23 Eylül

6552 SAYILI TORBA YASA İLE ASIL İŞVERENLERE GETİRİLEN BİR KISIM YÜKÜMLÜLÜKLER

6552 Sayılı Torba Kanunla 4857 sayılı yasanın  36, 56 ve 112. maddelerine yapılan bir kısım ekleme ve değişiklikler ile yeni düzenlemeler getirilmiştir. Bu düzenlemeler ile taşeron işçileri ve taşeron işçi çalıştırma konularında yenilikler ,asıl işverenlere veya asıl işveren konumundaki kamu kurumlarına bir kısım yükümlülükler getirilmiştir.

Buna göre;

Torba Yasanın 3.maddesiyle ,4857 sayılı İş Kanununun “Kamu makamlarının ve asıl işverenlerin hakedişlerinden ücreti kesme yükümlülüğü” başlıklı 36. maddesinde değişiklik yapılmış, yapılan değişiklikle; asıl işveren, alt işverende çalışan işçilerin ücretlerinin ödenip ödemediğini, işçinin başvurusu üzerine veya aylık olarak resen kontrol etme ve varsa ödenmeyen ücretleri, alt işveren/taşeronun, hak edişlerinden keserek işçilerin banka hesabına yatırma yükümlüğü getirilmiştir.

Yine Torba Yasanın 6.maddesiyle ,4857 sayılı İş Kanununun “Yıllık ücretli iznin uygulanması” başlıklı 56.maddesinde taşeron işçilerinin yıllık izin hakları ile ilgili düzenleme yapılmıştır. Buna göre bundan böyle , taşeron işçilerinden, bağlı olduğu taşeron değiştiği hâlde aynı işyerinde çalışmaya devam edenlerin yıllık ücretli izin süresi, aynı işyerinde çalıştıkları süreler dikkate alınarak hesaplanacaktır. Böylece, taşeronların değişmesi halinde, yeni taşeron işçilerin önceki çalışma süresini de dikkate almak zorunda kalacak, yıllık izni hak etmede esas alınan bir yıllık sürenin hesabına kendisinden önceki taşeron veya taşeronlar dönemindeki çalışma süresini de dahil edecektir.

Ayrıca, asıl işverene ve  asıl işveren konumundaki kamu kurum ve kuruluşlarında ise ilgili kamu idaresine, taşeron tarafından çalıştırılan işçilerin hak kazandıkları yıllık ücretli izin sürelerinin kullanılıp kullanılmadığını kontrol etme ve ilgili yıl içinde kullanılmasını sağlama, taşerona ise İş Kanunun 56. maddesinin altıncı fıkrasına göre tutmak zorunda olduğu izin kayıt belgesinin bir örneğini asıl işverene verme, kamu kurum ve kuruluşlarında ilgili kamu idaresine verme yükümlülüğü getirilmiştir.

Torba Yasanın 8.maddesiyle ,4857 sayılı İş Kanunun “Bazı kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanların kıdem tazminatı” başlıklı 112. maddesine eklenen fıkralar ile kamuda çalışan taşeron işçilerinin kıdem tazminatı haklarıyla ilgili olarak bazı güvenceler getirilmiştir.

Buna göre;

Alt işverenin yani taşeron işçisinin bağlı olduğu taşeronun değişip değişmediğine bakılmaksızın, aralıksız olarak aynı kamu kurum veya kuruluşuna ait işyerlerinde çalışmış olanların bu işyerlerinde oldukları sürelere ilişkin kıdem tazminatına esas çalışma süreleri, aynı kamu kurum veya kuruluşuna ait işyerlerinde geçen toplam çalışma süreleri esas alınarak tespit edilecek. Yani, ihale sözleşmelerinin yenilenmesi veya başka nedenlerle işçinin bağlı olduğu taşeron kaç kez değişirse değişsin fark etmez, kıdem tazminatına esas çalışma süresinin tespitinde, işçinin o kamu kurum ve kuruluşuna ait işyerlerinde aralıksız olarak çalıştığı sürenin tamamı esas alınacak.

İşçinin çalıştığı taşeronlar değişmiş olsa dahi , son taşeron ile yapılmış olan iş sözleşmeleri 1475 sayılı İş Kanununun 14.maddesine göre kıdem tazminatı ödenmesini gerektirecek şekilde sona ermiş olanların, kıdem tazminatı ilk işe girdiği tarihten itibaren geçirdiği toplam çalışma süresi esas alınarak ilgili kamu kurum veya kuruluşları tarafından işçinin banka hesabına yatırılmak suretiyle ödenecektir.

Eğer işçi, aynı taşerona bağlı olarak ve aynı iş sözleşmesi çerçevesinde, ancak farklı kamu kurum veya kuruluşlarında çalıştırılmış ve kıdem tazminatı almayı hak edecek şekilde işten çıkmış ya da çıkarılmışsa, bu işçinin kıdem tazminatı da farklı kamu kurum ve kuruluşuna ait işyerlerinde geçen hizmet sürelerinin toplamı esas alınarak çalıştırıldığı son kamu kurum veya kuruluşu tarafından, işçinin banka hesabına yatırılmak suretiyle ödenecektir.

Taşeron ile yapmış olduğu iş sözleşmesi sona ermediği gibi, taşeron tarafından 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu kapsamında bulunan idarelere ait işyerleri dışında bir işyerinde çalıştırılmaya devam edilen ve bu şekilde çalıştırıldığı sırada iş sözleşmesi kıdem tazminatı ödenmesini gerektirecek şekilde sona eren, işçinin kıdem tazminatı, işçinin yazılı talebi hâlinde, kıdem tazminatının söz konusu kamu kurum veya kuruluşlarına ait işyerlerinde geçen süreye ilişkin kısmı, kamu kurum veya kuruluşuna ait çalıştığı son işyerindeki ücretinin yılları itibarıyla asgari ücret artış oranları dikkate alınarak güncellenmiş miktarı üzerinden hesaplanmak suretiyle son kamu kurum veya kuruluşu tarafından işçinin banka hesabına yatırılmak suretiyle ödenecektir. Bu şekilde hesaplanarak ödenen kıdem tazminatı tutarının, iş sözleşmesinin sona erdiği tarihteki ücreti üzerinden aynı süreler dikkate alınarak hesaplanacak kıdem tazminatı tutarından daha düşük olması hâlinde ise işçi aradaki farkı taşerondan talep edebilecektir.

22 Eylül

İşyeri devrinin esasları ve sonuçları

      Yargıtay

Hukuk Genel Kurulu

Esas: 2011/9-589,

Karar: 2011/740

Karar tarihi :07.12.2011

“Taraflar arasındaki “Kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, fazla çalışma ücreti, hafta sonu çalışma ücreti ve yılık ücretli izin alacağı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 5. İş Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 28.12.2007 gün ve 2005/1140 E., 2007/962 K. sayılı kararın incelenmesi davalılar vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9.Hukuk Dairesinin 23.10.2009 gün ve 2008/10743 E., 2009/28895 K. sayılı ilamı ile;

(… 1-Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalıların aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.

2-İşyeri devrinin iş ilişkisine etkileri ile işçilik alacaklarından sorumluluk bakımından taraflar arasında uyuşmazlık söz konusudur.

İşyeri devrinin esasları ve sonuçları 4857 sayılı İş Kanununun 6. maddesinde düzenlenmiştir. Sözü edilen hükümde, işyerinin veya bir bölümünün devrinde devir tarihinde mevcut olan iş sözleşmelerinin bütün hak ve borçlarıyla devralan işverene geçeceği öngörülmüştür. Devir tarihinden önce doğmuş ve devir tarihinde ödenmesi gereken borçlarda ise, devreden işverenle devralan işverenin birlikte sorumlu olduğu aynı yasanın 3. fıkrasında açıklanmış ve devreden işverenin sorumluluğunun devir tarihinden itibaren iki yıl süreyle sınırlı olduğu hükme bağlanmıştır.

4857 sayılı İş Kanununun 120. maddesi hükmüne göre 1475 Sayılı Kanunun 14. maddesi halen yürürlükte olduğundan, kıdem tazminatına hak kazanma ve hesap yöntemi bakımından işyeri devirlerinde belirtilen hüküm uygulanmalıdır. Anılan hükme göre, işyerlerinin devir veya intikali yahut herhangi bir suretle bir işverenden başka bir işverene geçmesi veya başka bir yere nakli halinde işçinin kıdemi, işyeri veya işyerlerindeki hizmet akitleri sürelerinin toplamı üzerinden hesaplanmalıdır. Bununla birlikte, işyerini devreden işverenlerin bu sorumlulukları, işçiyi çalıştırdıkları sürelerle ve devir esnasındaki işçinin aldığı ücret seviyesiyle sınırlıdır.

İşyerini miras yoluyla intikali de, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 599. maddesinde düzenlenmiş, sözü edilen hükümde mirasçıların mirasbırakanın ölümü ile mirasa bir bütün olarak hak kazanacakları açıklanmıştır.

İşyerinin önceleri gerçek kişi ya da kişilerce işletilmesinin ardından şirketleşmeye gidilmesi halinde, bu işlem de bir tür işyeri devridir. Önceki gerçek kişi olan işverenlerin devralan tüzel kişi ortakları olması bu devir ilişkisini ortadan kaldırmamaktadır (Yargıtay 9.HD. 22.7.2008 gün 2007/ 20491 E, 2008/ 21645 K.).

Aynı şekilde daha önce tüzel kişi şirket olan işverenin işyerini bir gerçek şahsa devretmesi de mümkündür. Devralanın şirketin hissedarlarından biri olması da imkan dahilindedir.

Adi ortaklardan bir ya da bazılarının hisselerini devri de sorumlulukların belirlenmesi noktasında işyeri devri olarak işlem görmelidir.

Banka veya borsa aracı kurulu işyerlerine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun el koyması ise işyeri devri niteliğinde değildir. Gerçekten bu halde işyeri devredilmemekte sadece yönetime müdahale edilmektedir.

Özelleştirme işlemi sonucu kamuya ait hislerin devri de işyeri devri olarak değerlendirilemez. Belirtilen işlemde, işyeri aynı tüzel kişilik altında faaliyetini sürdürmekte sadece kamuya ait hisselerin bir kısmı ya da tamamı el değiştirmiş olmaktadır. Bununla birlikte tamamı kamuya ait olan bir işyerinin özelleştirme işlemi sonucu başka bir işverene geçmesi işyeri devri olarak değerlendirilmelidir (Yargıtay 9.HD. 8.7.2008 gün ve 2008/25370 E, 2008/ 19682 K.).

İşyeri devri fesih niteliğinde olmadığından, devir sebebiyle feshe bağlı hakların istenmesi mümkün olmaz. Aynı zamanda işyeri devri kural olarak işçiye haklı fesih imkanı vermez.

İşyerinin devri işverenin yönetim hakkının son aşaması olup, işyeri devri çalışma koşullarında değişiklik anlamına da gelmez. Dairemizin kökleşmiş kararlarına göre işyeri devri işçiye haklı nedenle fesih hakkı tanımaz. İşyeri devrinin çalışma koşullarını ağırlaştıran bir yönü olup olmadığı belirlenmelidir (Yargıtay 9.HD. 27.10.2008 gün 2008/ 29715 E, 2008/ 28944 K.).

Genel olarak yapılan bu açıklamaların ardından İş Hukukunda işyeri devrinin işçilik alacaklarına etkileri üzerinde ayrıca durulmalıdır. İşyeri devri halinde kıdem tazminatı bakımından devreden işveren kendi dönemi ve devir tarihindeki son ücreti ile sınırlı olmak üzere sorumludur. 1475 Sayılı Kanunun 14/2. maddesinde devreden işverenin sorumluluğu bakımından bir süre öngörülmediğinden, 4857 sayılı İş Kanununun 6. maddesinde sözü edilen devreden işveren için 2 yıllık süre sınırlaması, kıdem tazminatı bakımından söz konusu olmaz. O halde kıdem tazminatı işyeri devri öncesi ve sonrasında geçen sürenin tamamı için hesaplanmalı, ancak devreden işveren veya işverenler bakımından kendi dönemleri ve devir tarihindeki ücret ile sınırlı sorumluluk belirlenmelidir.

Feshe bağlı diğer haklar olan ihbar tazminatı ve kullanılmayan izin ücretlerinden sorumluluk ise son işverene ait olmakla devreden işverenin bu işçilik alacaklarından sorumluluğu bulunmamaktadır. Devralan işveren ihbar tazminatı ile kullandırılmayan izin ücretlerinden tek başına sorumludur.

İşyerinin devredildiği tarihe kadar doğmuş bulunan ücret, fazla çalışma, hafta tatili çalışması, bayram ve genel tatil ücretlerinden 4857 sayılı İş Kanununun 6. maddesi uyarınca devreden işveren ile devralan işveren müştereken müteselsilen sorumlu olup, devreden açısından bu süre devir tarihinden itibaren iki yıl süreyle sınırlıdır. Devir tarihinden sonraki çalışmalar sebebiyle doğan sözü edilen işçilik alacakları sebebiyle devreden işverenin sorumluluğunun olmadığı açıktır. Bu bakımdan devirden sonraya ait ücret, fazla çalışma, hafta tatili çalışması, bayram ve genel tatil ücreti gibi işçilik alacaklarından devralan işveren tek başına sorumludur.

Somut olayda davacının davalı Milli Piyango İdaresi işyerinde diğer davalının işçisi olarak çalıştığı ,ihalenin başka şirkete verilmesi üzerine iş aktinin feshedildiği ve davacının ihaleyi yeni alan şirkette ara vermeden çalışmaya devam ettiği anlaşılmaktadır. Dosya içeriğinden işyerinin açık bir şekilde devredilmeyip zımni olarak devredildiği bellidir. Sosyal Sigortalar Kurumuna yapılan çıkış bildirimi de alt işverenin kurumsal açıdan yaptığı olağan bir işlemdir. Bu nedenle devri ortadan kaldırmaz. Davacı da ertesi gün işi alan diğer alt işveren yanında başlayarak bu olguyu doğrulamıştır. Bu nedenle feshe bağlı kıdem, ihbar tazminatı ve yıllık izin alacağının reddi gerekirken yazılı şekilde kabulü hatalıdır. Öte yandan aynı işveren ile ilgili davalar da redle sonuçlanıp Dairemizce onanmıştır…),

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle Genel Kurulda yapılan görüşmeler sırasında özel daire bozma kararının somut olaya ilişkin kısmında yer verilen “iş akdinin feshedildiği” ifadesinin gerçek anlamda bir iş akdi feshini değil; “alt işverenin kurumsal açıdan yapması gereken Sosyal Sigortalar Kurumuna yönelik kayıtların silinmesi ve çıkış bildirimi için gerekli kayden feshi” ifade için kullanıldığı sonucuna varılmış olmasına göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

KARAR : Davalılardan Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3″ atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 07.12.2011 gününde oy çokluğu ile karar verildi.

22 Eylül

İŞYERİ DEVRİNİN ESAS VE SONUÇLARI

İş yerinin devri, işyerinin tamamının ya da bir bölümünün hukuki bir işleme dayalı olarak başka birine devridir. İşyerinin tamamı ya da bir bölümü üzerindeki hakların, herhangi bir nedenle, iş sözleşmesinin tarafı olan işverenden başka bir işverene geçmesi ve işyerinin bu ikinci işverenin, yönetiminde faaliyetini sürdürmesi halinde işveren değişikliğinden söz edilebilir. İşveren değişikliğinde,  asıl işverenin, işyeri üzerindeki yönetim yetkisini başka bir işveren lehine yitirmesi dolayısıyla iş sözleşmesinin tarafı olma sıfatının ortadan kalkması ve işveren değişmesine rağmen, işyeri faaliyetlerinin varlığını koruması esaslı unsurdur. 

İşyeri devri gerek işverenler ,gerekse işçiler açısından bir kısım sonuçları doğurur. Devrin esasları ve sonuçları, 4857 sayılı İş Kanununun 6. maddesinde düzenlenmiştir.  İlgili madde , işyerinin veya bir bölümünün devrinde, devir tarihinde mevcut olan iş sözleşmelerinin bütün hak ve borçlarıyla birlikte devralan işverene geçeceğini öngörmüştür.

Maddenin  3. fıkrasında , devir tarihinden önce doğmuş ve devir tarihinde ödenmesi gereken tüm borçlardan ise, devreden işverenle devralan işvereni birlikte sorumlu tutmuştur. Ancak devreden işverenin sorumluluğunun devir tarihinden itibaren iki yıl süreyle sınırlı olduğu da hükme bağlanmıştır. 

4857 sayılı yasanın 120. maddesi  ile ,  1475 sayılı İş Kanununun “kıdem tazminatı” başlıklı 14. maddesi hariç diğer maddeleri yürürlükten kaldırılmıştır.Bu madde halen yürürlükte olduğundan, kıdem tazminatına hak kazanma ve hesap yöntemleri bakımından, işyeri devirlerinde belirtilen hükmün uygulanması gerekir.

Yasaya göre, işçilerin kıdemleri, hizmet akdinin devam etmiş veya aralıklarla yeniden akdedilmiş olmasına bakılmaksızın aynı işverenin bir veya değişik işyerlerinde çalıştıkları süreler gözönüne alınarak hesaplanır. İşyerlerinin devir veya intikali yahut herhangi bir suretle bir işverenden başka bir işverene geçmesi veya başka bir yere nakli halinde işçinin kıdemi, işyeri veya işyerlerindeki hizmet akitleri sürelerinin toplamı üzerinden hesaplanır. İşyerinin devri veya herhangi bir suretle el değiştirmesi halinde işlemiş kıdem tazminatlarından her iki işveren sorumludur. Ancak iş yerini devreden iş verenlerin bu sorumlulukları işçiyi çalıştırdıkları sürelerle ve devir esnasındaki işçinin aldığı ücret seviyesiyle sınırlıdır.

İşyerinin miras yoluyla intikali durumunda da  Türk Medeni Kanununun 599. Maddesi doğrultusunda, mirasçıların miras bırakanın ölümü ile mirasa bir bütün olarak hak kazanacakları açıklanmıştır. Bu durumda mirasın reddi hükümleri dışında mirasçıların tümü işveren sıfatını almıştır.

İşyerinin önceleri gerçek kişi ya da kişilerce işletilmesinin ardından şirketleşmeye gidilmesi halinde, bu işlem de bir tür işyeri devridir. Önceki gerçek kişi olan işverenlerin devralan tüzel kişi ortakları olması bu devir ilişkisini ortadan kaldırmamaktadır (1)

Aynı şekilde daha önce tüzel kişi şirket olan işverenin işyerini bir gerçek şahsa devretmesi de mümkündür. Devralanın şirketin hissedarlarından biri olması da imkan dahilindedir. Bu işlem de yine bir tür işyeri devridir

Adi ortaklardan bir ya da bazılarının hisselerini devri de yine bir tür işyeri devridir

Tamamı kamuya ait olan bir işyerinin özelleştirme işlemi sonucu başka bir işverene geçmesi de yine işyeri devrine örnektir. ( 2)

İşyerinin devri, iş veren açısından bir  fesih niteliğinde olmadığından, devir sebebiyle feshe bağlı hakların istenmesi mümkün olmaz. Aynı zamanda işyeri devri iş koşullarında bir başkalaşma içermedikçe kural olarak işçiye haklı fesih imkanı vermez.

İşyerinin devri başlı başına ,  çalışma koşullarında değişiklik anlamına da gelmeyeceği için,Yargıtay’ın kökleşmiş içtihatlarına göre sadece işyerinin devri, sebebiyle işçi tarafından bu gerekçe ile yapılacak fesih haklı bir fesih olmayacaktır.İşçi sadece devir gerekçesi ile iş akdini feshedemez. Ancak işçi bu devir ile çalışma koşullarının başkalaştığı ve ağırlaştığını, bu gerekçe ile iş akdini feshettiğini iddia ederse bu yön araştırılmalıdır. (3)

Yukarıda da ifade edildiği üzere işyerinin devri halinde, kıdem tazminatı bakımından devreden işveren kendi dönemi ve devir tarihindeki son ücreti ile sınırlı olmak üzere sorumludur.1475 Sayılı Kanunun 14/2. maddesinde devreden işverenin sorumluluğu bakımından bir süre öngörülmediğinden, 4857 sayılı İş Kanununun 6. maddesinde sözü edilen devreden işveren için 2 yıllık süre sınırlaması, kıdem tazminatı bakımından söz konusu olmaz. Kıdem tazminatı hesabında, işyerinin devri öncesi ve sonrasında geçen sürenin tamamı hesaplanmalı, ancak devreden işveren veya işverenler bakımından kendi dönemleri ve devir tarihindeki ücret ile sınırlı sorumluluk belirlenmelidir.

Ancak devralan işverenin kıdem tazminatında sorumluluğu konusunda bir sınırlama yoktur. Devralan işveren , işçinin önceki ve kendi dönemindeki tüm çalışma dönemindeki hizmet süreleri üzerinden ve son ücretine göre hesaplanacak kıdem tazminatından sorumludur. Devirden önceki döneme ilişkin kıdem tazminatından önceki işverenin sorumlu olduğu yönünde bir savunma ileri süremez. İşçi , kıdem tazminatının tamamını devralan son işverenden talep etmek zorunda değildir.İsterse devirden önceki dönemler ile ilgili olarak devreden işverene de başvurabilir.İşçinin kıdem tazminatını devralan son işverenden talep etmesi ve devralan işverenin bunu ödemek zorunda kalması halinde,kıdem tazminatının tamamını ödeyen son işveren, işçiyi çalıştırdığı süre ve son ücreti ile sorumlu olmak üzere devreden önceki işverenlere rücu hakkını kullanabilir.

İhbar tazminatı ve kullanılmayan izin ücretlerinden sorumluluk ise feshe bağlı diğer haklar gibi son işverenin yükümlülüğünde olup,devreden işverenin bu işçilik alacaklarından sorumluluğu bulunmamaktadır. Yani devralan işveren ihbar tazminatı ile kullandırılmayan izin ücretlerinden tek başına sorumludur.

İşyerinin devredildiği tarihe kadar doğmuş bulunan ücret, fazla çalışma, hafta tatili çalışması, bayram ve genel tatil ücretlerinden 4857 sayılı İş Kanununun 6. maddesi uyarınca devreden işveren ile devralan işveren müştereken müteselsilen sorumlu olup, devreden açısından bu süre devir tarihinden itibaren iki yıl süreyle sınırlıdır. İş ve işyeri devri anlamına  gelecek işlemlerde bu hususa da dikkat edilmelidir. Devir tarihinden sonraki çalışmalar sebebiyle doğan sözü edilen işçilik alacakları sebebiyle devreden işverenin sorumluluğunun olmadığı açıktır. Bu bakımdan devirden sonraya ait ücret, fazla çalışma, hafta tatili çalışması, bayram ve genel tatil ücreti gibi işçilik alacaklarından devralan işveren tek başına sorumludur.

İşçinin , asli işveren nezdinde, alt bir işverene bağlı olarak çalışırken, ara vermeden diğer işverene, iş akdinin devri halinde, işçinin “iş akdinin feshedildiği” gerekçesi ile devreden işverene dava hakkı var mıdır ?

Eğer yapılan devir ile işçi ara vermeden, diğer işverene bağlı olarak aynı işyerinde ve koşullar ağırlaşmadan çalışmaya devam etmiş ise bu durumda işyerinin açık bir şekilde devredilmeyip zımni olarak devredilmesi söz konusudur. Devreden işveren tarafından Sosyal Sigortalar Kurumuna yapılan çıkış bildirimi alt işverenin kurumsal açıdan yaptığı olağan bir işlem olup, yeni işverene yapılan devri ortadan kaldırmayacaktır. Bu durumda geçerli bir devir söz konusu olup, devreden işveren açısından feshe bağlı kıdem, ihbar tazminatı ve yıllık izin alacağı borcu oluşmaz.

İş sözleşmesinin sona erme tarihi, işçilik hak ve alacakları açısından açılacak davaların zamanaşımı süresinin başlangıcıdır.

-Ücret alacakları beş yıllık zamanaşımına tabidir.

-Gerek İş Kanunu’nda, gerekse Borçlar Kanunu’nda, kıdem ve ihbar tazminatı alacakları için özel bir zamanaşımı süresi öngörülmediğinden kıdem ve ihbar tazminatı, hakkın doğumundan itibaren Borçlar Kanunu’nun 125. maddesi uyarınca on yıllık zamanaşımına tabidir.

-Ücret ve ikramiye alacağı, dava tarihinden geriye doğru gidilmek üzere beş yıllık zamanaşımına tabidir.

-Fazla çalışma, genel tatil, bayram ve yıllık ücretli izin paraları beş yıllık zamanaşımına bağlı işçilik haklarındandır.

Zamanaşımına ilişkin bu genel hükümler, işyerinin devrine ilişkin ilkelere uygulandığında ; son işveren nezdinde çalışırken iş akdi feshedilen işçi açısından açılacak davalarda, feshe bağlı olmayan haklar açısından önceki işverenin döneminde geçen süreler açısında  bu sürelere dikkat edilmesi gerekeceği açıktır.

Öte yandan işçinin hak kazanıp da kullanmadığı feshe bağlı yıllık izin sürelerine ait ücretlerin zamanaşımı, iş sözleşmesinin sona erdiği tarihten itibaren beş yıldır. Yani işçi iş akdinin sona erdiği tarihten itibaren beş yıl içinde dava açmak kaydıyla, gerek eski işveren gerekse yeni işveren nezdinde çalışırken, kullanmadığı bütün sürelere ait izin ücretlerini talep edebilir.Yeter ki  beş yıllık zamanaşımı süresi içinde içinde dava açsın.Yine bu davada tek ispat şartının imzalı izin defteri olduğu da unutulmamalıdır. Bu açıdan işyeri devirlerinde bu husus da dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan birisidir.

 

Av.Muhammet Özer (4)

 

 

 

—————————————————————————————————————————

(1)Yargıtay 9.HD. 22.7.2008 gün 2007/ 20491 E, 2008/ 21645 K.

(2)Yargıtay 9.HD. 8.7.2008 gün ve 2008/25370 E, 2008/ 19682 K.
(3)Yargıtay 9.HD. 27.10.2008 gün 2008/ 29715 E, 2008/ 28944 K.
(4)İstanbul Barosu Avukatı

19 Eylül

NAFAKA YÜKÜMLÜSÜNÜN EKONOMİK DURUMUNUN DEĞİŞMESİNDE KENDİ KUSURU OLMASI

T.C.
YARGITAY
3. HUKUK DAİRESİ
E. 2013/21148
K. 2014/6365
T. 28.4.2014

* NAFAKA YÜKÜMLÜSÜNÜN EKONOMİK DURUMUNUN DEĞİŞMESİNDE KENDİ KUSURU OLMASI ( Nafakanın Azaltılması Davası – Davacının İşten Ayrıldığı Şirkete Müzekkere Yazılarak Boşandığı Yıl Ne Kadar Maaş Aldığının ve Ne Zaman Hangi Gerekçeyle Ayrıldığının Sorulacağı/Davacının Şirketten Kendi İsteğiyle Ayrılması Halinde Kimse Kendi Kusurundan Faydalanamayacağından Davanın Reddedileceği )

* NAFAKANIN AZALTILMASI DAVASI ( Davalının Ekonomik Durumunun Değişmediği – Davacının İşten Ayrıldığı Şirkete Müzekkere Yazılarak Boşandığı Yıl Ne Kadar Maaş Aldığının ve Ne Zaman Hangi Gerekçeyle Ayrıldığının Sorulacağı/Davacının Şirketten Kendi İsteğiyle Ayrılması Halinde Kimse Kendi Kusurundan Faydalanamayacağından Davanın Reddedilmesi Gerektiği )

* İŞİNDEN İSTİFA EDEN NAFAKA YÜKÜMLÜSÜNÜN NAFAKASININ AZALTILMAMASI ( Nafakanın Azaltılması Davası/Davacının İşten Ayrıldığı – Kendi İsteğiyle Ayrılması Halinde Davanın Reddedileceği/Kimsenin Kendi Kusurundan Faydalanamayacağı )

* KİMSENİN KENDİ KUSURUNDAN FAYDALANAMAYACAĞI İLKESİ ( Nafakanın Azaltılması Davası - Davacının İşten Ayrıldığı Şirkete Müzekkere Yazılarak Boşandığı Yıl Ne Kadar Maaş Aldığının ve Ne Zaman Hangi Gerekçeyle Ayrıldığının Sorulacağı/Kendi İsteğiyle Ayrılması Halinde Davanın Reddedileceği )

4721/m. 176/4

ÖZET : Davada, yoksulluk nafakasının, nafaka yükümlüsü davacının gelirindeki azalma nedeniyle indirilmesi talep edilmiştir.

Tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerde iradın azaltılmasına karar verilebilir.

Boşanma davasından sonra davacının ekonomik ve sosyal durumunda herhangi bir değişikliğin olmadığı, davacının ise boşanma davası sırasında çalıştığı şirketten ayrıldığı, davalıdan boşandıktan 18 gün sonra yeniden evlendiği anlaşılmaktadır. Davacının boşanma davası sırasında çalıştığı şirkete müzekkere yazılarak, boşanma davasının derdest olduğu yıl davacının aylık ne kadar maaş aldığı, şirketten ne zaman, hangi gerekçeyle ayrıldığı hususlarının sorulması ve hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi, davacının şirketten kendi isteğiyle ayrıldığının tespiti halinde ise hiç kimsenin kendi kusurundan faydalanamayacağı ilkesinden hareketle davanın reddine karar verilmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasında görülen nafaka davasının yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir.

Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

KARAR : Davada; aylık 3.000,00 TL olarak ödemekte olduğu yoksulluk nafakasının, nafaka yükümlüsü davacının gelirindeki azalma nedeniyle aylık 200,00 TL’ye indirilmesi talep edilmiştir.

Davalı taraf; tarafların anlaşmalı boşandıklarını, nafaka miktarının tarafların özgür iradeleriyle belirlendiğini belirterek; davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.

Mahkemece; mevcut gelir durumuna göre davacıdan aylık 3.000,00 TL nafaka ödemesinin beklenemeyeceği, şartların değişmesi halinde nafakanın azaltılabileceği gerekçesiyle nafakanın aylık 500,00 TL’ye indirilmesi cihetine gidilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir.

Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, davacı vekilinin tüm temyiz itirazları yerinde görülmeyerek reddedilmiştir.

Davalı vekilinin temyiz itirazlarına gelince;

Dava; yoksulluk nafakasının indirilmesi istemine ilişkindir.

Türk Medeni Kanunu’nun 176/4. maddesi gereğince; tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerde iradın azaltılmasına karar verilebilir. Bu bağlamda iradın azaltılması için ya tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin bunu zorunlu kılması gerekmektedir.

Buna göre bu tür davalarda sağlıklı bir yargılama yapılabilmesi için öncelikle; tarafların boşanma davası sırasındaki mali durumlarıyla nafakanın azaltılması davasının açıldığı sıradaki mali durumların tam olarak saptanıp karşılaştırılması, ardından nafakanın indirilmesini gerekli ve haklı kılacak bir değişimin olup olmadığının duraksamaya yer vermeyecek şekilde belirlenmesi gerekir.

Somut olayda dosyadaki bilgi ve belgelerden; tarafların 2000 yılında evlenip; 2009 yılında anlaşmalı boşandıkları; çocuklarının olmadığı, boşanma protokolü ile davacının davalıya aylık 3.000,00 TL yoksulluk nafakasını ödemeyi kabul ettiği, 1968 doğumlu davalı F.in …’de akademisyen olduğu, bu işten aylık 2.000,00 TL gelir elde ettiği, tek başına yaşadığı, aylık 1.000,00 TL kira ödediği, boşanma davasından sonra ekonomik ve sosyal durumunda herhangi bir değişikliğin olmadığı, davacı M.’nin ise … Üniversitesi’nde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak çalıştığı, aylık kazancının 1.312,50 TL olduğu, boşanma davası sırasında çalıştığı şirketten ayrıldığı, davalıdan boşandıktan 18 gün sonra yeniden evlendiği anlaşılmaktadır.

Hal böyle olunca mahkemece öncelikle; davacının boşanma davası sırasında çalıştığı şirkete müzekkere yazılarak, boşanma davasının derdest olduğu 2009 yılında davacının aylık ne kadar maaş aldığı, şirketten ne zaman, hangi gerekçeyle ayrıldığı hususlarının sorulması ve hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi, davacının şirketten kendi isteğiyle ayrıldığının tespiti halinde ise hiç kimsenin kendi kusurundan faydalanamayacağı ilkesinden hareketle davanın reddine karar verilmesi gerekirken, eksik incelemeyle yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu husus bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ : Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 28.04.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

10 Eylül

Bilinçli taksirle ilgili yargıtay kararları

YARGITAY 12. Ceza Dairesi
Esas No: 2012/7892
Karar No: 2013/2056

Taksirle öldürme suçundan sanığın mahkumiyetine ilişkin hüküm, sanık müdafii tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü:

Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre sanık müdafiin sanığın kusrlu olmadığına ilişkin temyiz itirazlarının reddine,ancak

İstisnai bir kusurluluk şekli olan taksir, 5237 sayılı TCK’nın 22/2. maddesinde “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” şeklinde tanımlanmıştır. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemler alması ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama zorunluluğundan doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir, fail tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkân ve ödevinin varlığına rağmen sonuca iradi bir hareketle neden olmaktan kaynaklanmaktadır.

Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 25.03.2008 tarih ve 43-62; 01.02.2005 tarih ve 213-3; 23.03.2004 tarih ve 12-68; 09.10.2001 tarih ve 181-204; 21.10.1997 tarih ve 99-202 sayılı kararları başta olmak üzere, birçok kararında da vurgulandığı üzere, öğretide ve uygulamada taksirin unsurları;

a- Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,
b- Hareketin iradiliği,
c- Neticenin iradi olmaması,
d- Hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması,
e- Neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması, şeklinde kabul edilmektedir.

Bilinçli taksir ise 5237 sayılı TCK’nın 22/3. maddesinde, “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” olarak tanımlanmıştır. Taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayırıcı ölçüt taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörmemesi, bilinçli taksir halinde ise bu neticeyi öngörmüş olmasıdır.
Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç, fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Gerçekten neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin tehlike hali, bunu öngörmemiş olan kimsenin tehlike hali ile bir tutulamaz; neticeyi öngören kimse, ne olursa olsun, bu neticeyi meydana getirecek harekette bulunmamakla yükümlüdür.

Tüm açıklamalar çerçevesinde;

Sanığın idaresindeki hayvan gübresi yüklü kamyonla gece vakti yağışlı havada, ıslak zeminde çift yönlü, yokuş aşağı eğimli, sola doğru sert virajlı yolda seyrederken hızını yol şartlarına ayarlamamaktan dolayı şerit ihlali yaparak karşı şeride taşması ile karşıdan gelen katılanların içinde bulunduğu araca çarpması şeklinde gelişen bir kişinin öldüğü üç kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan olayda bilinçli taksirin şartlarının bulunmadığı gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurulması,

Kanuna aykırı olup, sanık müdafinin temyiz itirazı bu nedenle yerinde görüldüğünden, 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 saYARGITAY
CEZA GENEL KURULU
Esas Numarası: 2013/12-692
Karar Numarası: 2013/587
Karar Tarihi: 03.12.2013

* SANIĞIN TAKSİRLE BİR KİŞİNİN ÖLÜMÜNE NEDEN OLMA SUÇUNDAN CEZALANDIRILMASINA KARAR VERİLEN OLAYDA, ÖZEL DAİRE İLE YEREL MAHKEME ARASINDA OLUŞAN VE CEZA GENEL KURULUNCA ÇÖZÜMLENMESİ GEREKEN UYUŞMAZLIK SANIĞIN EYLEMİNİ TAKSİRLE Mİ YOKSA BİLİNÇLİ TAKSİR İLE Mİ GERÇEKLEŞTİRDİĞİNİN BELİRLENMESİNE İLİŞKİN OLDUĞU
* BİLİNÇLİ TAKSİR BASİT TAKSİR AYRIMI

5237k/85, 22

ÖZETİ: Sürücü belgesi bulunmayan sanığın olay günü 20.30 sularında lamba ile aydınlatılmış yolda, kendisi ile aynı yönde kaldırım kenarında ve kaplama içerisinde yürüyen ölene, arkasından çarpması şeklinde meydana gelen olayda, bilinçli taksirin uygulanma şartlarının oluşmadığı gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurularak fazla ceza tayini” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Yerel mahkemece sanığın ehliyetinin bulunmaması, eylemin bilinçli taksirle gerçekleştirildiğine gerekçe gösterilmiş ise de, sürücü belgesi olmaksızın araç kullanmak, tek başına eylemin bilinçli taksirle gerçekleştirildiğini göstermemekte olup, nitekim taksirle öldürme ve yaralama suçlarından verilen hükümlerin temyiz incelemesini yapan Özel Dairece de sürücü belgesiz araç kullanmak tek başına bilinçli taksir hali olarak kabul edilmemiştir. Bu itibarla, isabetsiz olan yerel mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.
Taksirle ölüme sebebiyet verme suçundan sanık (H.Y.)’ın 5237 sayılı TCK’nun 85/1 ve 22/3. maddeleri uyarınca 2 yıl 8 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin, (A.) 10. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 23.06.2010 gün ve 613-716 sayılı hükmün sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 04.06.2012 gün ve 21409 – 13906 sayı ile;
“Sürücü belgesi bulunmayan sanığın olay günü 20.30 sularında lamba ile aydınlatılmış yolda, kendisi ile aynı yönde kaldırım kenarında ve kaplama içerisinde yürüyen ölene, arkasından çarpması şeklinde meydana gelen olayda, bilinçli taksirin uygulanma şartlarının oluşmadığı gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurularak fazla ceza tayini” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Yerel mahkeme ise 03.10.2012 gün ve 593 – 644 sayı ile;
“… Ehliyetsiz bir kişinin her tarafı görebildiği, lamba ile aydınlatılmış bir yolda kaldırım kenarında yürüyen kişiye çarparak ölümüne sebebiyet verdiği kabul edildiğine göre TCK’nun 22/3. maddenin uygulanmama gerekçesinin ne olduğu mahkememizce anlaşılamamıştır.
TCK’nun 22/3. madde de bilinçli taksir eylemi düzenlendiğinde “şu hallerde bilinçli taksir olur” şeklinde bir bilgi olmadığına göre bu hususun takdiri yargılama yapan mahkemeye bırakılmıştır.
Araç kullanan bir kişinin o aracı kullanma ehliyetinin bulunması yasal bir koşuldur. 2918 sayılı Kanunda ehliyetsiz araç kullanmanın kabahat nevi cezaya bağlanması hiçbir şekilde verilecek cezaya bilinçli taksirin uygulanmasına engel teşkil edemez. Bu husus kabul edildiğinde Türkiye genelinde tüm ehliyetsiz araç kullanan kişilerin neden olabilecekleri ya da neden oldukları taksirli ölüm olaylarında bilinçli taksir uygulanamaz sonucu çıkar ki; bu husus hukuk prensiplerine ve hayatın olağan akışına aykırıdır. Aşağıda kapsamlı gerekçesi gösterilecek olsa da araç kullanma ehliyeti bulunmayan bir kişinin kaldırım kenarında yürüyen 19 yaşında bir kişiye tamamen aydınlatılmış yolda vurması ve ölümüne neden olması başlı başına o aracı kullanma ehliyetinin bulunmadığının delili kabul edilmiş ve bu nedenle bozma kararına uyulmamıştır…
Her şeyden önce 01/06/2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK ile kusur oranlama işlemi yürürlükten kaldırılmıştır. Kusur oranı ne olursa olsun kanunda belirtilen cezanın alt sınırda olsa verilmesi hüküm altına alınmıştır. Ceza yargılaması yapan hiç bir mahkeme hiç bir bilirkişi raporuyla bağlı olmadığı gibi hangi raporun hukuka uygun olduğunu kabul etme özgürlüğü ve iradesine sahiptir. Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Anglosakson ülkelerinde sadece ehliyetsiz araç kullanmak suretiyle ölüme sebebiyet veren kişiler adam öldürmeye teşebbüs suçundan yargılanmaktadırlar. Ülkemizde bunu sağlayacak bir yasa hükmü olmadığından sürücü belgesiz bir insanın araç kullanması ancak hakimin vereceği dengeli kararla ceza adaletine yardımcı olacaktır. Sanığın bizzat sürücü belgesiz araç kullanması asli kusurlu olsun, tali kusurlu olsun olayda her şeyden önce kusurlu olması için geçerli bir nedendir. Kusurun asli, tali, birinci derecede, ikinci derecede olması sadece Asliye Hukuk Mahkemelerindeki tazminat davalarının konusunu oluşturan bir olgudur. Sanık sonuç olarak sürücü belgesiz, ehliyetsiz bu yeteneklere haiz olduğu yasaca saptanmadan araç kullanarak 19 yaşındaki bir gencin ölümüne neden olduğuna göre üçüncü bilirkişi, olmadı dördüncü bilirkişi gibi yollara gidilip katılanların acısını daha da artırmak yargılama görevi yapan hakim tarafından uygun görülmemiş ve savunma bu gerekçelerle kabul edilmemiştir” gerekçesiyle direnerek, sanığın ilk hükümdeki gibi cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Bu hükmün de sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 02.10.2013 gün ve 289634 sayılı “bozma” istekli tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Sanığın taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçundan cezalandırılmasına karar verilen olayda, Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eylemini taksirle mi, yoksa bilinçli taksir ile mi gerçekleştirdiğinin belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamından;
21.03.2009 günü saat 20.30 sıralarında sürücü belgesi bulunmayan sanığın sevk ve idaresindeki araç ile yanında arkadaşı tanık (G.) olduğu halde seyir halinde iken, olay yeri olan (A.*) ilçesi (F.Ç.) Mahallesi (…) Caddeye geldiğinde, havanın açık ve yağışsız, zeminin asfalt ve kuru, seyir yönünde hafif eğimli, yatayda virajlı ve 8 metre genişliğindeki iki yönlü, lamba ile aydınlatılmış yolda, taşıt yolu içerisinde kaldırıma yakın yerde yürüyen ölen (E.)’e aracın sağ ön kısmı ile arkadan çarptığı, çarpma neticesi kaldırıma fırlayan (E.)’in olay yerinde öldüğü, çarpmadan sonra kaçan ve ertesi gün izinli olarak geldiği askeri birliğe geri dönen sanığın ilk aşamada yakalanamaması nedeniyle alkol muayenesinin yapılamadığı, olay yerinde herhangi bir fren izine rastlanmadığı,
Soruşturma aşamasında trafik polisi bilirkişinin düzenlediği raporda; “yayanın yaya kaldırımını kullanmadığı ve taşıtları göremeyecek şekilde yürüdüğü için Karayolları Trafik Yönetmeliğinin 138/a ve b maddesini ihlal ettiğinden birinci derecede kusurlu olduğu, sürücünün ise hızını yol ve trafik durumuna göre ayarlamadığından 2918 sayılı Kanunun 52. maddesini ihlal etmesi nedeniyle ikinci derecede kusurlu olduğu” açıklamasına yer verildiği,
Mahkemece yapılan keşif sonrası düzenlenen bilirkişi raporunda da ilk rapordaki benzer değerlendirmeler yapılarak, ölenin birinci derecede, sanığın ise ikinci derecede kusurlu olduğunun bildirildiği,
Katılanlar vekilinin talebi üzerine dosyanın gönderildiği (A.) Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesince düzenlenen raporda ise; “…Sürücünün aydınlatması olan yolda seyrederken, yola gereken dikkatini vermediği, hızını görüşüne ve mahal şartlarına göre ayarlamadığı, dalgın ve dikkatsiz biçimde seyrini sürdürüp önünde yolun sağ kenarında kaldırıma yakın yerde aynı yönde yürümekte olan yayaya tehlikeli biçimde yaklaşıp arkadan önlemsiz-ce çarptığı olayda asli kusurlu olduğu, yayanın ise gece vakti yolun kenarındaki 3 metre genişliğinde olan yaya kaldırımını kullanabileceği halde bu yeri kullanmayıp kaldırımın kenarına yakın vaziyette, taşıt yolu içerisinde ve araçlara sırtı dönük şekilde yol boyunca yürümekle kendi can güvenliğini ve trafik güvenliğini tehlikeye düşürdüğü, dikkatsizliği tedbirsizliği kurallara aykırı hareketiyle sebebiyet verdiği ve söz konusu otomobilin çarpmasına maruz kalarak kendi ölümüyle sonuçlanan olayda tali kusurlu olduğu…” bilgisinin yer aldığı,
Tanıklar (F.) ve (C.)’in aşamalardaki beyanlarında; olay yerinin karşısında bulunan kaldırımda yürüdükleri esnada ölenin yolun karşısında cadde üzerinde kaldırımın kenarında yürürken arkasından hızlı bir şekilde gelen aracın fren yapmadan ölene çarparak olay yerinden hızlı bir şekilde kaçtığını, yolda aydınlatma lambası olup, yolun boş olduğunu belirttikleri,
Tanık (G.)’nin beyanında; olay sırasında kendisinin de araçta olduğunu, teyple uğraşırken bir anda çarpma sesi duyduğunu, herhangi bir kimseye çarptıklarını fark etmediğini, aracın ortalama 50 km hızla gittiğini ifade ettiği,
Sanığın aşamalardaki savunmalarında özetle; askeri birliğinden 5 günlük izin alarak geldiğini, arkadaşı ile ba-basına ait otomobili izinsiz alarak gezmeye çıktıklarını, kazanın tam olarak nasıl olduğunu anlamadığını, yolun karanlık ve hafif virajlı olduğu için şahsı göremediğini, ehliyetinin olmadığı için panikleyerek kaçtığını, olay anında 50-60 km hızla gittiğini savunduğu,
Anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlığın sağlıklı bir hukuki çözüme kavuşturulabilmesi bakımından, taksir ve bilinçli taksir kavramları üzerinde durulması gerekmektedir.
Kural olarak suç; ancak kastla, kanunda açıkça gösterilen hallerde ise taksirle de işlenebilir, istisnai bir kusurluluk şekli olan taksirde, failin cezalandırılabilmesi için mutlaka kanunda açık bir düzenleme bulunması gerekmektedir.
5237 sayılı TCK’nun 22/2. maddesinde taksir; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın, suçun yasal tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir” şeklinde tanımlanmıştır.
Öğretide de benimsendiği üzere, Ceza Genel Kurulunun birçok kararında taksirin unsurları;
1- Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,
2- Hareketin iradi olması,
3- Sonucun istenmemesi,
4- Hareket ile sonuç arasında nedensellik bağının bulunması,
5- Sonucun öngörülebilir olmasına rağmen öngörülememiş olması, şeklinde kabul edilmektedir.
Taksirli suçlarda da, gerek icrai hareketin gerekse ihmali hareketin iradi olması ve meydana gelen neticenin öngörülebilir olması gerekmektedir. İradi bir davranış bulunmadığı takdirde taksirden bahsedilemeyeceği gibi, öngörülemeyecek bir sonucun gerçekleşmesi halinde de failin taksirli suçtan sorumluluğuna gidilemeyecektir.
Sonucun gerçekleşmesinde, mağdurun taksirli davranışının da etkisinin bulunması halinde, diğer taksirli davranış nedensellik bağını kesmediği sürece bu durum failin taksirli sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gibi, taksirin niteliğini de değiştirmez. 5237 sayılı TCK’nda kusurun derecelendirilmesi suretiyle herhangi bir ceza indirimi söz konusu olmadığından, bu hal ancak temel cezanın tayininde dikkate alınabilir.
5237 sayılı TCK’nda taksir; basit taksir ve bilinçli taksir şeklinde ayrıma tabi tutulmuş, kanunun 22/3. fıkrasında bilinçli taksir; “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” şeklinde tanımlanmış, bu halde taksirli suça ilişkin cezanın üçte birden yarıya kadar arttırılacağı öngörülmüştür.
Basit taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayırıcı ölçüt; taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngöre-memesi, bilinçli taksir halinde ise bu neticeyi öngörmüş olmasıdır.
Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç, fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Gerçekten neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin hali, bunu öngörmemiş olan kimsenin hali ile bir tutulamaz. Neticeyi öngören kimse, ne olursa olsun, bu sonucu meydana getirecek harekette bulunmamakla yükümlüdür.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Sanığın hafif eğimli ve virajlı yolda, yol şartlarına göre hızını ayarlamayarak yol kenarında yürümekte olan (E.)’e arkadan çarparak ölümüne neden olması şeklinde gelişen olayda, alkollü olduğu ya da aşırı süratli ve tehlikeli şekilde araç kullandığına dair delil bulunmadığı gibi, araç kullanmayı bilmediği de ileri sürülmeyen sanığın, meydana gelen neticeyi öngörmesi gerektiği halde gerekli dikkat ve özeni göstermeyerek öngöremediği, dolayısıyla bilinçli taksir halinin bulunmadığının kabulü gerekmektedir.
Yerel mahkemece sanığın ehliyetinin bulunmaması, eylemin bilinçli taksirle gerçekleştirildiğine gerekçe gösterilmiş ise de, sürücü belgesi olmaksızın araç kullanmak, tek başına eylemin bilinçli taksirle gerçekleştirildiğini göstermemekte olup, nitekim taksirle öldürme ve yaralama suçlarından verilen hükümlerin temyiz incelemesini yapan Özel Dairece de sürücü belgesiz araç kullanmak tek başına bilinçli taksir hali olarak kabul edilmemiştir. (12 CD.nin 12.09.2013 gün 1592-19861 ve 08.10.2013 gün 2681-22998 sayılı kararları).
Bu itibarla, isabetsiz olan yerel mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.
Açıklanan nedenlerle,
1- (A.) 10. Asliye Ceza Mahkemesinin 03.10.2012 gün ve 593 – 644 sayılı direnme hükmünün sanığın eylemini taksirle gerçekleştirdiği gözetilmeksizin, bilinçli taksirle gerçekleştirdiğinin kabulü ile karar verilmesi isabetsizliğinden bozulmasına,
2- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay C. Başsavcılığına tevdiine, 03.12.2013 günü yapılan müzakerede oybirliği ile karar verildi.

CMUK’un 321. maddesi gereğince isteme aykırı olarak hükmün BOZULMASINA, 23.01.2013 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

 

T.C. YARGITAY

Ceza Genel Kurulu

Esas No          :2008/9-43

Karar No         :2008/62

Tarih               :25.03.2008

TAKSİRLE ÖLDÜRME TAKSİR BİLİNÇLİ TAKSİR

Özet

1- Taksir ile bilinçli taksir arasındaki yegane fark; taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörmemesi, bilinçli taksir halinde ise, bu neticeyi öngörmüş olmasıdır.

Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin tehlike hali, bunu öngörmemiş olan kimsenin tehlike hali ile bir tutulamaz; neticeyi öngören kimse, ne olursa olsun, bu neticeyi meydana getirecek harekette bulunmamakla özellikle görevlidir.

2- Süresiz olarak toplu taşıma araçlarında çalışmama cezası bulunan sanığın kullanmakta olduğu halk otobüsü ile olayın olduğu kavşağa yaklaşırken hızını azaltması ve dikkatli olmak suretiyle geçiş hakkı olan araçların geçmesine imkan vermesi gerekirken, süratli bir şekilde kavşağa yaklaşması, dur işareti anlamına gelen ve ancak gidilecek yolun açık olduğunu gördükten sonra hareket edilmesi gerektiğini belirten fasılalı kırmızı ışığın kendisine yanıyor olmasına karşın durmak bir yana, hızını dahi azaltmadan kavşağa girmesi, kavşağın ortasındaki ikinci fasılalı kırmızı ışığı da geçtikten sonra kendisine fasılalı sarı ışık yanması nedeniyle kavşağa giren ölenin kullandığı araca fren yapma fırsatı bile bulamadan yandan çarpması hususları bir bütün olarak gözönüne alındığında, sanığın meydana gelen neticeyi 5237 sayılı TCY’nin 22/3. maddesi kapsamında öngördüğünün, ancak istemediğinin, dolayısıyla da olayda bilinçli taksir halinin bulunduğunun kabulü gerekir.

5237 s. Yasa m. 22,85

Sanık Doğukan’ın 5237 sayılı TCY’nin 85/2, 22/3 ve 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 10 ay 20 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, TCY’nin 53/6. maddesine göre cezasının infazından sonra ehliyetinin 1 yıl süre ile geri alınmasına ilişkin (Sincan İkinci Ağır Ceza Mahkemesi)’nce verilen 12.02.2007 gün ve 59-24 sayılı hükmün sanık müdafii tarafından temyizi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay Dokuzuncu Ceza Dairesi’nce 03.07.2007 gün ve 6006-5856 sayı ile;

“Oluşa ve tüm dosya kapsamına göre olayda bilinçli taksirin koşullarının oluşmadığı gözetilmeden sanık hakkında tayin olunan cezanın 5237 sayılı TCK’nın 22/3. maddesi uyannca arbnma tabi tutulması…” isabetsizliğinden bozulmuştur.

Yerel mahkeme ise, 17.09.2007 gün ve 178-145 sayı ile;

“…Olay günü sabah erken saatlerde, görüş mesafesi ve hava açıkken, herhangi bir yağış yokken, sevk ve idaresindeki otobüs ile kavşağa geldiğinde, kendi yönünden gelen araçlara “dur işareti levhası” anlamını taş/yan kırmızı fasılalı ışık yandığı halde, durup yolun geçişe uygun, açık olduğunu gördükten sonra yeniden hareket etmesi gerekirken, bunu yapmayıp, hızını dahi azaltmayarak bu şekilde kavşağa girmiş, fasılalı kırmızı ışığın yandığı iki trafik levhasını geçmiştir. Bu sırada aynı kavşağa açılan sağ taraftaki yoldan kavşağa giriş yapmak üzere olan maktul Mehmetln geliş yönündeki araçlara, kavşağa girerken yavaşlayarak dikkatlice geçilmesi anlamını taşıyan sarı fasılalı ışık yanmaktadır. Geçiş önceliği adı geçen maktulde iken ve sanığın maktulün kullandığı araca durup bekleyerek yol vermesi gerekirken, maktulün kullandığı araca çarparak kazaya neden olabileceğini öngörmesine rağmen, kullandığı araçla hızlı ve kontrolsüz bir şekilde “geçerim” düşüncesi ile kavşağa giriş yapmış, bu şekilde geçiş önceliğine sahip diğer aracı altına alarak metrelerce sürükleyip iki kişinin ölümüne neden olmuştur. Karayolları Trafik Kanunu’nun 47/b maddesinde, karayollarından faydalananların trafik ışıklarına uymak zorunda olduktan hükme bağlanmış, 19.10.1985 tarihli Trafik Işıkları Hakkındaki Yönetmeliğin 9. maddesinde ise trafik ışıklarının, trafiğin güvenli akışını sağlamak, araçların ve yayalann yolu sıra ile kullanmalannı düzenlemek amacıyla tesis edilen ışıkların işlevleri ayrıntılı olarak belirtilmiştir. Ehliyet/I sürücü olan ve trafik kurallarını bilen sanığın meydana gelen neticeyi istemediği, ancak öngördüğü, fakat buna rağmen neticen/n meydana gelmeyeceğine olan güven ile yükümlülüklerine aykın davrandığı, dolayısıyla bilinçli taksirle hareket ettiği açıktır…” gerekçesiyle önceki hükümde direnmiştir.

Bu hükmün de sanık müdafii ve o yer C.Savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine, dosya Yargıtay C.Başsavcılığı’nın “onama” istekli 28.01.2008 günlü tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığı’na gönderilmekle Ceza Genel Kurulu’nca okundu, gereği konuşulup düşünüldü.

5320 sayılı Yasa’nın 8. maddesi uyarınca yürürlükte olan 1412 sayılı CYUY’nin 318. maddesinde, Ceza Genel Kurulu’nda incelemenin duruşmalı yapılabileceğine ilişkin bir hüküm yer almadığından, sanık müdafiinin temyiz incelemesinin duruşmalı olarak yapılmasına ilişkin isteminin reddine karar verildikten sonra dosya üzerinden yapılan incelemede:

Sanığın taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olma suçundan 5237 sayılı TCY’nin 85/2, 22/3 ve 62. maddeleri uyarınca cezalandırılmasına karar, verilen somut olayda, Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulu’nca çözümü gereken uyuşmazlık, bilinçli taksir halinin bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.

Olayın oluş şekline ilişkin bir uyuşmazlık ve bu kabulde dosya içeriği itibariyle de herhangi bir isabetsizlik bulunmamaktadır.

İnceleme konusu olayda;

Sanığın 19.09.2006 günü saat 06.00 sıralarında kullandığı halk otobüsü ile olayın meydana geldiği kendisine fasılalı kırmızı ışığın yanmakta olduğu kavşağa girdiği sırada, kendi yönüne fasılalı sarı ışık yanan ölen Mehmet’in kullandığı araca kavşak içerisinde çarparak bu aracın 33 metre sürüklenmesine ve araçta bulunan sürücü Mehmet ile yolcu Ufuk’un ölümüne sebebiyet verdiği, sanığın kullanmış olduğu halk otobüsünün çarpmanın etkisiyle duramayarak önce orta kaldırımı (refüj) aşıp karşı şeride geçtiği, sonrasında tekrar kendi şeridine dönerek çarpma noktasına 150 metre mesafede durabildiği, Ego Genel Müdürlüğü’nün 03.03.2006 günlü yazısından süresiz olarak toplu taşıma araçlarında çalışmama cezası almış bulunan sanığın kazadan sonra halk otobüsünü olay yerinde bırakarak kaçtığı, bir süre sonra kullandığı başka bir araç ile kaza yerine hızla gelip duramayarak olay yeri güvenliği için polis tarafından konulan plastik dubalara çarptığı ve bu nedenle görevli polislerle bir süre tartıştığı, bir süre sonra tekrar olay yerine yaklaştığı sırada kendisinin ölümlü trafik kazasının şüphelisi olduğunu yapılan telsiz anonsu ile anlayan polislerce durması yönünde kendisine yapılan ihtarlara karşın durmayarak aracıyla kaçtığı, takip edildiyse de süratli olması nedeniyle yakalanamadığı ve ancak saat 14.00 sıralarında kendiliğinden gelerek teslim olduğu, Adli Tıp Kurumu’ndan alınan 02.12.2006 tarihli üç kişilik bilirkişi heyeti raporunda; sanığın meydana gelen olayda dikkatsiz, tedbirsiz ve kurallara aykırı hareketleri ile tamamen kusurlu olduğu, diğer sürücü ölen Mehmet’in ise herhangi bir hatalı davranışının ve mevcut koşullarda alabileceği bir önlemin bulunmadığından kusursuz olduğunun tespit edildiği anlaşılmaktadır.

Uyuşmazlığın sağlıklı bir hukuki çözüme kavuşturulabilmesi bakımından taksir ve bilinçli taksir kavramlarının incelenerek karşılaştırılması gerekir.

5237 sayılı TCY’nin 22/2. maddesinde ^dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” şeklinde tanımlanan taksir, görüldüğü gibi istisnai bir kusurluluk şeklidir. Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için birtakım önlemler alması ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama zorunluluğundan doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir, fail tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkan ve ödevinin varlığına rağmen, sonuca iradi bir hareketle neden olmaktan kaynaklanmaktadır.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 01.02.2005 gün ve 213-3; 23.03.2004 gün ve 12-68; 09.10.2001 gün ve 181-204; 21.10.1997 gün ve 99-202 sayılı kararları başta olmak üzere, birçok kararında da vurgulandığı üzere, öğretide ve uygulamada taksirin unsurları;

1- Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,

2- Hareketin iradiliği,

3- Neticenin iradi olmaması,

4-Hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması,

5- Neticenin öngörülebilir olması, şeklinde kabul edilmektedir.

Bilinçli taksir ise, 5237 sayılı TCY’nin 22/3. maddesinde, “kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi” olarak tanımlanmıştır. Görüldüğü gibi taksir ile bilinçli taksir arasındaki yegane fark; taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi öngörmemesi, bilinçli taksir halinde ise bu neticeyi öngörmüş olmasıdır.

Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Gerçekten neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin tehlike hali, bunu öngörmemiş olan kimsenin tehlike hali ile bir tutulamaz; neticeyi öngören kimse, ne olursa olsun, bu neticeyi meydana getirecek harekette bulunmamakla özellikle görevlidir.

Öte yandan, 2918 sayılı Karayolları Trafik Yasası’nın 47/B maddesinde sürücülerin trafik ışıklarına uymak zorunda olduğu, 52/A maddesinde kavşaklara yaklaşırken hızlarını azaltmalarının gerektiği, 57/A maddesinde ise kavşaktaki koşullara uyacak şekilde yavaşlamak, dikkatli olmak ve geçiş hakkı olan araçların geçmesine imkan vermek zorunda oldukları hükme bağlanmakta, Karayolları Trafik Yönetmeliği’nin 95/B, 101/A ve 109/A maddelerinde de bunlara paralel düzenlemeler yer almaktadır. 19.06.1985 gün ve 18789 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Trafik İşaretleri Hakkında Yönetmeliğin 9. maddesinde fasılalı olarak vanıp sönen sarı ışık, “ikaz anlamında olup, bu yerin yavaş ve dikkatli geçilmesini bildirir, (yolver işaret levhası gibi)” şeklinde, fasılalı olarak yanıp sönen kırmızı ışık ise, “dur işareti levhası anlamında olup, gidilecek yolun açık olduğu görüldükten sonra yeniden hareket edilmesini bildirir” biçiminde tanımlanmıştır.

Bu açıklamalar ışığında somut olayı incelediğimizde;

Ego Genel Müdürlüğü tarafından verilen süresiz olarak toplu taşıma araçlarında çalışmama cezası bulunan sanığın kullanmakta olduğu halk otobüsü ile olayın olduğu kavşağa yaklaşırken 2918 sayılı Karayolları Trafik Yasası’nın 52/A ve 57/A maddeleri uyarınca hızını azaltması ve dikkatli olmak suretiyle geçiş hakkı olan araçların geçmesine imkan vermesi gerekirken, süratli bir şekilde kavşağa yaklaşması, Trafik İşaretleri Hakkında Yönetmeliğin 9. maddesine göre dur işareti anlamına gelen ve ancak gidilecek yolun açık olduğunu gördükten sonra hareket edilmesi gerektiğini belirten fasılalı kırmızı ışığın kendisine yanıyor olmasına karşın, anılan Yasa’nın 47/B maddesine aykırı olarak durmak bir yana, hızını dahi azaltmadan kavşağa girmesi, kavşağın ortasındaki ikinci fasılalı kırmızı ışığı da geçtikten sonra kendisine fasılalı sarı ışık yanması nedeniyle kavşağa giren ölen Mehmet’in kullandığı araca fren yapma fırsatı bile bulamadan yandan çarpması hususları bir bütün olarak gözönüne alındığında, sanığın meydana gelen neticeyi 5237 sayılı TCY’nin 22/3. maddesi kapsamında öngördüğünün, ancak istemediğinin, dolayısıyla da olayda bilinçli taksir halinin bulunduğunun kabulü gerekir. Bu nedenle, yerel mahkemenin direnme kararı isabetli olduğundan, onanmasına karar verilmelidir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan bir kısım Kurul Üyesi; “olayda bilinçli taksirin koşullarının bulunmadığı” görüşüyle karşı oy kullanmışlardır.

Sonuç: Açıklanan nedenlerle,

1-         Yerel mahkeme direnme hükmünün (ONANMASINA),

2-         Dosyanın mahalline gönderilmek üzere Yargıtay C. Başsavcılığına

TEVDİİNE, 25.03.2008 günü yapılan müzakerede oyçokluğu ile tebliğnamedeki düşünceye uygun olarak karar verildi.

10 Eylül

TAKSİR VE BİLİNÇLİ TAKSİR

 
Türk Ceza Hukuk’unda kusurluluk halleri kast,bilinçli kast,taksir ve bilinçli taksir olarak düzenlenmiştir.Bunlardan taksir kavramı kelime kökeni olarak Arapça ‘nın kasr kelimesinden türemiş bir kelime olup,kusur ,hata ,kabahat,bir işi eksik yapma yada gereği gibi yapmamak olarak anlaşılır.Ceza hukukundaysa bir kişinin filinden dolayı cezalandırılabilirliğini ifade etmektedir.

Ceza hukukunda kural olarak suç ancak kastla ,kanunda açıkça gösterilen hallerde taksirle de işlenebilir.İstisnai bir kusurluluk hali olan taksirde failin cezalandırılabilmesi için mutlaka kanunda açık bir düzenleme bulunması gerekmektedir.

Yukarıda belirtilen kusurluluk hallerini kısaca açıklarsak:neticenin fail tarafından bilinmesi halinde kast,neticenin meydana gelmesine  kayıtsız kalınması halinde olası kast,öngörülen neticenin meydana gelmesinin istenmemesine rağmen özen yükümlülüğüne aykırı davranılması suretiyle neticenin meydana gelmesi engellenemediği durumda bilinçli taksir,öngörülebilir neticenin özen yükümlülüğüne aykırı hareket edilmiş olması sebebiyle öngörülmediği hallerde ise basit taksir vardır.

Bilinçli taksirde fail neticenin meydana gelebileceğini öngörmekte ancak neticenin meydana gelmesini istememektedir.Neticenin meydana geleceğini bilse vazgeçecektir.Neticenin meydana gelmesini zayıf bir ihtimal görmekte yada hiç gerçekleşmeyeceğini düşünmektedir.

TAKSİRİN UNSURLARI :

1-Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması

Yukarıda da belirtmiş olduğumuz kural olarak suç kastla işlenebilir ancak kanunun öngördüğü hallerde taksirle de işlenebilen suçlar olup bunlar kanunda açıkça sayılmıştır.5237 sayılı yasanın 22/1 maddesinde “Taksirle işlenen fiiller kanunun açıkça belirttiği hallerde cezalandırılır” demekte olup aksi durum” kanunilik” ilkesine aykırıdır.Günlük hayatta en çok karşılaşılan taksirli suçlar adam öldürme ve adam yaralama olmakla birlikte aşağıda sayılan başka suçlarda kanunda açıkça taksirle ilenebileceği düzenlenmiştir.Taksirle işlenen suçlar:

-adam öldürme (TCK.85)

-adam yaralama (TCK.89)

-taksirli iflas(TCK.162)

-taksirle genel güvenliğin tehlikeye sokulması (TCK.171)(yangına,bina çökmesine,,toprak kaymasına ,çığ düşmesine,sel veya taşkına sebebiyet verme)

-trafik güvenliğinin taksirle tehlikeye sokma (TCK.180)

-atom enerjisiyle taksirle patlamaya sebebiyet verme (TCK.173/2)

-çevrenin taksirle kirletilmesi (TCK.182)

-taksirle zehirli madde katma suçu (TCK.185)

-taksirle çocuğun soybağını değiştirme (TCK.231/2)

-taksirle askeri tesislerin tahribine yada kullanılmaz hale gelmesine sebebep olma(TCK.307/3)

-savaş zamanında yükümlülükleri taksirle yerine getirmemek(TCK.322/2)

-devletin güvenliğine ve siyasal yararına ilişkin bilgilerin taksirle açıklanması (TCK.329/3)

-yasaklanan bilgilerin taksirle açıklanması (TCK.336/3)

-taksir sonucu casusluk fiillerinin işlenmesi (TCK.338

 

2-Hareketin iradiliği

Hareketin iradi olması objektif sorumluluk şartlarından biridir.İradi hareket icrai yada ihmali bir davranışla gerçekleşbilir.Taksirin en önemli unsurlarından olan özen yükümlülüğü ihmalle de gerçekleştirilebilin bir eylemdir.

3-Sonucun istenmemesi

Taksirli suçların en önemli unsurlarından biri olup neticenin meydana gelmesi istenmemektedir.Basit taksirde fail fiilinden dolayı yada ihmalinden dolayı neticenin meydana gelmesini öngörmesi gerekirken bunu öngörmemiştir.Bilinçli taksirdeyse fail  neticenin meydana gelebileceğini öngörmüş anacak bunu çok zayıf  bir ihtimal görmüş  ve neticenin meydana gelemsine kendi becerisi ve bilgisiyle engel olabileceğini düşünmüştür.Neticenin meydana geleceğini bilse eyleminden vazgeçebilecek bir psikolojik durumdadır.Ancak ister icra-i ister ihmali hareketle olsun neticenin meydana gelmesi şart olup netice gerçekleşmeden suç oluşmaz .Bu nedenle taksirli suçlara teşebbüs mümkün değildir.

 

4-Hareketle netice arasında bir nedensellik bağının olması

 Cezai sorumluluğun doğabilmesi için fiil ile istenmeyen netice arasında bir illiyet bağının olması şarttır.İstenmeyen neticenin meydana gelmesinde bazen birden fazla kişinin eylemi etkide bulunmuş olabilir.Bu durumda tüm failler taksir derecesine göre cezai sorumluluğu mevcuttur.Trafik kurallarına aykırı hareket ederek aşırı süratla yol alan iki aracın çarpışmasında her iki sürücü de kusurlu olup meydana gelen neticeye göre her ikisinin de cezalandırılması cihetine gidilmesi gerekmektedir.Eski ceza yasamızda kusur derecesi 8/8 üzerinden bir metematiksel hesap yapılır  ve ona göre ceza tayini edilirdi.Ancak Yeni yasada kusurun varlığı failin  cezanın alt sınırından cezalandırılması için yeterli olmaktadır.

 

5-Neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması

Taksir suçunun en önemli unsurlarından olup kastan farklı olarak fail eyleminde neticeyi ya öngörmemekte yada gerçekleşmeyeceğini ummaktadır.Basit taksirde kişinin tecrübesisliği,özen yükümlülüğüne aykırı davranması ihmali vs. gibi etkenlerle neticenin meydana geleceğini öngörmemektedir.Bilinçli taksirdeyse netice öngörülmekte ancak fail neticenin meydana gelmeyeceğini düşünmektedir.Burda olası kastla bilinçli takisr arasında çok ince bir çizgi mevcuttur.Olası kastta fail neticenin meydana geleceğini öngörmekte ancak “natice meydana gelirse de gelsin “ düşüncesindedir.Bilinçli taksirde fail neticenin meydana geleceğini bilse eyleminden vazgeçecek bir tutumda olmasına rağmen olası kastta eylemine devam kararlılığındadır.

Av.Sami Demir

9 Eylül

Araç değer kaybı

T.C
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
E. 2004/15090
K. 2005/11955
T. 10.11.2005

TRAFİK KAZASI (Araç Hasarı Nedeniyle Maddi ve Manevi Tazminat – Davalıların Kusuru ve Yola Aniden Çıkan Başıboş Hayvanın Olaya Etkisinin Karşılığı Olarak Hesaplanan Maddi Tazminatın Davalılardan Tahsiline Karar Verilmesi Gerektiği)
ARAÇ HASARI NEDENİYLE MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT (Davalıların Kusuru ve Yola Aniden Çıkan Başıboş Hayvanın Olaya Etkisinin Karşılığı Olarak Hesaplanan Maddi Tazminatın Davalılardan Tahsiline Karar Verilmesi Gerektiği)
YOLA ANİDEN ÇIKAN BAŞIBOŞ HAYVANIN OLAYA ETKİSİ (Zararın Tamamının Karşı Aracın İşleteni ve Sürücüsünün Davalılardan Alınmasına Engel Olmadığı)
ZARARIN TAMAMININ TAHSİLİ (Trafik Kazasından Doğan Araç Hasarı Nedeniyle Maddi ve Manevi Tazminat – Zararın Tamamının Karşı Aracın İşleteni ve Sürücüsünün Davalılardan Alınmasına Engel Olmadığı)

818/m.41

ÖZET: Dava, trafik kazasından kaynaklanan araç hasarı nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Davacı dava dilekçesinde zararının tamamını davalılardan istediğine göre yola aniden çıkan başıboş hayvanın olaya etkisi zararın tamamının -davacı sürücüsünün kusuru dışında kalan kısım için- karşı aracın işleteni ve sürücüsü davalılardan alınmasına engel değildir. Şu durumda davalıların kusuru ve yola aniden çıkan başıboş hayvanın olaya etkisinin karşılığı olarak hesaplanan maddi tazminatın ( 7/8 )’inin davalılardan tahsiline karar verilmelidir.

DAVA: Davacı Bahar Koçer vekili Avukat Sedat Marmaralı tarafından, davalılar SSK Genel Müdürlüğü ve Abdurrahman Ergün aleyhine 24.2.1999 gününde verilen dilekçe ile trafik kazasından kaynaklanan araç hasarı nedeniyle maddi ve manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; maddi tazminatın kısmen kabulüne, manevi tazminatın reddine dair verilen 2.12.2002 günlü kararın Yargıtayca incelenmesi davacı vekili ve davalılardan SSK vekili taraflarından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçelerinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü:

KARAR:
1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı ka­nıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özel­likle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsiz­lik görülmemesine göre tarafların aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları reddedilmelidir.
2-Davacının temyizi yönünden;
Dava, trafik kazasından kaynaklanan araç hasarı nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece maddi tazminat kısmen kabul edilmiş, manevi tazminat reddedilmiştir. Kararı davacı ile davalılardan çarpan aracın işleteni SSK Genel Müdürlüğü temyiz etmişlerdir.
Davacı dava dilekçesinde davalının kusurlu olduğunu belirterek zararın tamamının davacının aracına çarpan ambulansın işleteni ve sürücüsü olan davalılardan tahsilini istemiştir. Ancak davacı dava dilekçesinde davalının tam kusurlu olduğunu iddia etmiştir. Dosyada alınan bilirkişi raporlarına göre olayda davacı aracını kullanan dava dışı sürücü 1/8, davalı sürücü 2/8 ve yola aniden çıkan başıboş hayvana 5/8 kusur verilmiştir. Mahkemece davalıların ( 2/8 ) kusuruna göre tazminata hükmedilmiştir. Ne var ki, davacı dava dilekçesinde zararının tamamını davalılardan istediğine göre yola aniden çıkan başıboş hayvanın olaya etkisi zararın tamamının -davacı sürücüsünün kusuru dışında kalan kısım için- karşı aracın işleteni ve sürücüsü davalılardan alınmasına engel değildir. Şu durumda davalıların kusuru ve yola aniden çıkan başıboş hayvanın olaya etkisinin karşılığı olarak hesaplanan maddi tazminatın ( 7/8 )’inin davalılardan tahsiline karar verilmelidir.
Anılan yön gözetilmeden davalıların yalnızca (2/8) oranında sorumlu tutulmaları usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.
3-Davalı SSK Genel Müdürlüğünün temyizi yönünden; dosyadaki delillere göre davalı aracı -ambulans- Şeker Sigorta tarafından sigortalanmıştır ve davalı aracı sigortasınca davacıya 500.000.000 TL ödemede bulunmuştur. Mahkemece hükme dayanak yapılan bilirkişi raporunda tazminat hesabında sigorta ödemesi dikkate alınmamıştır. Şu durumda tazminat hesabında davalı aracının sigortasından yapılan ödemenin dikkate alınarak hesaplanacak miktardan indirilmesi gerekir.
Anılan yön gözetilmeden verilen karar usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın (2) nolu bentte gösterilen nedenle davacı yararına, (3) nolu bentte gösterilen nedenle davalı yararına BOZULMASINA, tarafların öteki temyiz itirazlarının ilk bentteki nedenlerle reddine ve temyiz eden davacıdan peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine, 10.11.2005 gününde oy birliğiyle karar verildi.

T.C
YARGITAY
13. HUKUK DAİRESİ
E. 2009/16031
K. 2010/2534
T. 2.3.2010

ARACIN KAZA SONUCU DEĞER KAYBI YARATMASI (Konusunda Uzman Bir Bilirkişi Aracılığıyla İnceleme Yaptırılarak ya da Önceki Bilirkişilerden Ek Rapor Alınarak Hasarın Araçta Değer Kaybı Yaratması Halinde Belirlenecek Bu Miktarın İade Edilecek Bedelden İndirilmesi Gerektiği)
DEĞER KAYBI (Aracın Kaza Sonucu Değer Kaybı Yaratması – Konusunda Uzman Bir Bilirkişi Aracılığıyla İnceleme Yaptırılarak ya da Önceki Bilirkişilerden Ek Rapor Alınarak Hasarın Araçta Değer Kaybı Yaratması Halinde Belirlenecek Bu Miktarın İade Edilecek Bedelden İndirilmesi Gerektiği)
BİLİRKİŞİ İNCELEMESİ (Aracın Kaza Sonucu Hasara Uğraması – Konusunda Uzman Bir Bilirkişi Aracılığıyla İnceleme Yaptırılarak ya da Önceki Bilirkişilerden Ek Rapor Alınarak Hasarın Araçta Değer Kaybı Yaratması Halinde Belirlenecek Bu Miktarın İade Edilecek Bedelden İndirilmesi Gerektiği)

1086/m.275

ÖZET: Dava konusu aracın davacı elinde iken kaza sonucu hasara uğrayıp tamir gördüğü dosyada mevcut servis kayıtlarından anlaşılmaktadır. Mahkemece, kaza sonucu aracın değer kaybına uğrayıp uğramadığı yönünden inceleme yapılmamıştır. Bu durumda mahkemece araçta oluşan hasarın değer kaybı yaratıp yaratmadığı hususunda, konusunda uzman bir bilirkişi aracılığıyla inceleme yaptırılarak yada önceki bilirkişilerden ek rapor alınarak, hasarın araçta değer kaybı yaratması halinde belirlenecek bu miktarın iade edilecek bedelden indirilmesi gerekirken bu yön gözardı edilerek eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.

DAVA: Nuri E. vekili Avukat Necip K. ile 1-……….. A.Ş, 2-Bo……… Otomotiv A.Ş, 3-Bo…………….Tic. A.Ş vekili Avukat Ayşe B., 4-…………. Bankası vekili avukat Ali U… aralarındaki dava hakkında Çerkezköy 1. Asliye Hukuk Mahkemesinden (Tüketici Mahkemesi sıfatıyla) verilen 10.3.2008 gün ve 286-483 sayılı hükmün Dairemizin 13.7.2009 tarih ve 11100-9793 sayılı ilamıyla bozulmasına karar verilmişti. Süresi içinde davalılar avukatınca kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla dosya incelendi, gereği konuşuldu:

KARAR: Davacı, davalı Bo…. A.Ş’den. 04.10.2002 tarihinde davaya konu aracı 56.403,06 TL bedelle satın aldığını, sözleşme gereğince davalı bankadan kredi kullandığını, aracın tesliminden sonra sürekli arızalanması nedeniyle 7 defa servise başvurduğunu, her defasında önemli parça değişikliklerinin yapıldığını, yapılan işlemlerin garanti kapsamında olmadığı söylenerek kendisinden ücret tahsil edildiğini belirterek araç bedeli ve sözleşme nedeni ile yapmış olduğu masraflar ve zararın miktarı olan 73.240 TL’nin dava tarihinden itibaren işleyecek ticari faizi ile davalılardan tahsilini talep etmiştir.15.01.2008 tarihli ıslah dilekçesi ile talep miktarı 83.643,13 TL’ye çıkartmıştır.
Davalılar, davanın reddini savunmuşlardır.
Mahkemece, davalı …… Bankası hakkında açılan davanın reddine, davalılar Bo…. Otomotiv A.Ş ile Bo…. Oto Servis A.Ş hakkındaki davanın kabulüne karar verilmiş; hüküm, davalılar Bo…. otomotiv A.Ş ve Bo…. Oto A.Ş tarafından temyiz edilmekle, dairemizin 13.07.2009 tarihli kararı ile; hükmün bozulmasına karar verilmiş, davalılar Bo…. Otomotiv A.Ş ile Bo…. Oto Servis A.Ş karar düzeltme talebinde bulunmuştur.
1-Davalıların aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan ve HUMK 440. maddesinde sayılan sebeplerden hiçbirisine uygun olmayan sair karar düzeltme taleplerinin reddine karar vermek gerekir.
2-Dava konusu aracın davacı elinde iken kaza sonucu hasara uğrayıp tamir gördüğü dosyada mevcut servis kayıtlarından anlaşılmaktadır. Mahkemece, kaza sonucu aracın değer kaybına uğrayıp uğramadığı yönünden inceleme yapılmamıştır. Bu durumda mahkemece araçta oluşan hasarın değer kaybı yaratıp yaratmadığı hususunda, konusunda uzman bir bilirkişi aracılığıyla inceleme yaptırılarak yada önceki bilirkişilerden ek rapor alınarak, hasarın araçta değer kaybı yaratması halinde belirlenecek bu miktarın iade edilecek bedelden indirilmesi gerekirken bu yön gözardı edilerek eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir. Mahkeme kararının bozma gerekçeleri arasında bu hususunda bulunması gerekirken, sehven yer verilmediği bu kez yapılan inceleme ile anlaşıldığından davalının karar düzeltme isteminin kabulü ile temyiz incelemesi sonucu verilen bozma gerekçelerine ek olarak açıklanan sebeplerle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.

SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalıların sair karar düzeltme taleplerinin reddine, Dairemizin 2008/11100 Esas ve 2009/9793 Karar sayılı 13.07.2009 tarihli bozma kararında belirtilen sebeplere ek olarak (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle hükmün davalılar lehine BOZULMASINA, peşin alınan 32.30 TL temyiz harcın istek halinde iadesine, 02.03.2010 gününde oy birliğiyle karar verildi.

T.C
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ
E. 2002/130
K. 2002/4512
T. 10.4.2002

TAZMİNAT DAVASI (Trafik Kazası Sebebiyle Uğranılan Zarar Dolayısıyla Tazminat İstemi)
MÜBADELE (RAYİÇ) DEĞERİ (Kazaya Uğrayan Arabanın Tahribat İzleri Taşımasından Mübadelesinin Yani Rayiç Değerinin Hesaplanmasında Aracın Kazadan Önceki Değerinin Altında Olmasının Gerekmesi)
ARACIN KAZADAN ÖNCEKİ DURUMU (Aracın Onarılmış Durumdaki Değeri Ne Kadar İyi Onarılmış Olursa Olsun Kural Olarak Aynı Nitelikteki Hiç Hasara Uğramayan Aracın Değerinden Düşük Olması)
ZARARIN TAYİNİ (Zararın Tazmin Borcunu Doğuran Eylemin Meydana Gelmesinden Önceki Durumu İadeye Mecbur Olması)
ZARARIN TAZMİN YÜKÜMLÜLÜĞÜ (Zararın Tazmin Borcunu Doğuran Eylemin Meydana Gelmesinden Önceki Durumu İadeye Mecbur Olunması)
CARİ DEĞER KAYBI (Araç Ne Kadar İyi Onarılırsa Onarılsın Hiç Kaza Yapmayan Aracın Değerinden Düşük Olacağı Sebebiyle Aracın Cari Değer Kaybına Uğramasının Kaçınılmaz Olması)

818/m.41,42

ÖZET: Tamamen onarılmış olsa bile kazaya uğrayan araba, tahribatın izlerini taşıyacağından onarıldıktan sonra mübadele (rayiç) değerinin olaydan önceki mübadele değerinden az olacağının kabulü gerekir. Aracın onarılmış durumdaki değeri, ne kadar iyi onarılmış olursa olsun kural olarak aynı nitelikteki hiç hasara uğramayan araç değerinden düşüktür ve bu da cari değerinden kaybettirmektedir. Zararı tazminle yükümlü olan kimse, tazmin borcunu doğuran eylemin meydana gelmesinden önceki durumu iadeye mecburdur. Bu ilke, zarar, ister haksız eylemden doğsun, isterse sözleşmeye aykırı hareketten meydana gelsin, aynen uygulanır.

DAVA: Davacı-karşı davalı Mitat A. vekili Avukat E…. Gümüşkaya tarafından, davalı-karşı davacı Celi H. aleyhine 12/1/1999 gününde verilen dilekçe ile kasten çarpma ile araçta meydana gelen hasar bedelinin esas dava ile, cismani zarardan doğan maddi ve manevi tazminatın karşı dava ile istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; esas ve karşı davanın kısmen kabulüne dair verilen 15/10/2001 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacı-karşı davalı vekili Avukat E… Gümüşkaya tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü:

KARAR:
1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları reddedilmelidir.
2-Diğer temyiz itirazlarına gelince;
Dava trafik kazasından doğma tazminat isteği olup mahkemece bilirkişi raporuna dayanılarak davacıya ait araçta değer kaybı olmayacağı benimsenmiştir. Oysa davacının olaydan sonraki mal varlığının değeri, zarar verici olayın meydana gelmemesi halinde değerinden daha az ise, zarar var demektir. Gerçekten bir şeyin tahrip edilmesi veya zarar görmesi halinde nesnel zararı tayin etmek için kural olarak objektif değeri esas almak gerekir. Bu ise mübadele (rayiç) değeridir. Davaya konu olan olayda davacıya ait araç mercedes E-200 marka olup, 1998 olan olay tarihine göre çok yenidir ve 624.781.670. lira harcanmasını gerektirecek derecede hasara uğramıştır. Bu durumda sözü edilen aracın onarıldıktan sonra mübadele ( rayiç ) değerinin olaydan önceki mübadele değerinden az olacağının kabulü gerekir. Çünkü tamamen onarılmış olsa bile bu araba tahribatın izlerini taşımaktadır. Onarılmış durumdaki değeri, ne kadar iyi onarılmış olursa olsun kural olarak aynı nitelikteki hiç hasara uğramayan araç değerinden düşüktür ve bu da cari değerinden kaybettirmektedir. Zararı tazminle yükümlü olan kimse, tazmin borcunu doğuran eylemin meydana gelmesinden önceki durumu iadeye mecburdur. Bu ilke, zarar, ister haksız eylemden doğsun, isterse sözleşmeye aykırı hareketten meydana gelsin, aynen uygulanır.
O halde mahkemece sadece aracın yaşını gözeterek değer kaybı olmayacağını belirten bilirkişi raporuna dayanılıp, bu kalem isteğin reddine karar verilmiş olması bozmayı gerektirir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda (2) nolu bentte gösterilen nedenle BOZULMASINA, diğer temyiz itirazlarının (1) nolu bentte gösterilen nedenle reddine ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 10/4/2002 gününde oy birliğiyle karar verildi.

 

9 Eylül

TRAFİK KAZASI SONUCU ARAÇTA OLUŞAN DEĞER KAYBININ TAZMİNİ

Tamamen onarılmış olsa bile kazaya uğrayan araçlar, kaza sonucu oluşan tahribatın izlerini taşıyacağından, tamirden sonraki rayiç değerinin, kazadan önceki rayiç değerinden az olacağı açıktır. Aracın onarılmış durumdaki değeri, ne kadar iyi onarılmış olursa olsun kural olarak aynı nitelikteki hiç hasara uğramayan araç değerinden düşüktür ve bu da cari değerinden kaybettirmektedir. Zararı tazminle yükümlü olan kimse, tazmin borcunu doğuran eylemin meydana gelmesinden önceki durumuna iadeye mecburdur. Bu ilke, zarar, ister haksız eylemden doğsun, isterse sözleşmeye aykırı hareketten meydana gelsin, aynen uygulanır.

Ancak uygulamada Zorunlu Mali Mesuliyet Sigortası Poliçesi (ZMMS)’ler araç değer kaybı talebini çeşitli gerekçelerle reddetmekte, ya da gerçek zararın çok altında bedeller ödemektedir.Oysa araç değer kaybına ilişkin zarardan, kusuru oranında ZMMS veya doğrudan kazaya karışan, karşı taraf araç maliki ve şoförü de sorumludur.Zararın karşılanmaması halinde dava yoluyla tahsil edilmesi mümkündür.

Zorunlu Mali Mesuliyet Sigortası Poliçesi (ZMMS) ile sigortacı, kusurlu araç sahibinin sorumluluğuna müteselsilen ortak olmaktadır. Trafik sigortacısı, yalnızca mağdur araçta meydana gelen hasar bedelinden değil, “doğrudan zarar” kabul edilen “araç değer kaybından da” sorumludur. ZMMS nın limitinin yetmemesi durumunda, karşı tarafın kaskosu varsa, bu kaskoda ki maddi zarara ilişkin ihtiyari Mali mesuliyet Sigortası (İMMS)kapsamında da bu zararın tazmini sağlanabilir.Yargıtay’ın yerleşik içtihatları da bu yöndedir.Ancak , hasar gören aracın kullanılamamasından doğan ve “dolaylı zarar” kabul edilen; geçici kazanç kaybı veya ikame araç gideri gibi zararlar ZMMS tarafından karşılanmaz.Yalnızca kusurlu araç sahibi / sürücüsünden veya kişinin araç kasko sigortasında ayrı bir kloz varsa, kasko genel şartları ve poliçe özel şartları dahilinde kasko sigortacısından talep edilebilir. Kazanç kaybı, araç sahiplerinin veya işletenlerin araçtaki kaza sebebiyle oluşan hasarın onarılması için geçen sürede araçlarını kullanamadıkları için kaybettikleri ticari kazancı ifade eder. Söz konusu kaybın Borçlar Kanunu hükümleri doğrultusunda kazaya karışan kusurlu taraftan talep edilmesi gerekmektedir.

2918 sayılı KTK.nun 109.maddesi 1.fıkrasında “Motorlu araç kazalarından doğan maddi zararların tazminine ilişkin istekler, zarar görenin, zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği günden başlayarak iki yıl ve herhalde kaza gününden başlayarak on yıl içinde zamanaşımına uğrar” denilmiştir.Dava için bu sürenin geçirilmemesi önemlidir

Av.Muhammet Özer

5 Eylül

Tapu kayıtlarındaki hataların düzeltilmesi

Bilindiği üzere, “Mülkiyet Hakkının Tescili” başlıklı 22.07.2013 tarihli ve 2013/5150 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Tapu Sicil Tüzüğü’nün 28. maddesinde kütükte bulunması zorunlu bilgiler; malikin adı, soyadı, baba adı, edinme nedeni, tarih ve yevmiye numarası olarak belirlenmiştir.
Şayet, tapunun tesciline dayanak yapılan işlemde düzeltilmesi gereken bir hata yapılmışsa, bu hata 2013 tarihli Tapu Sicil Tüzüğü’nün 75. maddesi uyarınca, ilgilisinin başvurusu üzerine o maddedeki koşullar araştırılarak, idarece düzeltilmelidir.ilgilinin başvurusu Yargıtay tarafından ön koşul olarak değerlendirilmekte, Tapu Sicil Müdürlüğüne başvuru yapılmadan doğrudan açılacak davaların reddi gerektiği yönünde kararlar verilmektedir. (1)
Tapu sicil müdürlüğü tarafından yayınlanan “Hataların idari yoldan düzeltilmesi hakkındaki 1193 sayılı genelgenin” uygulanmasında tereddüde düşüldüğünün anlaşılması üzerine, konuya açıklık getirilmesi bakımından Tapu Sicil Müdürlüğü Genel Müdürlüğünce bu kez 1458 sayılı genelge yayınlanmış ve konuya açıklık getirilmeye çalışılmıştır.
Gerek tapu sicil muhafızlıklarının ve gerekse kadastro veya tapulama müdürlüklerinin sebep olduğu hatalar, 1458 sayılı genelge ve harçlar kanunun 59. maddesi gereği harç alınmadan yapılmaktadır.
Ancak tüm bunlara rağmen ilgilerin başvuruna rağmen Tapu Sicil Müdürlüğü gerekli düzeltmeleri yapmayı reddederse ne olacaktır ?
Bu durumda tapu malikleri veya mirasçıları veya diğer hak sahipleri tarafından “tapuda kayıt düzeltilmesi” davası açılması gerekir. Tapuda kayıt düzeltilmesi davasını, esas olarak tapu maliki ile mirasçıları açabilir. Bunun yanı sıra 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe giren Türk Medeni Kanununun 702. maddesinin son fıkrası gereğince ortaklardan her birinin topluluğa giren hakların korunmasını sağlayabileceği ve bu korumadan bütün ortakların yararlanabileceği öngörüldüğünden elbirliği mülkiyetinde, ortaklardan her hangi biri de tek başına tapuda murisin kimlik bilgileri ilgili olarak düzeltme isteyebilir. Ayrıca bu davaların, bir başka dava nedeniyle verilen yetkiye dayanılarak açılması da mümkündür. Böyle bir yetki verildiğinde yetkiye dayanarak dava açan kişinin aktif dava ehliyeti vardır.
Kayıt düzeltme davaları , taşınmazın bulunduğu yer Tapu Sicil Müdürlüğü’ne husumet yöneltilerek açılmalıdır.
Bu davalar, taşınmazın aynına ilişkin bulunduğundan 6100 sayılı HMK’nin 12. maddesi uyarınca taşınmazın bulunduğu yer mahkemesinde açılır. (2)
Tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi davaları da 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 382. maddesinde belirtilen çekişmesiz yargı işlerinden sayılmalıdır. Kaldı ki, 382. maddenin 2-ç/1 fıkrasında “Taşınmaz üzerinde taraf oluşturulmasına ve hak ihlaline sebebiyet vermeyecek düzeltmelerin yapılması” çekişmesiz yargı işi sayılmış olup, niteliği itibariyle tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi davalarından başka bu tarife uyacak bir dava türü de bulunmamaktadır.
Halen yürürlükte bulunan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 383. maddesine göre de, çekişmesiz yargı işlerinde görevli mahkeme, aksine bir düzenleme bulunmadığı sürece sulh hukuk mahkemeleridir. Bu itibarla, çekişmesiz yargı işi olan tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi davalarına sulh hukuk mahkemelerince bakılması gerekir.
Yargıtay uygulamalarına göre ; taşınmazların, kadastro tespiti ya da tapuya tescili sırasında mülkiyet hakkı sahibinin adı, soyadı, baba adı gibi kimlik bilgilerinin kayda eksik ya da hatalı işlenmesi, kayıt düzeltme davalarının kaynağını oluşturur. Bu tür davalarda kimlik bilgileri düzeltilirken, taşınmaz malikinin değişmemesi, diğer bir anlatımla mülkiyet aktarımına neden olunmaması gerekir.
Yargıtay kararlarına göre kayıt düzeltme davalarında, , kayıt maliki ile ismi düzeltilecek kişinin aynı kişi olduğu kuşkuya yer vermeyecek şekilde saptanmalıdır. Bu saptama yapılırken de aşağıda açıklanan yöntem izlenmelidir.
1- Kimlik bilgilerinde düzeltme yapılması istenen dava konusu taşınmazların tapu kayıtları (ilk tesis ve tedavülleriyle) ve kadastro tutanakları (tespit ve tescile esas alınan tüm dayanak belgeleriyle) ayrıca taşınmazlar kadastrodan sonra edinilmişse buna ilişkin tüm belgeler ile birlikte getirtilmelidir.
2- Nüfus Müdürlüğünden, dava konusu taşınmazların tapu kayıtlarında malik olarak görünen kişi ile aynı kimlik bilgilerine sahip bir başka kişi veya kişilerin nüfus kayıtlarının bulunup bulunmadığı araştırılmalı, mevcut ise bu kişi veya kişiler duruşmaya çağrılarak dava konusu taşınmazlarda mülkiyet hakkı iddiaları bulunup bulunmadığı kendilerinden sorulmalı, kaydı düzeltilecek kişilerin nüfus kayıtları, tapu kayıtları ve dayanakları ile bağlantı kurulacak şekilde incelenmelidir.
3-Taşınmazın bulunduğu yerleşim yerinde zabıta aracılığı ile kayıt maliki ile aynı ismi taşıyan başka kişi veya kişilerin bulunup bulunmadığı da araştırılmalıdır.
4-İstem konusunda tanıklar dinlenmelidir.
5-Tüm bu araştırmalar sonucu hala kesin bir kanaat oluşmamış ise mahallinde keşif yapılarak; tanıklar ve varsa tespit bilirkişileri taşınmaz başında dinlenmelidir.
6-Çekişme konusu taşınmazın emlak beyan dökümleri celbedilmelidir.
7-Çekişmeli taşınmaz işyeri olarak kullanılmış ise, tescil kayıt ve dava tarihleri arasında vergisinin kimin tarafından ödendiği ilgili kurumlardan sorulmalıdır.
8-Malik iddiasındaki davacı veya muris ile aynı ismi taşıyan, başka bir kişinin nüfus kaydının bulunup bulunmadığı ilgili nüfus müdürlüğünden sorulmalıdır.
9-Taşınmazı kimin, hangi tarihten beri , ne şekilde tasarruf ettiğinin ve bu kişilerin davacı veya miras bırakan ile herhangi bir ilgilerinin olup olmadığının araştırılması gerekmektedir.

Yargıtay’ın şu ana kadar ki uygulamalarına göre, davanın niteliği gereğince, yargılama harcı ve vekâlet ücreti maktu olarak belirlenmekte, Tapu Müdürlüğü yasal hasım Kabul edilerek yargılama giderlerinden (ve yargılama giderlerinden olan vekalet ücretinden) sorumlu tutulmamaktadır.
Ancak kanaatimizce tapu sicil müdürlüğünün yasal hasım olduğu gerekçesi ile, vekalet ücreti ve yargılama giderlerinden sorumlu tutulmamasının , “2013 tarihli Tapu Sicil Tüzüğü’nün 75. maddesi karşısında bir anlamı yoktur. Zira bu maddeye göre, ilgilisinin başvurusu üzerine o maddedeki koşullar araştırılarak, hata idarece düzeltilmelidir. Bu aynı zamanda dava ön şartıdır. Bu durumda artık Tapu Müdürlüğünce, gelen tashih talepleri iyi değerlendirmeli , davanın açılmasına sebebiyet verecek şekilde gerekçesiz red işlemlerinden kaçınılmalı, uygun talepler kabul edilmelidir. Aksine gerekçesiz ve dayanaktan yoksun olarak verilen red kararlarının sonucuna da müdürlük katlanmalıdır.Aksinin kabulü halinde, tapu sicil Müdürlüklerinin, yapılan her başvuruyu “ mahkeme karar versin” diyerek reddedeceği bizdeki genel teamüllere bakıldığında görülecektir.

Av.Muhammet Özer (4)

(1) Yargıtay 1.Hukuk Dairesi E. 2014/135 – K.2014/8359 T. 22.04.2014
(2) Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E. 2014/5678- K.2014/11651
(3) Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E.2012/2846 , K. 2012/3570
(4) İstanbul barosu Avukatlarından

5 Eylül

Tapu kaydı tashihi

T.C.

  YARGITAY

1. Hukuk Dairesi

 

ESAS NO      : 2014/5678

KARAR NO : 2014/11651                    Y A R G I T A Y   İ L A M I

Taraflar arasında görülen kayıt düzeltim  davası sonunda, yerel mahkemece  davanın, kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi Gamze Ünal ‘ın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

 

-KARAR-         

Dava, kayıt maliki ile miras bırakanın aynı kişi olduğunun tespiti isteğine ilişkindir.

Davacılar, miras bırakanları ” Ahmet oğlu Selahiddin Gölgeç’in” maliki olduğu 196 ada 2 parsel sayılı taşınmazın  sicil kaydında adı, soyadı ve baba adı dışında kimlik bilgilerinin bulunmaması sebebi ile intikal yaptıramadıklarını ileri sürerek, kayıt maliki ile miras bırakanlarının aynı kişi olduğunun tespiti ile eksik nüfus bilgilerinin tapu siciline işlenmesi istekli eldeki davayı açmışlardır.

Mahkemece, dava konusu taşınmazın malikinin davacıların miras bırakanı olduğu  gerekçesi ile davanın kabulü ile taşınmaz malikinin isminin Ahmet ve Fatma’dan olma, 01.07.1923 doğumlu Selahiddin Gölgeç, kimlik numarasının da 22051591320 olarak tapuya işletilmesi ve tapu kaydının bu şekilde düzeltilmesine karar verilmiştir.

Bilindiği üzere; taşınmazların, kadastro tespiti ya da tapuya tescili sırasında mülkiyet hakkı sahibinin adı, soyadı, baba adı gibi kimlik bilgilerinin kayda eksik ya da hatalı işlenmesi, kayıt düzeltme davalarının kaynağını oluşturur. Bu tür davalarda kimlik bilgileri düzeltilirken, taşınmaz malikinin değişmemesi, diğer bir anlatımla mülkiyet aktarımına neden olunmaması gerekir.

Bu davalar, taşınmazın aynına ilişkin bulunduğundan 6100 sayılı HMK’nin 12. maddesi uyarınca taşınmazın bulunduğu yer mahkemesinde açılır.

Tapuda kayıt düzeltilmesi davasını, tapu maliki ile mirasçıları açabilir. Bunun yanı sıra 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe giren Türk Medeni Kanununun 702. maddesinin son fıkrası gereğince ortaklardan her birinin topluluğa giren hakların korunmasını sağlayabileceği ve bu korumadan bütün ortakların yararlanabileceği öngörüldüğünden elbirliği mülkiyetinde, ortaklardan her hangi biri de tek başına tapuda murisin kimlik bilgileri ilgili olarak düzeltme isteyebilir. Ayrıca bu davaların, bir başka dava nedeniyle verilen yetkiye dayanılarak açılması da mümkündür. Böyle bir yetki verildiğinde yetkiye dayanarak dava açan kişinin aktif dava ehliyeti vardır.
Tapu Müdürlüğüne husumet yöneltilerek açılması gereken kayıt düzeltme davalarında, mahkemece sağlıklı bir inceleme yapılmalı, kayıt maliki ile ismi düzeltilecek kişinin aynı kişi olduğu kuşkuya yer vermeyecek şekilde saptanmalıdır. Bu saptama yapılırken de aşağıda açıklanan yöntem izlenmelidir.

1- Kimlik bilgilerinde düzeltme yapılması istenen dava konusu taşınmazların tapu kayıtları (ilk tesis ve tedavülleriyle) ve kadastro tutanakları (tespit ve tescile esas alınan tüm dayanak belgeleriyle) ayrıca taşınmazlar kadastrodan sonra edinilmişse buna ilişkin tüm belgeler ile birlikte getirtilmelidir.

2- Nüfus Müdürlüğünden, dava konusu taşınmazların tapu kayıtlarında malik olarak görünen kişi ile aynı kimlik bilgilerine sahip bir başka kişi veya kişilerin nüfus kayıtlarının bulunup bulunmadığı araştırılmalı, mevcut ise bu kişi veya kişiler duruşmaya çağrılarak dava konusu taşınmazlarda mülkiyet hakkı iddiaları bulunup bulunmadığı kendilerinden sorulmalı, kaydı düzeltilecek kişilerin nüfus kayıtları, tapu kayıtları ve dayanakları ile bağlantı kurulacak şekilde incelenmelidir.

3- Taşınmazın bulunduğu yerleşim yerinde zabıta aracılığı ile kayıt maliki ile aynı ismi taşıyan başka kişi veya kişilerin bulunup bulunmadığı da araştırılmalıdır.

4- İstem konusunda tanıklar dinlenmelidir.

5- Tüm bu araştırmalar sonucu hala kesin bir kanaat oluşmamış ise mahallinde keşif yapılarak; tanıklar ve varsa tespit bilirkişileri taşınmaz başında dinlenmelidir.

Açıklanan bu hususlar çerçevesinde yapılacak inceleme ve araştırma sonucu, tapu ve nüfus bilgileri arasında bağlantı ve tutarlılık sağlandığında davanın kabulü yoluna gidilmelidir.

Davanın niteliği gereğince, yargılama harcı ve vekâlet ücreti maktu olarak belirlenmelidir.

Tapu Müdürlüğü yasal hasım olduğundan yargılama giderlerinden (ve yargılama giderlerinden olan vekalet ücretinden) sorumlu tutulmamalıdır.

Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; mahkemece yapılan araştırma ve incelemenin  hükme elverişli ve yeterli olduğu söylenemez.

Şöyle ki; çekişme konusu taşınmazın yalnızca 2012 yılına ait emlak beyan dökümü getirtilip 1986-2012 yıllarına ait emlak beyan dökümlerinin getirtilmediği, dükkan olarak kullanılan taşınmazın aynı tarihler arasında vergisinin kimin tarafından ödendiğinin ilgili kurumlardan sorulmadığı, ”Ahmet oğlu Selahittin Gölgeç” adında davacıların miras bırakanı dışında başka bir kişinin nüfus kaydının bulunup bulunmadığının ilgili nüfus müdürlüğünden sorulmadığı, taşınmazı kimin hangi tarihten beri ne şekilde tasarruf ettiğinin ve bu kişilerin davacılar ve miras bırakanları ile herhangi bir ilgilerinin olup olmadığının araştırılmadığı, davacı tanıklarının da beyanlarının  alınmadığı   görülmektedir.

O halde; yukarıda değinilen ilkeler ve olgular çerçevesinde araştırma ve inceleme yapılarak, talebe konu taşınmazın maliki ”Ahmet oğlu Selahittin Gölgeç’in” davacıların miras bırakanı olup olmadığının  duraksamaya yer bırakmayacak şekilde saptanması ve  hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yetinilerek yazılı olduğu üzere karar verilmiş olması doğru   değildir.

Kabule göre de;

Bilindiği üzere, “Mülkiyet Hakkının Tescili” başlıklı 22.07.2013 tarihli ve 2013/5150 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Tapu Sicil Tüzüğü’nün 28. (18.05.1994 tarihli ve 94/5623 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Tapu Sicil Tüzüğü’nün 25.) maddesinde kütükte bulunması zorunlu bilgiler; malikin adı, soyadı, baba adı, edinme nedeni, tarih ve yevmiye numarası olarak belirlenmiştir. Görüldüğü üzere bunlar arasında malikin doğum tarihi, anne adı ve T.C. Kimlik numarası  yer almamıştır. Dolayısıyla, tapu kütüğünde bulunması zorunlu olmayan nüfus bilgisinin ilavesi veya düzeltilmesi dava yoluyla istenemez. Şayet, tapunun tesciline dayanak yapılan işlemde düzeltimi gerektirir bir hata yapılmışsa, bu hata 2013 tarihli Tapu Sicil Tüzüğü’nün 75. (1994 tarihli Tapu Sicil Tüzüğü’nün 87.) maddesi uyarınca, ilgilisinin başvurusu üzerine o maddedeki koşullar araştırılarak, idarece düzeltilmelidir.

Somut olayda çekişmeye konu taşınmazın tapu sicil kaydında,  kütükte bulunması zorunlu olan bilgilerde herhangi bir düzeltme yapılmasının istenmediği, davacıların; miras bırakanları ile kayıt malikinin aynı kişiler olduğunun tespitini talep ettikleri, bu durumda iddianın kanıtlanması halinde tespit hükmü kurulması gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile düzeltme kararı verilmiş olması da  isabetsizdir.

Davalı vekilinin temyiz itirazları belirtilen nedenlerle yerindedir. Kabulüyle hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3. maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’nin 428.  maddesi gereğince BOZULMASINA, 12.6.2014  tarihinde oybirliğiyle karar  verildi.

T.C.
Yargıtay
1. Hukuk Dairesi
Esas No : 2013/7596
Karar no : 2013/10645

Yanlar arasında görülen tapu kaydında düzeltim davası sonunda, yerel mahkemece davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi Süleyman Yumma’nın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;
-KARAR-
Talep, tapu kaydına yanlış yazılan kimlik bilgilerinin düzeltilmesi isteğine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden; çekişme konusu dört adet taşınmazda Halime oğlu Mustafa’nın paydaş olduğu kayden sabittir.
Davacı, anılan taşınmazların tapu kaydında “Halime oğlu Mustafa” yazan kimlik bilgilerinin “ Ali oğlu Mustafa Er” olarak düzeltilmesini istemiştir.
Bilindiği üzere; taşınmazların, kadastro tespiti ya da tapuya tescili sırasında mülkiyet hakkı sahibinin adı, soyadı, baba adı gibi kimlik bilgilerinin kayda eksik ya da hatalı işlenmesi, kayıt düzeltme davalarının kaynağını oluşturur. Bu tür taleplerde kimlik bilgileri düzeltilirken, taşınmaz malikinin değişmemesi, diğer bir anlatımla mülkiyet aktarımına neden olunmaması gerekir.
HMK’nin geçici birinci maddesi gereğince “Bu Kanunun yargı yolu ve göreve ilişkin hükümleri, Kanunun yürürlüğe girmesinden önceki tarihte açılmış olan davalarda uygulanmayacağından” kanunun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonra yapılan taleplerin tapu müdürlüğüne ilgili sıfatıyla yöneltilerek yapılması gerekir.
Bu tür kayıt düzeltme veya tespit taleplerinde, mahkemece sağlıklı bir inceleme yapılmalı, kayıt maliki ile ismi düzeltilecek kişinin aynı kişi olduğu kuşkuya yer vermeyecek şekilde saptanmalıdır. Bu saptama yapılırken de aşağıda açıklanan yöntem izlenmelidir.
1- Kimlik bilgilerinde düzeltme yapılması istenen dava konusu taşınmazların tapu kayıtları (ilk tesis ve tedavülleriyle) ve kadastro tutanakları (tespit ve tescile esas alınan tüm dayanak belgeleriyle) ayrıca taşınmazlar kadastrodan sonra edinilmişse buna ilişkin tüm belgeler ile birlikte getirtilmelidir.
2- Taşınmazın bulunduğu yerleşim yerinde zabıta aracılığı ile kayıt maliki ile aynı ismi taşıyan başka kişi veya kişilerin bulunup bulunmadığı da araştırılmalıdır.
3- Nüfus Müdürlüğünden, dava konusu taşınmazların tapu kayıtlarında malik olarak görünen kişi ile aynı kimlik bilgilerine sahip bir başka kişi veya kişilerin nüfusta kayıtlı olup olmadıkları araştırılmalı, mevcut ise bu kişi veya kişiler duruşmaya çağrılarak Talep konusu taşınmazlarda mülkiyet hakkı iddiaları bulunup bulunmadığı kendilerinden sorulmalıdır.
4- Talep konusunda tanıklar dinlenmelidir.
5- Tüm bu araştırmalar sonucu hala kesin bir kanaat oluşmamış ise mahallinde keşif yapılarak; tanıklar ve varsa tespit bilirkişileri taşınmaz başında dinlenmelidir.
Açıklanan bu hususlar çerçevesinde yapılacak inceleme ve araştırma sonucu, tapu ve nüfus bilgileri arasında bağlantı ve tutarlılık sağlandığında talebin kabulü yoluna gidilmelidir.
Talebin niteliği gereğince, yargılama harcı ve vekâlet ücreti maktu olarak belirlenmelidir.
Tapu müdürlüğü ilgili sıfatıyla yasal hasım olduğundan yargılama giderlerinden (ve yargılama giderlerinden olan vekalet ücretinden) sorumlu tutulmamalıdır.
Somut olaya gelince; çekişme konusu taşınmazların kadastro tespitlerine yapılan itiraz üzerine Çankaya Kadastro Mahkemesinin 1953/136-1061 Esas/Karar sayılı ilamı ile Havva varisi Halime oğlu Mustafa adına hükmen tescil edildiği, Havva’nın ölmesi ile mirasının diğer çocukları ile kızı Halime’ye kaldığı, Halime’nin ölmesi ile de oğlu Mustafa’ya kaldığı belirtilmekte olup mahkemece Havva mirasçıları yönünden araştırma yapılmadan sonuca gidilmiştir.
Hal böyle olunca; yukarıda anılan tescil ilamında adı geçen Halime’nin anne baba ve kardeşlerini gösterir nüfus aile kayıt tablosunun nüfus müdürlüğünden getirtilmesi, tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi istenen kişinin nüfus kayıtları, tapu kayıtları ve dayanakları (tescil ilamı) ile bağlantı kurulacak şekilde araştırılması, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile yazılı olduğu şekilde hüküm kurulması doğru değildir.
Davalının temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenlerle (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK.’nın 428.maddesi gereğince BOZULMASINA , 26.06.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

T.C
Yargıtay
14. Hukuk Dairesi
Esas no: 2012/2846 E.
Karar no: 2012/3570 K.

Davacılar vekili, 17 sayılı parselde murisin tapuda “Hasan kızı F. T.” olarak yazılı isminin nüfus kaydına uygun olarak “Hasan kızı F.na T.” olarak düzeltilmesini istemiştir.
Mahkemece, tensip ile birlikte HMK’nun 382. maddesinde gösterilen hasımsız işlerden olmadığı gerekçesi ile mahkemenin görevsizliğine, asliye hukuk mahkemesine gönderilmesine karar verilmiştir.
Hükmü, davacılar vekili temyiz etmiştir.
Dava, tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi isteğine ilişkindir.
Bu tür davalarda Tapu Sicil Tüzüğünün 25. maddesinde belirtilen ve kütükte bulunması zorunlu olan kimlik bilgilerinden tapu malikinin adı ile soyadı, baba adındaki yanlışlıkların düzeltilmesi istenebilir.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 382/1 maddesinde; “Çekişmesiz yargı, hukukun mahkemelerce, aşağıdaki üç ölçütten birine veya birkaçına göre bu yargıya giren işlere uygulanmasıdır” hükmüne yer verilmiş; bu ölçütler ise ilgililer arasında uyuşmazlık olmayan haller, ilgililerin ileri sürebileceği herhangi bir hakkın bulunmadığı haller ve hakimin re’sen harekete geçtiği haller olarak ifade edilmiştir.
Kanunda çekişmesiz yargı işlerinin neler olduğu önce genel çerçevesi belirlenerek, daha sonra da mümkün olduğunca sayılarak belirtilmiştir. Ancak bu sayma sınırlı olmadığından yasa maddesinde sayılmayan fakat çekişmesiz yargı ölçütlerini taşıyan diğer işlerin de çekişmesiz yargı işi olarak kabulü gerekir. Yani, 382. maddede sayılmamakla beraber çekişmesiz yargının ölçütlerinden birini veya birkaçını taşıyan bir iş de çekişmesiz yargı işi olarak değerlendirilmelidir.
Tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi davalarında, davacı taraf tapu kayıtlarındaki kimlik bilgilerinin nüfus kayıtlarına uygun hale getirilmesini talep etmekte olup bu tür davalarda hasım gösterilen Tapu Sicil Müdürlüğü ile aralarında bir uyuşmazlık yoktur. Tapu Sicil Müdürlüğü davada sadece yasal hasım olarak yer almaktadır. Gerçekte davada taraf değil, sadece ilgilidir. İlgililerin uzlaşması halinde çekişmenin ortadan kalktığından söz edilemez veya bu davalarda ilgili tarafın davayı kabulü sonuç doğurmaz. Taraflar arasında bu anlamda gerçek bir çekişmenin varlığı söz konusu değildir.
Davacıların yukarıda belirtildiği gibi davada tapu kayıtlarının malik hanesindeki kimlik bilgilerinin nüfus kayıtlarına uygun biçimde düzeltilmesi dışında ileri sürebilecekleri herhangi bir hakları da bulunmamaktadır.
Yine bu tür davalarda, kimlik bilgilerinde düzeltme yapılması istenen tapu maliki ile ilgili araştırmada mülkiyet nakline neden olunmaması için, taraf delilleri dışında gerekli görülen hususlarda re’sen araştırma yapılması gerekmektedir. Ayrıca, bu davaların sonucunda verilen kararlar kesin hüküm sayılmamaktadır. Kararın haksız veya hatalı görülmesi halinde ileri sürülen delillere göre yeniden düzeltme talebinde bulunulabilmesi, hükmün değiştirilebilmesi mümkündür. Bunların yanında, uygulamada davanın kabulüne karar verilmesi halinde dahi yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmakta, Tapu Sicil Müdürlüğü yargılama giderlerinden ve vekalet ücretinden sorumlu tutulmamaktadır.
Bütün bu değerlendirmelere göre; tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi davaları da 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 382. maddesinde belirtilen çekişmesiz yargı işlerinden sayılmalıdır. Kaldı ki, 382. maddenin 2-ç/1 fıkrasında “Taşınmaz üzerinde taraf oluşturulmasına ve hak ihlaline sebebiyet vermeyecek düzeltmelerin yapılması” çekişmesiz yargı işi sayılmış olup, niteliği itibariyle tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi davalarından başka bu tarife uyacak bir dava türü de bulunmamaktadır.
Halen yürürlükte bulunan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 383. maddesine göre de, çekişmesiz yargı işlerinde görevli mahkeme, aksine bir düzenleme bulunmadığı sürece sulh hukuk mahkemeleridir. Bu itibarla, çekişmesiz yargı işi olan tapu kayıtlarında kimlik bilgilerinin düzeltilmesi davalarına sulh hukuk mahkemelerince bakılması gerekir.
Anılan yasanın 114/1-c ve 115. maddeleri gereğince, görev dava şartlarından olup mahkeme, dava şartlarının mevcut olup olmadığını davanın her aşamasında kendiliğinden araştırmalıdır. Bu tür davaların asliye hukuk mahkemesinde görülmesi mümkün olmadığından, mahkemece davanın esastan sonuçlandırılması gerekir. Bu sebeple sulh hukuk mahkemesince verilen görevsizlik kararının bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin temyiz isteminin kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatıranlara iadesine, 12.03.2012 tarihinde oybirliği ile karar verildi
T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 2014/7135
K. 2014/8359
T. 22.4.2014

• TAPU KAYDINA YANLIŞ YAZILAN KİMLİK BİLGİLERİNİN DÜZELTİLMESİ İSTEMİ ( Davacının Öncelikle İlgili Tapu Müdürlüğüne Başvurması Gerektiği – Yasal Prosedür İzlenmeden Doğrudan Dava Açıldığı/Davanın Usulden Reddedilmesi Gerektiği )
• TAPUDA İSİM TASHİHİ DAVASI ( Tapu Sicil Tüzüğünün Yürürlüğe Girdiği Tarihten Sonraki Başvurularda Davacının Öncelikle İlgili Tapu Müdürlüğüne Başvuracağı – Yasal Prosedür İzlenmeden Doğrudan Dava Açıldığı/Davanın Usulden Reddedileceği )
• TAPUDAKİ İSİM TASHİHİ İÇİN DOĞRUDAN MAHKEMEYE BAŞVURULMASI ( Davacının Öncelikle İlgili Tapu Müdürlüğüne Başvurması Gerektiği – Yasal Prosedür İzlenmeden Doğrudan Dava Açılamayacağı/Davanın Usulden Reddedilmesi Gerektiği )
4721/m.*702,*1027
6100/m.*12,*382/ç-1
Tapu Sicil Tüzüğü/m. 26, 72, 74, 75

ÖZET :*Dava, tapu kaydına yanlış yazılan kimlik bilgilerinin düzeltilmesi isteğine ilişkindir.
Tapu Sicil Tüzüğünün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdiği 17.8.2013 tarihinden sonra, davacının, mahkemeye müracaat etmeden, öncelikle ilgili tapu müdürlüğüne başvurması, eğer bu talebinde istediği sonucu alamazsa daha sonra mahkemeye başvurması gerekir. Davacı öncelikle tapu müdürlüğüne başvurma zorunluluğu getiren yasal prosedür izlenmeden doğrudan dava açtığından, davanın usulden reddine karar verilmesi gerekir.

DAVA :*Taraflar arasında görülen tapu kaydında düzeltim davası sonunda, yerel mahkemece davanın, kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalı tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi Murat Ataker’in raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR :*Dava, tapu kaydına yanlış yazılan kimlik bilgilerinin düzeltilmesi isteğine ilişkin olup 31.10.2013 tarihinde açılmış, mahkemece esastan karar verilmiştir.
Taşınmazların, kadastro tespiti ya da tapuya tescili sırasında mülkiyet hakkı sahibinin adı, soyadı, baba adı gibi kimlik bilgilerinin kayda eksik ya da hatalı işlenmesi, kayıt düzeltme taleplerinin kaynağını oluşturur. Bu tür taleplerde kimlik bilgileri düzeltilirken, taşınmaz malikinin değişmemesi, diğer bir anlatımla mülkiyet aktarımına neden olunmaması gerekir.
Bu talepler, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun ( TMK’nin ) 1027. maddesi gereğince mahkemeye yapılırsa, 6100 sayılı HMK’nin 382/ç-1 maddesi gereğince çekişmesiz yargı usulüne göre sulh hukuk mahkemesinde ve taşınmazın aynına ilişkin bulunduğundan, aynı Kanunun 12. maddesi uyarınca taşınmazın bulunduğu yer mahkemesinde görülür.
Bunun yanı sıra, 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe giren TMK’nin 702. maddesinin son fıkrası gereğince ortaklardan her birinin topluluğa giren hakların korunmasını sağlayabileceği ve bu korumadan bütün ortakların yararlanabileceği öngörüldüğünden elbirliği mülkiyetinde, ortaklardan her hangi biri de tek başına tapuda murisin kimlik bilgileri ilgili olarak düzeltme isteyebilir.
Bununla birlikte, Bakanlar Kurulunun 22.7.2013 tarihli ve 2013/5150 sayılı kararı ile kabul edilen, 17.8.2013 tarihli ve 28738 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren yeni Tapu Sicil Tüzüğünün 28. maddesinde, kütük sayfası malik sütununda malikin adı ve soyadı, baba adı ile edinme nedeni, tarih ve yevmiye numarasının yazılacağı, tüzel kişilerin unvanlarının tam olarak yazılacağı ve paylı mülkiyette pay miktarı; paydaşların adı, soyadı ve baba adından sonraki kısımda, kesirli olarak gösterileceği ifade edilmiştir.
Aynı Tüzüğün 72. maddesinde, “Tapu sicilinde değişikliğin, hak sahibinin istemine ya da yetkili makam veya mahkeme kararına istinaden yapılabileceği” 74. maddesinde ise “Kütük, yevmiye defteri ve yardımcı sicillerde, belgelere aykırı basit yazım hatası yapıldığının tespit edilmesi hâlinde, müdür tarafından nedeni düzeltmeler sicilinde açıklanarak, re’sen düzeltme yapılacağı, istem belgesinde yapılan yanlışlık veya eksiklik düzeltilerek, belgenin uygun bir yerine yazılmak suretiyle taraflar ve tapu görevlilerince imzalanacağı ve sicilde buna uygun düzeltme yapılacağı, ana veya yardımcı siciller üzerinde yapılmış hata veya eksikliklerin, ilgililerce sunulan veya başka idarelerce düzenlenen belgelerden kaynaklanması hâlinde, ilgililerin gerçek durumu kanıtlayıcı belgelere dayalı başvuruları üzerine, istem, yevmiye defterine kaydedilerek gerekli düzeltme yapılacağı, kütük, yevmiye defteri ve yardımcı sicillerde, belgelere aykırı tescil veya esaslı yazım hatasının düzeltilebilmesi için ilgililerin yazılı olurunun alınması gerektiği, ilgililerden birisinin yazılı oluru olmazsa, bu durum beyanlar sütununda belirtilerek, 26.9.2011 tarih ve 659 sayılı Kanun Hükmünde Kararname hükümlerine göre işlem yapılacağı, yapılacak düzeltmeler hatalı yazımdan sonra hak sahibi olmuş kişilerin hakkını etkileyici nitelikte ise, bu hak sahiplerinin de yazılı olurlarının aranacağı, müdürlüğün ilgililerin bilgisi dışında yaptığı işlemleri tebliğ etmekle yükümlü” olduğu açıklanmıştır.
Tapu Sicil Tüzüğünün 75. maddesine göre, “Kadastro çalışmalarından kaynaklanan malikin veya hak sahibinin adı, soyadı ve baba adına ilişkin tapu kütüğündeki yazım hataları ilgilisinin başvurusu üzerine;
( 1 ) a ) Senetsizden tespitlerde; nüfus kayıt örneği ve taşınmazın bulunduğu belediye veya muhtarlıktan alınacak fotoğraflı ilmühaber,

b ) Kayda dayalı tespitlerde; dayanağı kayıt ve belgeler, incelenmek ve gerektiğinde tanık ve varsa tespit bilirkişileri dinlemek ve zeminde inceleme yapmak suretiyle istemin gerçek hak sahibinden geldiği belirlenirse, istemin yevmiye defterine kaydedilerek, düzeltileceği;

( 2 ) Zeminde incelemenin, kadastro müdürlüğü teknik personeli ile birlikte yapılacağı ve inceleme neticesinde teknik rapor düzenleneceği, zeminde incelemede, komşu parsel malikleri, muhtar ve diğer ilgililer dinleneceği; vergi kaydı ve diğer her türlü bilgi ve belgeden yararlanılacağı,

( 3 ) Tapu sicilindeki bilgilerin güncellenmesi ve eksikliklerin giderilmesinde de yukarıdaki fıkraların uygulanacağı ve

( 4 ) Bu madde hükümleri uyarınca kayıt düzeltmeleri için müdürlüklere başvuru yapılmasının zorunlu olduğu”, belirtilmektedir.

Yine aynı Tüzüğün 26. maddesine göre ise mevzuat ve bu Tüzükte yer alan hükümlere uygun olmayan ve 4721 sayılı Kanunun*1011*inci maddesine göre geçici tescil şerhine de imkân bulunmayan istemlerin geciktirilmeden, gerekçesi, itiraz yeri ve süresi de belirtilmek suretiyle reddedileceği, ret kararının, istem sahibine elden veya 11.2.1959 tarih ve 7201 sayılı Tebligat Kanunu hükümlerine göre tebliğ edileceği ve ret kararına, tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde müdürlüğün bağlı bulunduğu bölge müdürlüğüne, bölge müdürlüğünün kararına karşı da tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde Genel Müdürlüğe itiraz edilebileceği belirtilmektedir.
Yukarıda açıklanan yeni Tapu Sicil Tüzüğü hükümleri ve özelikle 75. maddesi nazara alındığında, tapu müdürlüklerine oldukça geniş yetkiler verilerek tapudaki hataların daha kısa bir sürede, idari yoldan düzeltilmesine imkân verildiği görülmektedir. Yine bu maddenin son fıkrasında ise “Bu madde hükümleri uyarınca kayıt düzeltmeleri için müdürlüklere başvuru yapılması zorunludur.” hükmü bulunmaktadır.
Bu hüküm hak arama özgürlüğünü kısıtlamamakta, aksine hak arayanlara haklarını çok daha kısa bir sürede, kolay, ucuz ve basit bir şekilde elde etme imkânı vermektedir. Hal böyle olunca, bu imkânın öncelikle tüketilmesi ve bu yolla bir sonuç alınamaması durumunda ilgilinin 4721 sayılı Türk Medeni Kanunun*1027. maddesi gereğince mahkemeye başvurması zorunluluğu bulunmaktadır

Bu nedenle, yeni Tapu Sicil Tüzüğünün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdiği 17.8.2013 tarihinden sonra, davacının, mahkemeye müracaat etmeden, öncelikle ilgili tapu müdürlüğüne yukarıda açıklanan prosedüre uygun şekilde başvurması, eğer bu talebinde istediği sonucu alamazsa daha sonra mahkemeye başvurması gerekir.

Hal böyle olunca, Tapu Sicil Tüzüğü gereğince davacının öncelikle tapu müdürlüğüne başvurma zorunluluğu getiren yasal prosedür izlenmeden doğrudan dava açtığından, davanın usulden reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmesi hatalı olmuştur.

SONUÇ :*İlgili Tapu Müdürlüğü vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle ( 6100 sayılı Yasanın geçici*3.maddesi yollaması ile ) 1086 sayılı HUMK’nun428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 22.04.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.