şüphenin ortaya çıktığı durumlarda işçinin kıdemi,mesleki tecrübesi,ünvanı, fiilen yaptığı iş vs. gibi hususlar nazara alınarak, gerçek ücret araştırması istendiği halde, Yarg.9.HD.2008/20960 E.- 2010/5929 K. 04.03.2010 trh. İst.Bar.derg.2010/3) ve bir kısım kısım Yargıtay kararlarında kredi alımı için dahi olsa gerçek ücretinin üstünde ücret ödendiğine dair belge düzenlenmesi halinde,işverenin kendi muvazaasına dayanamayacağı kabul edilerek, belgenin “gerçek ücreti”gösteren belge olduğu kabul edilmekte,tüm tazminat ve diğer işçilik hakları buna göre hesaplanmaktadır.

29 Ağustos

İşçinin 30 günlük ücreti ile karşılayamayacağı zarara sebebiyet vermesi

İşçinin 30 günlük ücreti ile karşılayamayacağı zarara sebebiyet vermesi

İşçinin 30 günlük ücreti ile karşılayamayacağı zarara sebebiyet vermesi halinde bu durum haklı ve geçerli bir fesih sebebi sayılabilir.Zararın kasten veya taksirle işlenmesi arasında bir fark yoktur.Zarar ve kusurun ayrı uzmanlarca belirlenmesi gerekir.Ancak zarar 30 günlük ücretin altın olsa bile fesih haklı sayılmasa bile geçerli fesih sayılabilir. Yani kıdem ve ihbar tazminatının ödenmesi gerekebilir, ancak  işe iade söz konusu olmayabilir.Yarg.9.HD. 2009/16140 E.- 2010/3388 K., 15.02.2010  trh.  İst.Barosu derg.2010/3)

29 Ağustos

iş koşullarında değişiklik nedeniyle iş akdi feshi ve örnek uygulamalar

iş koşullarında değişiklik nedeniyle iş akdi feshi ve örnek uygulamalar

İşçilerin iş tanımlarında değişiklik yapılması “çalışma koşullarında değişiklik” kavramını gündeme getirmektedir. Çalışma koşullarında değişiklik, işçinin görev tanımında, çalışılan adreste, çalışma süresinde, temel özlük haklarında işverenin tek taraflı iradesi ile yaptığı düzenlemeler olarak anlaşılmaktadır. Kurumsallaşmaya önem veren ve çalışan memnuniyetini önceleyen işverenler, işçilerin önceden onayını alarak yani uzlaşma ile çalışma koşullarında değişiklik yaptıklarından bu konuda herhangi bir sorun yaşanmamaktadır. Diğer yandan, işverenlerin tek taraflı iradesi ile iş koşullarında değişiklik yapılması durumunda, işvereni önemli yaptırımlar beklemektedir.

1475 sayılı eski İş Yasası’nda işçilerin çalışma koşullarında değişiklik konusunda herhangi bir düzenleme yer almamaktaydı. Bu eksiklik nedeniyle özellikle çalışma koşullarında sonradan değişiklik yapılması düşünüldüğünde bu konuda işçinin onayının alınmasının zorunlu olmaması nedeniyle olumsuzluklar yaşanmaktaydı. Açıklanan bu eksiklikleri gidermek amacıyla, 4857 sayılı yeni İş Yasası’nın 22. maddesi ile konu açıkça düzenlenmiştir.

Çalışma koşullarında değişiklik konusunda yaşanan sorunların başında, hangi olay veya olgunun çalışma koşullarında değişiklik sayılacağı konusu gelmektedir. Çalışma koşullarında değişiklik sayılan uygulamaların gruplanarak ele alınmasında ve örneklendirilmesinde büyük yarar bulunmaktadır.

II- Çalışma koşullarında değişiklik sayılan belli başlı uygulamalar

Çalışma mevzuatı uygulamasında, iş koşullarında değişiklik sayılan ve uygulamada en çok karşılaşılan durumlar;

A-İstirahat süresinin kısaltılması

İşverenin mevcut çalışma düzeni içinde alışılagelmiş biçimde uyguladığı ara dinlenmesi süresinin tek yanlı kararı ile kısaltılması, işçilerin çalışma koşullarında değişiklik sayılır ve işçilere 4857 sayılı İş Yasası’nın 22. maddesinden kaynaklanan hakları verir. Bir Yargıtay kararında  bu durum “Gece vardiyasında çalışan işçilere iş yerinde üç saat istirahat verilmekteyken bu uygulamanın işveren tarafından tek yanlı olarak bir saate indirilmesi, iş şartlarının işçi aleyhine değiştirilip ağırlaştırılması olarak kabul edilmektedir.” biçiminde ortaya konulmuştur.

B-İşçinin unvanında ve iş tanımında esaslı değişikli yapılması

İşverenin, işçilerin iş tanımında veya unvanlarında esaslı sayılabilecek değişiklik yapılması, çalışma koşullarında değişiklik sayılmakta ve 4857 sayılı Yasa’nın 22. maddesine göre, bu değişikliğin geçerli olabilmesi için işverenin durumu işçiye yazılı olarak bildirmesi ve işverenin bu isteğinin de işçi tarafından altı işgünü içinde yazılı olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Bu durum bir Yargıtay kararında “İşyerinde usta olarak çalışan işçinin bulaşıkçılığa verilmesi üzerine işi bırakıp hizmet akdini feshi haklı kabul edilmektedir.” Biçiminde ifade edilmiştir.

Başka bir Yargıtay kararında   “Davacı inşaat yüksek mühendisi olup davalı Belediye Başkanlığı’nda 29.06.1999 tarihinde geçici işçi sıfatıyla işe alınmış ve ilk günden itibaren belediye başkan yardımcısı olarak görev yapmıştır. 28.03.2004 tarihinde yapılan yerel seçimlerin ardından yeni seçilen belediye başkanı tarafından davacının kadro derecesi olan temizlik işine iade edildiğine dair bildirimde bulunulmuştur. Davacı işçi de söz konusu değişikliğin iş koşullarında esaslı değişiklik anlamına geldiğini ve 4857 sayılı İş Kanunu’nun 22. maddesine göre bu değişikliği kabul etmediğini bildirmiştir. Davalı işveren tarafından davacının yeni görevinde çalışmadığı gerekçesiyle, devamsızlıkta bulunduğu ileri sürülerek iş sözleşmesi feshedilmiştir. Davacının davalı belediyede temizlik işçisi olarak çalışmak üzere işe alınmadığı dosya içeriği ile sabittir. İnşaat yüksek mühendisinin temizlik işçisi olarak çalışması da mümkün görünmemektedir. Nitekim ilk günden itibaren belediye başkan yardımcısı olarak çalışmış olup davacı işçi yönünden bu çalışma şekli iş şartı halini almıştır. Daha sonra temizlik işinde rızası dışında çalıştırılması da 4857 sayılı İş Kanunu’nun 22. maddesi hükmüne göre mümkün değildir. Davacının temizlik işinde görevlendirilmesi iş koşullarının esaslı değişikliği niteliğindedir.

Öte yandan davacının işe girdiği tarihten itibaren ifa ettiği görevin, 657 sayılı Yasa’ya tabi kamu görevlileri tarafından görülmesi gerektiği yönünden yasa hükümlerine rağmen iş koşullarının işçi aleyhine değiştirilmesi doğru olmaz. Davacının yasal engeller sebebiyle başkan yardımcılığı görevini ifa edemeyecek oluşu, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 18. maddesinde düzenlenen fesih için geçerli nedenini oluştur ise de, işverene haklı fesih imkanı vermediği gibi önceki görevi ile bağdaşmayacak bir işte görevlendirilmesinin haklı gerekçesi olarak değerlendirilemez.

Yapılan bu açıklamalara göre davacı işçinin iş sözleşmesinin işverence feshi haklı bir nedene dayanmadığından ihbar ve kıdem tazminatlarının kabulüne karar verilmelidir. Mahkemece yazılı şekilde isteğin reddi hatalı olup kararın bu yönden bozulması gerekmiştir.” yönünde hüküm kurularak konu pekiştirilmiştir.

İşçi, mevcut iş tanımında veya unvanında değişiklik yapılması önerisini altı iş günü içinde kabul etmezse, işveren değişikliğin geçerli  bir nedene dayandığını veya fesih için başka bir geçerli nedenin bulunduğunu yazılı olarak açıklamak ve bildirim süresine uymak ve kıdem tazminatı da ödeyerek iş sözleşmesini feshedebilir.

C- İşçinin mevcut işindeki çalışma koşullarına göre daha ağır çalışma koşulları olan bir departmanda görevlendirilmesi

İşverenin, işçiyi mevcut işindeki çalışma koşullarına göre daha ağır çalışma koşulları olan bir departmanda görevlendirmesi çalışma koşullarında değişiklik sayılacağından, 4857 sayılı İş Yasası’nın 22. maddesine göre bu değişikliğin geçerli olabilmesi için, işverenin durumu işçiye yazılı olarak bildirmesi ve işverenin bu isteğinin işçi tarafından altı işgünü içinde yazılı olarak kabul edilmesi şarttır. Aksi durumda değişiklik işçiyi bağlamaz. Bu durum bir Yargıtay kararında . “İş yeri paketleme bölümünde genelde erkek işçiler çalıştığına göre bayan işçilere o bölümde erkek işçilere göre daha hafif taşıma işi verilmiş olsa bile iş koşullarının ağırlaştırıldığı kabul edilmelidir.” yönünde ifadesini bulmuştur.

D- İşçinin başka ildeki bir göreve atanması

İşverenin, işçiyi başka ildeki yine kendisine ait bir işyerindeki bir göreve ataması çalışma koşullarında esaslı değişiklik sayılacağından, 4857 sayılı İş Yasası’nın 22. maddesine göre bu değişikliğin geçerli olabilmesi için, işverenin durumu işçiye yazılı olarak bildirmesi ve işverenin bu isteğinin işçi tarafından altı işgünü içinde yazılı olarak kabul edilmesi şarttır. Diğer ildeki görevin mevcut çalışılan ildeki göreve göre terfi mahiyetinde olması, özlük haklarında iyileşme sağlanması, çalışma koşullarında olumlu değişiklik yapılmış olması, durumu değiştirmemektedir. İnsan yaşamının doğal genel geçerleri bulunmaktadır. Bunlardan biri de emeği ile geçinen işçi veya memurların çalıştıkları ilde yaşamlarını düzenlemeleridir. Sosyal çevre, eşin çalıştığı iş, çocukların eğitim düzeni çalışılan ile göre belirlenmektedir. Emeği ile geçinen insanların en hassas olduğu nokta çalışılan ilin değiştirilmesi durumdur. Yargıtay yeni tarihli bir kararında ; “…il sınırları içinde uzun süre görev yapan ve davacının, bu yerin çok uzağında bulunan, henüz açılmayan ve açılacağı da kesin olmayan bir yerde görevlendirilmesi, yerine yeni işçi alınması, görevlendirme konusunda neden gösterilmemesi gibi maddi olgular dikkate alındığında, davalı işverenin sözleşmedeki nakil yetkisini kötüye kullandığı anlaşılmaktadır. Nakil yetkisinin kötüye kullanılması nedeni ile davacının bu görevlendirmeyi kabul etmemesi, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 22. maddesine uygundur. Davalı işveren, davacı işçiyi eski görev yerine kabul etmemiş ve bu kabul etmeme için, yazılı ve geçerli nedenler sunamamıştır. Somut bu maddi olgulara göre, iş sözleşmesi geçersiz ve haksız nedenlerle davalı işverence feshedildiğinden, feshin geçersizliğine ve davacının işe iadesine karar verilmesi gerekir. Mahkemece yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi hatalıdır.”şeklinde hüküm vermiştir.

İşçinin altı iş günü içinde başka ildeki bir göreve atanma konusundaki yazılı işveren önerisini kabul etmezse işveren değişikliğin geçerli bir nedene dayandığını (yapılan değişikliğin kaçınılmaz olduğunu) veya fesih için başka bir geçerli nedenin bulunduğunu yazılı olarak açıklamak ve bildirim süresine uymak ve kıdem tazminatı ödeyerek iş sözleşmesini feshedebilir .

İşverenin belirtilen kurallara uymadan çalışma koşullarında bu yönde bir esaslı değişiklik yapması durumunda işçinin iş akdini feshederek kıdem ve ihbar tazminatı talep etme hakkı bulunmaktadır.

E- İşçinin uzmanlık alanından farklı bir alanda görevlendirilmesi

İşverenin, işçiyi mevcut işindeki uzmanlık alanından farklı bir alanda görevlendirmesi çalışma koşullarında esaslı değişiklik sayılacağından, 4857 sayılı İş Yasası’nın 22. maddesine göre bu değişikliğin geçerli olabilmesi için, işverenin durumu işçiye yazılı olarak bildirmesi ve işverenin bu isteğinin işçi tarafından altı işgünü içinde yazılı olarak kabul edilmesi şarttır. Bir Yargıtay kararında bu konu; “Mahkemece feshin 4857 sayılı Kanun’un 22. maddesine uygun olduğu geçerli nedenle yapıldığı kabul edilerek davanın reddine karar verilmiş ise de davacının çalıştığı bölümde kullandığı makine ile geçirilmek istendiği bölümde kullanacağı makine arasında kıyaslama yapılarak her iki bölümdeki iş koşulları ve çalışma şartlarının ağırlaştırılıp ağırlaştırılmadığı yönünden herhangi bir inceleme yapılmamıştır. Mahkemece yapılacak iş mahallinde iş güvenliği yönünden uzman bilirkişi marifetiyle keşif yapılarak davacının geçirilmek istenilen bölüm yönünden çalışma koşullarında ağırlaşma ve esaslı bir değişiklik olup olmadığı, tespit ettirilerek öte yandan da söz konusu değişikliğin davacının ileri sürdüğü bel ağrısı için risk teşkil edip etmediği o konuda uzman bir doktor tarafından alınacak bir raporla açıklığa kavuşturulduktan sonra sonucuna göre hüküm kurmaktan ibarettir. Eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmiş olması hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.” biçiminde ortaya konulmuştur.

F- İşyerinin taşınması, işverene ait şube veya diğer adresteki satış mağazasının kapanması

İşyerinin taşınması, çalışma koşullarında esaslı bir değişik sayılmakta olup işveren bu değişikliği ancak ve ancak durumu işçiye yazılı olarak bildirerek yapabilir. Yazılı olarak yapılmayan ve işçi tarafından altı işgünü içerisinde yazılı olarak onay verilmeyen değişiklikler işçiyi bağlamaz.

Nakil önerisi işçi tarafından bu süre içerisinde kabul edilmezse, işveren ya adres değişikliğinden vazgeçer ya da naklin geçerli sebebe dayandığını veya fesih için başka bir geçerli neden bulunduğunu yine yazılı olarak işçiye bildirmek ve ihbar öneli tanımak suretiyle (ya da ihbar tazminatı ödeyerek) ve de kıdem tazminatı ödeyerek iş sözleşmesini kendisi feshedebilir. Geçerli nedenler ise İş Yasası’nın 18. maddesine yer alan nedenlerden birisi olmak zorundadır.

III- İş  sözleşmesi veya işyeri personel yönetmeliği ile işçinin, çalışma koşullarında değişikliğe önceden onay vermiş olması durumu

Bir değişikliğin İş Yasası’nın 22. maddesinde düzenlenen çalışma koşullarında esaslı bir değişiklik olup olmadığının belirlenebilmesi için, bireysel iş sözleşmesi veya personel yönetmeliğinin (işyeri iç yönetmeliği) incelenmesi gerekmektedir. Bireysel iş sözleşmesinde veya personel yönetmeliğinde işverene somut çalışma koşulları değişikliği ile ilgili açık bir yetki tanınmış ise, işveren işçinin önceden yazılı onayını almaksızın çalışma koşullarını değiştirebilir. Bu durumda işçinin çalışma koşullarında yapılan değişikliği kabul etmemesi durumunda, işveren tarafından iş sözleşmesi İş Yasası’nın 25. maddesine istinaden haklı nedenle, kıdem ve ihbar tazminatı söz konusu olmaksızın feshedilebilir.

Ancak, bu konuda dikkat edilmesi gereken husus, iş sözleşmesi veya personel yönetmeliği (işyeri iç yönetmeliği) ile çalışma koşullarında esaslı değişiklik yapma yetkisinin önceden işverene verilirken soyut, genel, her koşul ve zamanda geçerli, konu belirtilmeksizin konulan hükümlerin geçerliliği olmayacağıdır. Örnek olarak; bireysel iş sözleşmesinde “işveren, satış mağazası zincirine dahil mağazalardan herhangi birinin çeşitli nedenlerle kapanması durumunda burada çalışan işçileri aynı ildeki başka bir mağazaya, işçinin önceden yazılı onayını almaksızın nakledebilir.” hükmünün bulunması durumunda bu hüküm, somut, belli ve özel bir konuyu düzenlediği için geçerli sayılır. Ancak “işverenin sözleşmenin devamı süresinde her konuda ve her zaman çalışma yerinde ve çalışma koşullarında değişiklik yapabilir. İşçi işverenin yapacağı her türlü çalışma koşulları değişikliğini peşinen kabul eder.” gibi hükümlerin işçiyi bağlaması söz konusu olmaz.

Çalışma yaşamının dinamiklerine ve gerçeklerine uygun olarak 4857 sayılı İş Yasası ile işverene çalışma koşullarını değişiklik yapma yetkisi verilmiştir. Ancak işverenin bu yetkisini kullanması belirli kurallara ve koşullara bağlanmıştır. İş sözleşmesi veya personel yönetmeliği ile işçi tarafından önceden onay verilmemiş olan bir konuda işverenin çalışma koşullarında yapacağı esaslı bir değişikliğin işçi tarafından kabul edilmemesi durumunda işveren fesih hakkını kullanabilir. Ancak işçi de bu durumda iş akdi feshine karşı işe iade davası açabilir.

29 Ağustos

İşyerinde meydana gelen iş Kazaları, Yapılacak Adli ve İdari İşlemler

İşyerinde meydana gelen iş Kazaları, Yapılacak Adli ve İdari İşlemler

Bir iş kazasında işverenin sorumluluğundan bahsedebilmek için iki şart aranabilir.

İlki işçinin kaza sırasında işverenin otoritesi altında bulunup bulunmadığıdır. İkinci şart kazanın doğrudan doğruya veya dolaylı olarak işin yarattığı bir tehlike veya işverenin üstlendiği koruma borcuna aykırı davranış sonucu olması şartının bulunmasıdır.

Diğer sorumluluk hallerinde olduğu gibi tehlike sorumluluğunda da 3 halde illiyet bağı kesilebilir.
Bunlar;
A- Mücbir sebep: Bu husus sorumlunun faaliyet ve işletmesi dışında oluşan kesin ve kaçınılmaz olarak olayın meydana gelmesini etkileyen o an için karşı konulması mümkün olmayan olaylarıdır. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus işverenin kendi kusuru ile işçisinin mücbir sebep teşkil eden olaya maruz bırakmasıdır ki bu halde mücbir sebepten işveren istifade edemeyecektir.
B- Zarar görenin ağır kusuru: İlliyet bağını kesen bu sebepten zarar gören işçinin bizzat kendi davranışıdır. İşçinin kusuru illiyet bağını tam kesmiş ise ağır kusurdan söz edilebilir. Işçi işin ifası sırasında kendisinden beklenen en temel basit ve mutat özeni göstermemiş ise onun bu davranışı işverenin sorumluluğunun kalkmasına teşkil eder. Işçinin kusurlu davranışının illiyet bağını tam kesmediği halde ortak illiyetten bahsedilerek müterafik kusur ve tazminat indirimi konuları gündeme gelecektir.
C- Üçüncü şahsın ağır kusuru: Üçüncü şahsın ağır kusuru illiyet bağını kesebilecek yoğunlukta ise işverenin sorumluluğu kalkacaktır. Zira bu durumda işverenin işletme tehlikelerine karşı önlem alma borcu geri plana itilmekte ve üçüncü şahsın ağır kusuru zararı doğuran sebep olmaktadır.

İş kazalarında işverenin karşılaşabileceği yaptırımlar

İşçi sağlığı ve iş güvenliği mevzuatına uymayan işveren iş kanununun ‘Ceza Hükümleri ‘ başlığı taşıyan 97-108 nci maddelerinde belirtilen cezalara muhatap olacaktır.
Bu cezalar idari nitelikte cezalar olup, uygulanması için kaza meydana gelmesi gerekmez.

işverenin sağlık ve güvenlik tedbirlerine uymaması, suçun oluşması için kafidir.
Cezalar hayati tehlike arz eden noksanların bulunması halinde noksanlar giderilinceye kadar işin bir bölümünü durdurma veya kapatma şeklinde veya idari para cezaları şeklinde uygulanır.

İdari para cezaları Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Bölge Müdürlüklerince verilir, bu cezalar mahalli Sulh Ceza Mahkemeleri nezdinde itiraz edilebilir. Mahkemece verilen cezalar kesindir.

iş kazasının meydana gelmesi durumda ise, sorumlular Türk Ceza Kanununun 455-459 uncu maddeleri uyarınca cezalandırılırlar. İş kazası sonucunda 10 günden daha az süreli hekim raporu alınmışsa takibi şikâyete bağlı bir suç oluşmuştur. Kazaya uğrayan şahıs şikâyetçi olmaz ise yasal işlem yapılmaz.

Meydana gelen iş kazalarının mahalli incelenmesi genellikle teknik nitelikteki bilirkişilerce yapılmakta, Cumhuriyet Başsavcıları suçun özelliğine ve niteliğine göre ilgili ceza mahkemesine dava açarak; sorumluların ‘ Tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu ölüme ve yaralanmaya sebebiyet vermekten cezalandırmaları talep etmektedir.
Ceza hakimi de olayı detaylarıyla inceleyerek; delilleri ve bilirkişi raporlarını değerlendirmekte ve sonuçta sorumluları cezalandırmaktadır.
İş kazası sonucunda işçinin ölümü halinde varislerin ceza davasından ayrı olarak; iş mahkemesi nezdinde maddi ve manevi tazminat davası açma hakları vardır. Görevli mahkeme konusunda; 5521 sayılı İş Mahkemeleri kanununun 5 inci maddesi “İş mahkemelerinde açılacak her davaya açıldığı tarihte dava olunan Türk Medeni kanunu gereğince ikametgâhı sayılan yer mahkemesinde bakılabileceği gibi işçinin işini yaptığı işyeri için yetkili mahkemede de bakılabilir. Bunlara aykırı sözleşme muteber sayılmaz” hükmüne göre davayı açan için iki tercih hakkı tanınmıştır.
1- İşçinin ikametgâhının bulunduğu yer İş Mahkemesi

2- İşyerinin bulunduğu yer İş Mahkemesi

Hizmet akdinde bu iki tercihten hangisi belirtilmişse; belirtilen yer İş Mahkemesi, yetkili mahkemedir.

İş kazasında işverence yapılacak idari işlemler
a- Kazaya uğrayan sigortalıya kurum sağlık tesislerince işe el konuluncaya sağlık durumunun gerektirdiği sağlık yardımlarının (İşyeri doktoru işyerinde ise işyeri doktorunca, sağlık memuru varsa o an için yapılabilecek ilk müdahale) yapılır.
b- Görgü şahitlerinin beyanlarına dayanarak işverence 3 nüsha halinde olay tafsilatlı bir şekilde tutanağa geçirilir. Tutanak işveren veya vekili ve görgü şahitlerince imzalanır.
c- Kazanın meydana geldiği yer zabıtasına (Jandarma veya Emniyet Birimleri ) derhal yazı ile bildirilir.

d- Sosyal Sigortalar Kurumu ilgili Sigorta Müdürlüğüne kaza anından itibaren en geç 2 gün içinde yazılı bildirimde bulunulur.(Bu bildirim Vizite kağıdı ile yapılır.)
e- Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığı ilgili Bölge Müdürlüğüne kaza anından itibaren en geç 2 gün içinde yazılı bildirimde bulunulur.(Bu bildirim iş Kazası Bildirim Formu ile yapılır.)
f- Kurum Müfettişlerince soruşturmanın yapılacağı düşünülerek; işçinin fiilen işe başlamadan kendisinden alınan veya işyeri doktorunca tanzim edilen doktor raporu (iş ağır ve tehlikeli işe giriyorsa, akciğer grafisi ve kan grubu tespit edilmiş “Ağır ve Tehlikeli İşlerde Çalışabilir” raporu ) ve iş kazası anında işverence tutulmuş bulunan tutanağın bir nüshası ayrı bir dosyada dosyalanır.
g- İş kazası Cumhuriyet Başsavcılığına intikal etmiş ise Başsavcılıkça istenilen belgeler bir dosya halinde bu makama gönderilir.

29 Ağustos

Ücretsiz izin veya zorunlu izin uygulaması

Ücretsiz izin veya zorunlu izin uygulaması

Ücretsiz izin veya Zorunlu izin uygulaması bizim İş Hukuku Mevzuatımızda açıkca düzenlenmiş bir husus değildir. Ancak çeşitli bölümlerde ayrıntıya inilmeden böyle bir uygulamanın olabileceği gösterilmiştir.Bu durum genelde ülkedeki Ekonomik veya mali krizler sonucu sektörlerde yaşanan iş daralmalarının işletmelere etkisi ile birlikte işverenlerin işçilerini işten çıkarmak veya ücretiz izne göndermek istemeleri neticesinde ortaya çıkıyor.Bu halde ücretsiz izin daha mantıklı bir durumdur zira bu uygulama ile işveren hem işçilerin sosyal güvenlik primlerini ve ücretlerini ödeme yükümlülüğünden kurtulur hem de sektördeki krizin atlatılmasıyla birlikte elinde her zaman işe başlayabilecek bir işçi kitlesine sahip olur.

Konuya diğer yönünden, yani işçi işveren ilişkileri açısından bakacak olursak İş hukukumuzda iş sözleşmesinin askıya alınabilmesinin bazı koşullarda mümkün olabildiğini görürüz.
Uygulamada ücretsiz izin ,  ya da zorunlu tatil olarak adlandırılan askıya alma halleri ancak işçilerin bunu kabul etmesiyle başka bir anlatımla bu hususta taraflar arasında açık veya zımni bir sözleşmenin oluşmasıyla mümkündür. Aksi halde işçiler iş görme edimlerini kabul etmeyen işverenden BK. m.325 uyarınca ücretlerini talep edebilecekleri gibi, iş sözleşmelerini haklı nedenle sona erdirebilir.”
Buradan da açıkça anlaşılabileceği gibi şayet işveren işçiyi ücretsiz izine ayırmak istiyorsa bu konuda onun rızasını almalıdır. Aksi halde kullandırılan bu izin zorunlu bir izin olacaktır ve işçi işverenden bu izin süresi kadar ücret talep edebileceği gibi, bu nedene dayanarak iş sözleşmesini haklı bir şekilde sona erdirecek ve yasal haklarını (ihbar, kıdem tazminatı) talep edebilecektir.
(Örnek yargı kararları :  Yarg. 9.H.D. E.2004/7127 K.2004/25124 T.08.11.2004 ,  9. Hukuk Dairesi Esas No : 2003/22915  Karar No : 2003/22947  Tarihi : 29.12.2003 )