29 Ağustos

Yıllık izinlerinin kullanıldığı iddiası-ispat yükü

Yıllık izinlerinin kullanıldığı iddiası-ispat yükü 

İşveren işçinin yıllık izinlerini kullandığına ilişkin iddiasında ispat yükü işverende olup, bu da ancak işçinin imzasını taşıyan izin defteri ile ispatlanabilir. Yıllık izin tek seferde kullanılmalıdır. Parça parça kullanılan izinler yıllık izin yerine geçmeyecektir.İlerde kabul edilme durumunda mazeret izni olarak kabulü gerekebilir.İzin ücretinde zamanaşımı 5 yıl olup, bu süre iş akdinin bittiği tarihte başlar. İşçinin kullandığı izinleri, izin defteri ile ispatlayamayan işverenler uzun süreli iş akitlerinde ,işçinin kötüniyeti halinde, ciddi bir izin ücreti ile karşılaşmaktadır.Örneğin 20 yıllık bir iş sözleşmesinde işçinin 20 yıldır izin kullanmadığını iddiası karşısında işverenin tek şansı izin defteridir. Aksi halde 20 yıllık izin kullanılmamış gibi sonuçlar doğmaktadır.

29 Ağustos

İmzalı bordronun da artık gerçek ücreti yansıttığını ispata yetmediği

İşçinin İmzaladığı bordronun gerçek ücreti yansıttığı kabul edilebilir mi ?

Yargıtay son kararlarında daha önce itibar ettiği “imzalı bordrolara” da artık itibar etmediğini  “işçinin kıdem,meslek ünvanı,fiilen yaptığı iş,işyerinin özellikleri ve emsal işçilere ödenen ücretler gibi hususlar dikkate alındığında, imzalı bordroların gerçeği yansıtmadığı şüphesi ortaya çıktığında bu konuda tanık beyanları gözetilmeli ve işçinin meslekte geçirdiği süre,işyerinde çalıştığı tarihler,meslek ünvanı ve fiilen yaptığı iş bildirilerle,ilgili işçi ve işveren kuruluşlarından araştırılması” gerektiğini ifade etmektedir.

Mevcut durum karşısında artık bordrolarda işçin imzasının olması, işçinin bordroda yazılı ücreti aldığı yönündeki ispat gücünü kaybetmiştir. Örneğini Yargıtay.9.H.D. 2008/3843-2009/15639 , 04.06.2009, sayılı kararında ;

Ücret araştırması, işçinin kıdem,meslek ünvanı,fiilen yaptığı iş,işyerinin özellikleri ve emsal işçilere ödenen ücretler gibi hususlar dikkate alındığında imzalı bordroların gerçeği yansıtmadığı şüphesi ortaya çıktığında bu konuda tanık beyanları gözetilmeli ve işçinin meslekte geçirdiği süre,işyerinde çalıştığı tarihler,meslek ünvanı ve fiilen yaptığı iş bildirilerle,ilgili işçi ve işveren kuruluşlarından araştırılmalıdır. (Yarg.9.H.D. 2008/3843-2009/15639 , 04.06.2009, İst.Barosu der.sayı: 2010/5)

29 Ağustos

T.C

YARGITAY

9.HUKUK DAİRESİ

 

Esas No:  2007/6468

Karar No: 2007/16058

Tarihi:      21.05.2007

 

İŞÇİNİN DAVRANIŞLARININ İŞYERİNDE OLUMSUZLUKLARA YOL AÇMASI

 GEÇERLİ ANCAK HAKSIZ FESİH

 

ÖZETİ: Dosya içeriğine göre davacıya üç hafta içinde bitirilmesi gereken bir proje verildiği, davacının projeyi süresinde bitirmek için uyarılara rağmen gerekli çabayı göstermemesi üzerine yerine başka bir personelin görevlendirildiği, bu nedenle projenin bir hafta geç bitirilip iş sahibine teslim edildiği, daha sonra davacının yabancı dil öğrenmek için Amerika’ya gideceğini belirterek ücretsiz izin talebinde bulunduğu, ücretsiz izin isteği kabul görmeyince tazminatlarının ödenerek iş sözleşmesinin feshedilmesini istediği, bu isteğinin de kabul edilmemesi üzerine doktordan 12 günlük istirahat aldığı dosyadaki bilgi ve belgelerden anlaşılmaktadır. Davacının söz konusu davranışları işyerinde olumsuzluklara yol açmış olup, haklı neden ağırlığında değilse de, fesih için geçerli neden teşkil ettiğinden işe iade isteğinin reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçe ile kabulü hatalı olmuştur.

 

DAVA: Davacı, feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkeme, isteği kısmen hüküm altına almıştır.

Hüküm süresi içinde davalı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Davacı işçi, iş sözleşmesinin geçerli neden olmadan işverence feshedildiğini ileri sürerek feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini, işe başlatılmama halinde ödenmesi gereken tazminat ile boşta geçen süre ücretinin belirlenmesini istemiştir.

Davalı işveren, davacının çalıştığı projeye 12.5.2006 da başlandığı ve 2.6.2006 tarihinde müşteriye teslim edilmesi planlandığı halde, 22.5.2006 tarihinde davacının ücretsiz izin talebinde bulunduğunu, iş durumu nedeniyle izin verilemeyeceğinin kendisine bildirildiğini, davacının ödevinin zorunlu sonucu olan görevini yerine getirmemesinden dolayı kusurun davacıdan kaynaklandığını, iş sözleşmesinin haklı nedenle feshedildiğini belirterek davanın reddine karar verilmesi gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece davalı işveren tarafından fesih bildiriminde belirtilen nedenlerin kanıtlanmadığı gerekçesi ile davacının işe iade isteğinin kabulüne karar verilmiştir.

Dosya içeriğine göre davacıya üç hafta içinde bitirilmesi gereken bir proje verildiği, davacının projeyi süresinde bitirmek için uyanlara rağmen gerekli çabayı göstermemesi üzerine yerine başka bir personelin görevlendirildiği, bu nedenle projenin bir hafta geç bitirilip iş sahibine teslim edildiği, daha sonra davacının yabancı dil öğrenmek için Amerika’ya gideceğini belirterek ücretsiz izin talebinde bulunduğu, ücretsiz izin isteği kabul görmeyince tazminatlarının ödenerek iş sözleşmesinin feshedilmesini istediği, bu isteğinin de kabul edilmemesi üzerine doktordan 12 günlük istirahat aldığı dosyadaki bilgi ve belgelerden anlaşılmaktadır. Davacının söz konusu davranışları işyerinde olumsuzluklara yol açmış olup, haklı neden ağırlığında değilse de, fesih için geçerli neden teşkil ettiğinden işe iade isteğinin reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçe ile kabulü hatalı olmuştur.

Belirtilen nedenlerle, 4857 sayılı İş Kanunun 20.maddesinin 3.fıkrası uyarınca, hükmün bozulmak suretiyle ortadan kaldırılması ve aşağıdaki gibi karar verilmesi gerekmiştir.

HÜKÜM : Yukarıda belirtilen nedenlerle;

l-) Kadıköy l. İşMahkemesinin 14.12.2006 gün ve 939-744 sayılı kararının bozularak ortadan kaldırılmasına.

2-) Davanın REDDİNE,

3-) Harç peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına,

4-) Davacının yapmış olduğu yargılama giderinin üzerinde bırakılmasına, davalının yaptığı(20) YTL yargılama giderinin davacıdan tahsili ile davalıya ödenmesine,

5-) Karartarihinde yürürlükte bulunan tarifeye göre 450.- YTL ücreti vekaletin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,

6-)Peşin  alınan  temyiz  harcının  isteği  halinde davalıya  iadesine,  kesin  olarak 21.5.2007 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

29 Ağustos

Geçerli fesih,haklı fesih

T.C.

YARGITAY

9. HUKUK DAİRESİ                                                                             

 Esas No:  2005/424

Karar No: 2005/3763

Tarihi:      10.02.2005    

 GEÇERLİ FESİH HAKLI FESİH AYRIMI

E-MAİLLE UYGUNSUZ MESAJ GÖNDERME

GEÇERLİ FESİH

 

ÖZETİ: Geçerli sebepler İş Kanunu’nun 25. maddesinde belirtilen derhal fesih için öngörülen sebepler niteliğinde olmamakla birlikte, işçinin ve işyerinin normal işleyişini olumsuz etkileyen hallerdir. İşçinin yeterliliğinden veya davranışlarından kaynaklanan sebepler ancak işyerinde olumsuzluklara yol açması halinde fesih için geçerli sebep olabilirler. İş ilişkisinin sürdürülmesinin işveren açısından önemli ve makul ölçüler içinde beklenemeyeceği durumlarda, feshin geçerli sebeplere dayandığı kabul edilmelidir.

Davacının mesai saati içinde işvereni muhatap alan uygunsuz ifadeler içeren e-maili müdürünün bilgisayarına gönderdiği, akabinde okunmasını önlemek maksadı ile ilgili müdürün masasına giderek izin almaksızın gönderdiği e-maili sildiği, davacının bu davranışı haklı nedenle fesih için yeterli değilse de; iş akışını olumsuz etkileyen bir davranış olarak kabul edilmesi gerektiğinden, geçerli fesih şartlarının oluştuğu anlaşılmıştır.

 

DAVACI: Davacı, işe iadesine karar verilmesini istemiştir.

Yerel mahkeme, isteği kabul etmiştir.

Hüküm süresi içinde davalı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Davacı işçi, iş sözleşmesinin geçerli sebep olmadan feshedildiğini ileri sürerek feshin geçersizliği ile işe iadesine ve buna bağlı tazminat ile boşta geçen süre ücretinin hüküm altına alınması isteğinde bulunmuştur.

Davalı işveren davacının izin almadan müdürünün masasındaki bilgisayardan gönderdiği e-maili sildiği davacının bu e-mail ile banka yönetim kurulu üyelerine hakaret içeren ifade kullandığını belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece gönderilen e-mailin içeriğinin muhatabına ulaşmadan davacı tarafından silindiği anlaşıldığından e-mail içeriğinden amirine veya yöneticilerine hakaret içeren sözler sarf edildiğinin ispat edilmediği gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.

Hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.

4857 Sayılı İş Kanunu’nun 18. maddesinde iş sözleşmesinin işveren tarafından işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından kaynaklanan geçerli bir sebebe dayanılarak feshedilebileceği düzenlenmiştir. Söz konusu geçerli sebepler İş Kanunu’nun 25. maddesinde belirtilen derhal fesih için öngörülen sebepler niteliğinde olmamakla birlikte, işçinin ve işyerinin normal işleyişini olumsuz etkileyen hallerdir. İşçinin yeterliliğinden veya davranışlarından kaynaklanan sebepler ancak işyerinde olumsuzluklara yol açması halinde fesih için geçerli sebep olabilirler. İş ilişkisinin sürdürülmesinin işveren açısından önemli ve makul ölçüler içinde beklenemeyeceği durumlarda, feshin geçerli sebeplere dayandığı kabul edilmelidir.

Dosyadaki bilgi ve belgelere göre davacının mesai saati içinde işvereni muhatap alan uygunsuz ifadeler içeren e-maili müdürünün bilgisayarına gönderdiği, akabinde okunmasını önlemek maksadı ile ilgili müdürün masasına giderek izin almaksızın gönderdiği e-maili sildiği, davacının bu davranışı haklı nedenle fesih için yeterli değilse de; iş akışını olumsuz etkileyen bir davranış olarak kabul edilmesi gerektiğinden, geçerli fesih şartlarının oluştuğu anlaşılmıştır. Bu durumda davanın reddi gerekirken kabulü hatalı olup kararın bozularak ortadan kaldırılarak 4857 Sayılı İş Kanunun 20/3. maddesi uyarınca Dairemizce aşağıdaki şekilde hüküm kurmak gerekmiştir.

HÜKÜM: Yukarda açıklanan gerekçe ile;

l-) İstanbul 4. İş Mahkemesinin 25.11.2004 tarih ve 459/1010 sayılı kararının BOZULARAK ORTADAN KALDIRILMASINA,

2-) Davanın REDDİNE,

3-) Harç peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına,

4-) Davacının yapmış olduğu yargılama giderinin üzerinde bırakılmasına, davalının yaptığı 20.00 YTL. yargılama giderinin davacıdan tahsili ile davalıya ödenmesine,

5-) Karar tarihinde yürürlükte bulunan tarifeye göre 350 YTL ücreti vekaletin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,

6-) Peşin alınan temyiz harcının isteği halinde davalıya iadesine, Kesin olarak 10.2.2005 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

29 Ağustos

Ölüm halinde mal rejiminin tasfiyesi – miras payı

 

T.C. YARGITAY

8.Hukuk Dairesi
Esas: 2011/1293
Karar: 2011/1521
Karar Tarihi: 11.03.2011

İTİRAZIN İPTALİ DAVASI – ÖNCELİKLE TEREKEYE AİT BORCUN SAĞ EŞE ÖDENMESİ – KALAN MİKTAR ÜZERİNDEN SAĞ EŞİN MİRAS PAYININ BELİRLENEREK HEM MAL REJİMİNİN TASFİYESİNDEN HEM DE MİRAS PAYINDAN KAYNAKLANAN ALACAK MİKTARLARININ BELİRLENEREK KARAR VERİLMESİ GEREĞİ

ÖZET: Olayda sağ eşinin mal rejiminin tasfiyesinden kaynaklanan alacak hakkı terekeye ait ödenmesi gereken borçtur. Buna göre; öncelikle terekeye ait bu borcun sağ eşe ödenmesi, daha sonra kalan miktar üzerinden yine sağ eşin TMK.’nın 499. maddesine göre oluşan miras payının belirlenerek hem mal rejiminin tasfiyesinden, hem de miras payından kaynaklanan alacak miktarlarının toplamı belirlenerek davacının isteği hakkında bir karar verilmesi gerekirken; davacının miras hakkı göz ardı edilerek, sadece davacı sağ eşin katılma alacağının göz önünde bulundurulup yazılı miktara hükmedilmesi doğru görülmemiştir.

(1086 S. K. m. 76) (4721 S. K. m. 202, 225, 231, 236, 499) (2004 S. K. m. 67)

Dava ve Karar: M. ile A. aralarındaki itirazın iptali davasının kısmen kabulüne ve kısmen reddine dair Hatay Aile Mahkemesi’nden verilen 06.04.2010 gün ve 1037/410 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili ve davacı vekili taraflarından süresinde istenilmiş olmakla dosya incelendi, gereği düşünüldü:

Davacı M. vekili, A.’ın vekil edeninin eşi iken ölümü ile davacı ile davalıyı mirasçı bıraktığını, evlilik birliği içinde edinilerek K… bank A… şubesinde muhafaza edilen para üzerinde davacının 30.838,67 TL katılma alacağının ve miras hakkının bulunduğunu, ölümünden sonra söz konusu banka hesabından 12.365 TL’nin çekildiğini, daha 18.473,67 TL alacağının kaldığını, bu alacağı için icra takibinin başlatıldığını, ancak davalının itiraz etmesi üzerine takibin durduğunu ileri sürerek itirazın iptaline ve %40 icra inkar tazminatına hükmedilmesine karar verilmesini istemiştir.

Davalı A. vekili, dava konusu paranın miras bırakan babası A.’ın kendi miras bırakanlarından kalan para olup kişisel malı olduğunu, davacının itiraz ileri sürmeden kendi miras payına karşılık gelen miktarı bankadan çektiğini, kalan para üzerinde davasının mal rejiminden ve miras hukukundan kaynaklanan alacak hakkının bulunmadığını belirterek davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.

Mahkemece, A.’ın ölüm tarihi itibariyle bankada bulunan paranın 47.005,93 TL olduğu, bunun 199,65 TL’sinin 01.01.2002 tarihi öncesi yatırılmış olması nedeniyle kişisel malı olduğu, kalan 46.806,28 TL’nin aksi kanıtlanamadığı için edinilmiş mal olarak kabulünün gerektiği, bu malın yarısı olan 23.403,14 TL’nin sağ eş davacının katılma alacağı olduğu, bunun 12.365 TL’sinin önceden davacı tarafından banka hesabından çekildiğinden davanın kısmen kabulüyle kalan katılma alacağı olan 11.038,14 TL’ye ilişkin icra takibinin devamına, icra takip tarihinden itibaren kanuni faiz uygulatılmasına, fazlaya ve icra inkar tazminatına ilişkin talebin reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, her iki taraf vekilleri tarafından ayrı ayrı temyiz edilmiştir.

HUMK.’nın 76. maddesi hükmüne göre, davanın esası olan maddi olayların ileri sürülmesi taraflara, bunların nitelendirilmesi ve uygulanacak kanun maddesini belirlemek hakime aittir. Hakim tarafların yargılama oturumlarında ve dilekçesinde kullandıkları sözcükler ve nitelendirme ile bağlı değildir. Mahkemece, dilekçenin içeriğine göre davacının isteğini ve amacını belirleyip uyuşmazlığın ona göre çözüme kavuşturulması gerekir. Bu açıklamalara göre, davacı mal rejiminin tasfiyesinden doğan alacak ile miras hakkından kaynaklanan alacağının tahsili amacıyla başlattığı icra takibine davalının yaptığı itirazın iptaline ve icra takibinin devamına karar verilmesini istemiştir.

Taraflar 02.08.1986 tarihinde evlenmişler, A.’ın 14.08.2004 tarihinde ölümü ile mal rejimi sona ermiştir (TMK.’nın 225/1. m.). Eşler arasında sözleşmeyle başka mal rejimi seçilmediğinden 01.01.2002 tarihine kadar 743 sayılı TMK.’nın 170. maddesi uyarınca <mal ayrılığı> bu tarihten ölüm tarihine kadar ise 4721 sayılı TMK.’nın 202. maddesi uyarınca <edinilmiş mallara katılma> rejimi geçerlidir. Dosya içeriğine, banka, tapu ve nüfus kayıtlarına, bilirkişi raporuna, Hatay Aile Mahkemesi’nin 2008/384 E. 2008/643 K. sayılı dava dosyasına ve tanık anlatımlarına göre; mal rejiminin sona erdiği A.’ın ölüm tarihinde banka hesabında bulunan 47.005,93 TL’nin 46.806,28 TL’sinin eşler arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu dönemde ölen eş adına bankaya yatırılan edinilmiş mal olduğu, söz konusu paranın kişisel mal olduğu ileri sürülmüşse de davalı tarafça kanıtlanamadığı (TMK.’nın 222/3. m.), bu miktar üzerinde sağ eş davasının 1/2 oranda katılma alacağının bulunduğu (TMK.’nın 231, 236/1. m.) sabittir. Sağ eşinin, mal rejiminin tasfiyesinden kaynaklanan alacak hakkı terekeye ait borç olup, bu borç çıktıktan sonra ölen eş A. üzerinde kalan diğer yarı pay mirasçılar arasında miras hukuku hükümlerine göre paylaştırılır. Sağ eş davacının ölen eş A. üzerinde kalan diğer yarı pay üzerinde de miras hakkı bulunmaktadır. Bu açıklamalar doğrultusunda; davalı vekilinin tüm, davacı vekilinin ise aşağıda belirtilenlerin dışındaki diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.

Davacı M. vekilinin diğer temyiz itirazlarına gelince; az yukarıda açıklandığı gibi, sağ eşinin mal rejiminin tasfiyesinden kaynaklanan alacak hakkı terekeye ait ödenmesi gereken borçtur. Buna göre; öncelikle terekeye ait bu borcun sağ eşe ödenmesi, daha sonra kalan miktar üzerinden yine sağ eşin TMK.’nın 499. maddesine göre oluşan miras payının belirlenerek hem mal rejiminin tasfiyesinden, hem de miras payından kaynaklanan alacak miktarlarının toplamı belirlenerek davacının isteği hakkında bir karar verilmesi gerekirken; davacının miras hakkı göz ardı edilerek, sadece davacı sağ eşin katılma alacağının göz önünde bulundurulup yazılı miktara hükmedilmesi doğru görülmemiştir.

Yukarıda açıklanan gerekçeler nedeniyle davacı M. vekilinin yerinde görülen temyiz itirazlarının kabulüyle usul ve kanuna aykırı bulunan yerel mahkeme hükmünün açıklanan bölümünün HUMK.’nın 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA ve peşin harcın istek halinde temyiz edenlere ayrı ayrı iadesine 17.03.2011 tarihinde oybirliği ile karar verildi.(¤¤)

Sinerji Mevzuat ve İçtihat Programı

 

29 Ağustos

Sigortalının alkollu araç kullanması sebebiyle rücu davası

T.C

Yargıtay

Hukuk Genel kurulu

11.05.2011 T. E:2011/17-182, K:2011/294

Taraflar arasındaki “rücuan tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Antalya 1. Asliye Ticaret Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 17.04.2009 gün ve 2007/593 E., 2009/189 K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 17. Hukuk Dairesinin 14.12.2009 gün ve 2009/5576 E., 2009/8369 K. sayılı ilamı ile;

(…Davacı vekili dava dilekçesinde, davalının maliki olduğu, müvekkiline trafik sigortalı aracın 14.6.2006 tarihinde karıştığı trafik kazası nedeniyle, kazada hasar gören üçüncü şahsa tazminat ödemesi yapıldığını, sigortalı aracın alkollü kullanılması nedeni ile rücu hakları bulunduğunu ileri sürerek, 6.989,43 TL’nin ödeme tarihinden işleyecek avans faiziyle birlikte davalıdan tahsilini talep etmiştir.

Davalı vekili, kaza anında karşı tarafın alkollü olduğunu hatalı ödemenin kendilerinden talep edilemeyeceğini savunmuştur.

Mahkemece, davanın kısmen kabulü ile 5.750.TL’nın 24.5.2007 tarihinden işleyecek avans faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, taraf vekillerince temyiz edilmiştir.

1-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, davacı vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.

2-Davalı vekilinin temyiz incelemesine gelince;

Dava, trafik sigorta poliçesinden kaynaklanan rücuen tazminat istemine ilişkin olup, davacı Euroko Sigorta A.Ş. davalının trafik Sigortacısıdır.

Uyuşmazlık, trafik kazasının salt alkolün etkisiyle meydana gelip gelmediği, dolayısıyla hasarın trafik sigorta poliçesi teminatı kapsamında kalıp kalmadığı noktalarında toplanmaktadır.

2918 sayılı KTK’nun 48.maddesinde, alkollü içki alması nedeniyle sürekli sürme yeteneklerini kaybetmiş kişilerin karayolunda araç sürmelerinin yasak olduğu ifade edilmiştir.

Karayolları Trafik Yönetmeliği 97. maddesinde alkollü içki almış olması nedeniyle güvenli sürme yeteneğini kaybetmiş kişilerin karayolunda araç sürmelerinin yasak olduğu açıklandıktan sonra konu ile ilgili olan ‘b-2′ bendinde, alkollü içki almış olarak araç kullandığı tespit edilen araç sürücülerinden kandaki alkol miktarı 0.50 promil üstünde olanların araç kullanamayacakları açıklanmıştır.

Bununla birlikte ZMSS. Genel Şartlarının B.4.d maddesinin dayanağını teşkil eden KTK’nun 48. maddesinin yasaklamayı düzenleyen ilk fıkrasında alkollü içki almış kişilerin araç sürmeleri yasaklanmış olup aynı maddenin yönetmelik düzenlemesine olanak tanıyan ikinci fıkrasında yasaklama yetkisi yönetmeliğe bırakılmamıştır. Bu durumda Karayolları Trafik Yönetmeliği’nin 97/b-1 maddesinde yük ve yolcu taşımacılığı yapan sürücülerin alkollü içki kullanmış olarak bu araçları süremeyeceklerinin bildirilmesi ve yasada yer alan hükmü dikkate almadan yasak getirilmesi, yasal dayanağı olmadığından geçersiz bulmaktadır.

O halde, hasarın teminat dışı kalabilmesi için sürücünün sadece alkollü olması yetmeyip kazanın münhasıran alkolün etkisinde oluşması gerekmektedir. Üstelik, böyle bir durumda hasarın teminat dışı kaldığının ispat yükü TTK’nun 1281.maddesi hükmü gereğince sigortacıya düşmektedir.

Yargıtay’ın yerleşik uygulamalarında sürücünün aldığı alkol oranının doğrudan doğruya sonuca etkisi bulunmadığından, kazanın salt alkolün etkisiyle gerçekleşip gerçekleşmediğinin, alkol dışında başka unsurların da olayın meydana gelmesinde rol oynayıp oynamadığının saptanması gerektiği benimsenmektedir.(YHGK.23.10.2002 gün ve 2002/11-768-840;YHGK.7.4.2004 gün ve 2004/11-257- 212,YHGK.2.3.2005 gün ve 2005/11-81-18; YHGK 14.12.2005 gün ve 2005/11-624-713)

Kaza tespit tutanağında sigortalı araç sürücüsüne kavşaklarda geçiş önceliğine uymadığından asli, kazaya karışan dava dışı araç sürücüsüne kavşağa yaklaşırken hızını azaltmadığından tali kusur verilmiştir.

Mahkemece hükme esas alınan bilirkişi raporunda da, davalı araç sürücüsünün kırmızı fasılalı ışıkta kavşağa girmesi nedeniyle kazanın meydana gelmesinde %75 oranında, kazaya karışan dava dışı 07 GC 493 plakalı araç sürücüsünün sarı fasılalı ışıkta kavşağa girmesi nedeniyle %25 oranında kusurlu olduğu belirtildikten sonra kazanın sigortalı araç sürücüsünün münhasıran alkollü olmasından meydana geldiği ifade edilmiştir.

Kaza sırasında davalı taraf sürücüsünün 193 promil alkollü olduğu saptanmış ise de, yukarıda açıklanan ilkeler ışığında, sürücünün alkollü olması yanlız başına hasarın teminat dışı kalmasını gerektirmez. Kazanın salt alkolün etkisiyle oluşması ve kazanın meydana gelmesinde başka etmenlerin bulunmaması gerekir.

Dosya kapsamından ve bilirkişi raporlarından, davalı sürücüsünün tek başına kazaya sebebiyet vermediği, dava dışı sürücünün de ikinci derece (%25) kusurlu davranışı ile olaya katılımının bulunduğu dolayısıyla kazanın münhasıran alkolün etkisiyle meydana gelmediği anlaşılmaktadır.

Bu durumda mahkemece, rizikonun teminat kapsamında kaldığı kabul edilerek davanın reddine karar vermek gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.

3-Kabule göre de; dava konusu araçta meydana gelen gerçek zararın belirlenmesi gerekir. Bu nedenle, aracın hasar dosyası fotoğrafları ve diğer belgeler getirtildikten sonra aracın tamirinin ekonomik olup olmadığı, ekonomik ise, gerçek zararın tesbit edilmesi, ekonomik değilse kaza tarihdeki ikinci el satış değeri ile hurda değeri belirlenmesi için hasar uzmanı bilirkişi makine mühendisinden ayrıntılı ve gerekçeli rapor alınarak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile hüküm kurulması da isabetli değildir…)

gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN : Davalı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, zorunlu mali sorumluluk (ZMSS-trafik) sigorta poliçesinden kaynaklanan rücuen tazminat istemine ilişkindir.

Davacı sigorta şirketi vekili, ZMSS (trafik) sigortası poliçesi ile sigortaladıkları davalıya ait aracın karıştığı maddi hasarlı trafik kazası sonucu üçüncü kişiye ait araçta meydana gelen zarar nedeniyle anılan aracın sigorta şirketine hasar bedelinin ödendiğini, trafik kazasının oluşumunda sigortaladıkları araç sürücüsünün asli kusurlu ve alkolün etkisi altında olduğunu, tazminatın kaldırılmasını veya azaltılmasını gerektiren bu hal nedeniyle ödemede bulunan sigortacının tazminatın kaldırılmasını veya azaltılmasını sağlayabileceği oranda sigorta ettirene rücu imkanı bulunduğunu belirterek, üçüncü kişinin sigorta şirketine ödenen bedelin faizi ile birlikte davalı sigorta ettirenden ZMSS Genel Şartlarının B.4.d bendi uyarınca rücuan tahsilini talep etmiştir.

Davalı vekili, sigorta şirketi tarafından sürücülerin alkol raporları alınmadan ödeme yapılmasının davacı sigorta şirketinin hatası olduğunu, davacının hataen yaptığı ödemeyi rücuan talep edemeyeceğini belirterek davanın reddini istemiştir.

Yerel mahkemece, ZMSS Genel Şartlarının 4. maddesi uyarınca sigortacının rücu hakkının doğumu için alkolün aracı güvenli sürme yeteneğini kaybettirmesi gerektiği, ceza yargılamasında davacı şirket sigortalısı araç sürücüsünün olayın meydana gelmesinde %75 oranında asli kusurlu olduğu ve kazanın münhasıran alkolün etkisiyle gerçekleştiğinin belirlendiği gerekçesiyle sigortalayanın rücu tazminatından sorumlu olduğu belirtilerek davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.

Kararın davalı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulması üzerine yerel mahkemece, trafik sigortacısının Genel Şartların 4. maddesinde düzenlenen rücu hakkının doğumu, diğer bir ifade ile rizikonun teminat dışı kalması için kazanın değil, trafik sigortası poliçesi ile sigortalanan aracı kullanan sürücünün kusurunun münhasıran alkolün etkisi ile doğması gerektiği de vurgulanarak, direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Uyuşmazlık; sigortacının rücu hakkının doğumu için, sigortalı araç sürücüsünün kusurunun münhasıran alkolün etkisiyle meydana gelmesinin gerekip gerekmediği,noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümüne yönelik olarak, öncelikle konuya ilişkin yasal mevzuatın incelenmesinde yarar bulunmaktadır:

Bilindiği üzere, haksız eylem sonucu zarar gören kişilerin korunmalarını sağlamak için mevzuatımızda çeşitli alanlarda yaptırılması zorunlu sigorta türlerine yer verilmiştir.

Özel sigorta hukuku alanında sigorta sözleşmesi yapma zorunluluğunun amacı, bazı meslek ve faaliyetler sonucu ortaya çıkabilecek mal veya can zararlarının ödenmesini sağlayarak, toplumda bu çeşit risklere maruz kalan kişileri korumaktır (Karayalçın, Yaşar, Özel Sigorta Hukuku Açısından Ölüm Ve Cismani Zarar Riskleri, 1993, s:127).

Bu amaçla mevzuatımızda kabul edilen zorunlu sigorta türleri: Zorunlu Mali Sorumluluk (Trafik) Sigortası, Zorunlu Karayolu Yolcu Taşımacılık Mali Sorumluluk Sigortası, Karayolu Yolcu Taşımacılığı Zorunlu Koltuk Ferdi Kaza Sigortası, Tüpgaz Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası ve Tehlikeli Maddeler Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası’dır.

Bu kapsamda motorlu taşıt işletenin sorumluluğu bir tehlike sorumluluğu olup, 2918 sayılı Kanunun 85. maddesinde düzenlenmiştir.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun 85. maddesinin 17.10.1996 tarih ve 4199 sayılı Kanun ile yapılan değişikliğinde işletenin sorumluluğu ağırlaştırılırken, 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 91. maddesi ile Zorunlu Mali Sorumluluk (Trafik) Sigortası yaptırma zorunluluğu da getirilmiştir.

ZMSS ile ilgili hükümler 2918 sayılı Kanunun 91 ila 111. maddelerinde ve aynı Kanunun 93. maddesi hükmü uyarınca çıkarılan Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarında ayrıntılı olarak düzenlenmiştir.

2918 sayılı Kanunun 91. maddesine göre: “İşletenlerin, bu Kanunun 85. maddesinin birinci fıkrasına göre olan sorumluluklarının karşılanmasını sağlamak üzere mali sorumluluk sigortası yaptırmaları zorunludur.”

Yasanın 85/1. maddesine göre de, “Bir motorlu aracın işletilmesi bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına yahut bir şeyin zarara uğramasına sebep olursa, motorlu aracın bir teşebbüs unvanı veya işletme adı altında veya bu teşebbüs tarafından kesilen biletle işletilmesi halinde, motorlu aracın işleteni ve bağlı olduğu teşebbüs sahibi doğan zarardan müştereken ve müteselsilen sorumlu olurlar.”

Buna göre, motorlu bir aracın karayollarında işletilmesi sırasında, bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına neden olması halinde o aracı işletenin zarara uğrayan üçüncü kişilere karşı olan sorumluluğunu belli limitler dahilinde karşılamayı amaçlayan ve yasaca yapılması zorunlu kılınan sorumluluk sigortası türüne Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası (ZMSS) adı verilmektedir (Ulaş, Işıl, Uygulamalı Sigorta Hukuku Mal Ve Sorumluluk Sigortaları, Ekim-2002 3. Baskı, s:624).

Bu sigortanın amacı, trafik kazaları nedeniyle üçüncü kişilerin uğrayacakları zararların kolayca temin edilmesi ile zarardan sorumlu olan işletenin kaza riskine karşı ekonomik bakımdan korunmasıdır (Gökcan, H. Tahsin-Kaymaz, Seydi, KTK’na Göre Hukuki Sorumluluk, Tazminat-Sigorta Rücu Davaları Ve Trafik Suç Ve Kabahatleri, 2009 6. Baskı, s:391).

Trafik sigortası olarak da adlandırılan, Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası, 2918 sayılı Kanunun 91. maddesinde belirtildiği üzere işletenin üçüncü kişilere verdiği zararları karşılamak amacıyla oluşturulmuş bir zarar sigortası türüdür; yasanın 91/1. ve 85/1. maddeleri uyarınca, Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortasını yapan sigortacı işletenin sorumluluğunu üstlenmektedir.

Yasanın 85/Son maddesine göre, işleten, araç sürücüsünün veya aracın kullanılmasına katılan yardımcı kişilerin kusurundan kendi kusuru gibi sorumlu olduğundan, sigortacının sorumluluğunun zararın niteliği yönünden de işleten gibi değerlendirilmesi gerekmektedir.

Dava konusunu oluşturan trafik sigortasında sigortacının rücu hakkı KTK’nun 95/2. maddesinde genel olarak düzenlemeye tabi tutulmuş bulunmaktadır.

Bu düzenlemeye göre, anılan maddenin ilk fıkrasında belirtilen ve sigortacının tazminat yükümlülüğünün azaltılması ve kaldırılmasına ilişkin haller, sigortacı tarafından üçüncü kişilere karşı ileri sürülemeyeceğinden, sigortacı zarar görene ödeme yaptıktan sonra, sigorta sözleşmesine ve bu sözleşmeye ilişkin kanun hükümlerine göre, tazminatın kaldırılmasını ve indirilmesini sağlayabileceği oranda kendi sigorta ettirenine rücu edebilecektir.

Anılan düzenleme; sözleşme ve yasa gereği sigorta ettirene karşı def’i hakkı bulunan sigortacının, bu hakka dayanarak kendi âkidine dönmesini sağlamaktadır.

2918 sayılı Kanunda hangi hallerin sigortacının tazminat yükümlülüğünün kaldırılması veya tazminat miktarının azaltılması sonucunu doğuran durumlar olduğu sayılmış değildir. Bu husus sözleşme hükümlerine bırakılmış bulunmaktadır.

Nitekim, ZMSS Poliçesi Genel Şartlarının B.4 maddesinde bu husus “Zarar Görenlerin Haklarının Saklı Tutulması Ve Sigortacının İşletene Rücu Hakkı” başlığı altında ayrı bir düzenlemeye tabi tutulmuştur.

Buna göre;

a)Tazminatı gerektiren olay, işletenin veya eylemlerinden sorumlu olduğu kişilerin kasdi bir hareketi veya ağır kusuru sonucunda meydana gelmiş ise,

b)İşleten, yetkili makamlardan izin almaksızın düzenlenen bir yarış için Karayolları Trafik Kanunu uyarınca yapılması gereken özel bir sigortanın yapılmamış olduğunu biliyorsa veya gerekli özeni göstermesi halinde bilebilecek durumda ise,

c)Tazminatı gerektiren olay, aracın Karayolları Trafik Kanunu hükümlerine göre gereken ehliyetnameye sahip olmayan kimseler tarafından sevkedilmesi sonucunda meydana gelmiş ise,

d)Tazminatı gerektiren olay, işletenin veya eylemlerinden sorumlu olduğu kişilerin veya motorlu aracın hatır için karşılıksız olarak kendilerine verilen kişilerin uyuşturucu veya keyif verici maddeler almış olarak aracı sevk ve idare etmeleri esnasında meydana gelmiş veya olay, yukarıda sayılan kişilerin alkollü içki almış olmaları nedeniyle aracı güvenli sürme yeteneklerini kaybetmiş bulunmalarından ileri geliyorsa,

e)Tazminatı gerektiren olay, yolcu taşımaya ruhsatlı olmayan araçlarda yolcu taşınması veya yetkili makamlarca tesbit edilmiş olan istiab haddinden fazla yolcu veya yük taşınması veya patlayıcı, parlayıcı ve tehlikeli maddeleri taşıma ruhsatı bulunmayan araçlarda, bu maddelerin parlama, tutuşma ve infilakı yüzünden meydana gelmiş ise,

f)Sigorta ettirenin, rizikonun gerçekleşmesi halinde, B.1 maddesinde belirtilen (beş gün içinde ihbar, koruma ve kurtarma önlemleri alma, bilgi ve belgeleri gecikmeksizin verme, açılan davayı duyurma, başka sigorta sözleşmeleri varsa bunları bildirme) yükümlülüklerini yerine getirmemesinden dolayı zarar ve ziyan miktarında bir artış olursa,

g)Tazminatı gerektiren olayın aracın çalınması veya gaspedilmesi sonucunda olması halinde, çalınma veya gaspedilme olayında işletenin kendisinin veya eylemlerinden sorumlu olduğu kişilerin kusurlu olduğu tespit edilirse,

sigortacı, sigortacısına (işletene) karşı dönme (rücu) hakkını kullanabilecektir.

Genel şartlardaki bu düzenleme tarzı, maddenin yazımından da açıkça anlaşıldığı üzere, sınırlayıcı değil, sayıcı nitelikte bir açıklama hükmü olarak getirilmiştir.

Eldeki rücu davası da, sigorta ettirenin sözleşmeye aykırı davranışının varlığı iddiasına dayalı olarak açılmış, akdi ilişkiye dayanılmıştır.

Bu nedenledir ki, taraflar arasındaki akdi ilişki irdelenmelidir:

Somut olayda davacı Eureko Sigorta A.Ş. tarafından Karayolları Trafik Kanunu Zorunlu Mali Sorumluluk (Trafik) Sigorta poliçesiyle davalı Semra Özdemir’e ait 32 HV 411 plakalı aracın Karayolları Trafik Kanununun 91. maddesine tevfikan 11.05.2006-11.05.2007 tarihleri arası 365 gün süreyle sigorta kapsamına alındığı, akdi ilişkinin böylece kurulmuş olduğu poliçe kapsamından anlaşılmaktadır.

Eldeki davada, sigortalayanın sürücüsünün alkollü iken araç sürmesine dayanılmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümünde mevzuatımızda yer alan ve alkollü olarak araç kullanımına ilişkin düzenlemeler üzerinde de durulmalıdır:

Bilindiği üzere 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu (KTK) ‘nun 48. maddesinde; alkollü içki almış olması nedeniyle güvenli sürme yeteneklerini kaybetmiş kişilerin karayolunda araç sürmelerinin yasak olduğu ifade edilmiştir.

Karayolları Trafik Yönetmeliğinin “Uyuşturucu ve Keyif Verici Maddeler ile İçkilerin Etkisinde Araç Sürme Yasağı” başlıklı 97. maddesinde, alkollü içki almış olması nedeniyle güvenli sürme yeteneğini kaybetmiş kişilerin karayolunda araç sürmelerinin yasak olduğu açıklandıktan sonra, konu ile ilgili olan “b-2″ bendinde “Alkollü içki almış olarak kandaki alkol miktarına göre araç sürme yasağı” kenar başlığı altında; Alkollü içki almış olarak araç kullandığı tespit edilen diğer araç sürücülerinden kandaki alkol miktarı 0.50 promilin üstünde olanların araç kullanamayacakları açıklanmıştır.

Konuya ilişkin Karayolları Motorlu Taşıtlar Zorunlu Mali Sorumluluk (Trafik Sigortası) Genel Şartlarının B.4.d maddesinde ise tazminatı gerektiren olayın, işletenin veya eylemlerinden sorumlu olduğu kişilerin veya motorlu aracın hatır için karşılıksız olarak kendilerine verilen kişilerin alkollü içki almış olmaları nedeniyle aracı güvenli sürme yeteneklerini kaybetmiş bulunmalarından ileri geliyorsa ödemede bulunan sigortacının sigorta sözleşmesine ve bu sözleşmeye ilişkin kanun hükümlerine göre tazminatın kaldırılması veya azaltılmasını sağlayabileceği oranda sigorta ettirene rücu edebileceği açıklanmıştır.

Gerek KTK’nun 48. maddesinde gerekse taraflar arasındaki akdi ilişkinin koşullarını belirleyen Genel Şartlarda, alkollü araç kullanma halinde alınan alkolün güvenli araç sürme yeteneğini engellemesi halinde, sigortacıya kendi âkidine rücu hakkı tanınmıştır.

ZMSS poliçesi genel şartlarına göre riziko, işleten veya eylemlerinden sorumlu olduğu kişilerin veya motorlu aracın hatır için karşılıksız olarak kendilerine verilen kişilerin alkollü içki almış olmaları nedeniyle aracı güvenli sürme yeteneklerini kaybetmiş olmalarından ileri gelmiş ise, olaydan zarar görenlerin zararları limit çerçevesinde sigortacı tarafından karşılandıktan sonra kendi âkidi olan sigorta ettirene rücu edebilme hakkı tanınmış bulunmaktadır.

Maddenin açık düzenlemesi karşısında alkollü araç kullanma iddiasına dayalı rücu davası sigortacı tarafından kendi âkidi aleyhine açılmalıdır. Aksi halde davanın pasif dava ehliyeti bulunmadığı gerekçesi ile reddi gerekir. Poliçe Genel Şartlarının B.4 maddesinde “ödemede bulunan sigortacı, sigorta sözleşmesine ve bu sözleşmeye ilişkin kanun hükümlerine göre, tazminatın kaldırılmasını sağlayabileceği oranda sigorta ettirene rücu edebilir” hükmü mevcuttur. Şu halde sigortacı davayı ancak kendisiyle sözleşme yapan kişiye karşı açabilecektir.

Diğer bir anlatımla araç maliki olmakla birlikte sigorta ettiren olmayan kişi sözleşmenin tarafı olmadığından, âkdin tarafı olmayan araç malikine karşı Genel Şartların 4. maddesine dayanılarak rücuan tazminat davası açılabilmesi mümkün değildir.

Yukarıdaki açıklanan düzenlemelerden anlaşıldığı üzere; taraflar arasındaki Poliçenin Genel Şartlarına göre sigortacının rücu hakkının doğumu için kazanın salt (münhasıran) alkolün etkisiyle meydana gelmiş olması gerekmektedir; tek başına sürücünün alkollü olması sigortacıya rücu hakkı vermez. Aracı sürenin, alkolün tesiri altında olup, güvenli sürme yeteneğini kaybetmiş olması halinde, meydana gelen kazanın sürücünün alkollü oluşunun bir sonucu olması gerekir.

Başka bir anlatımla sürücü alkollü olsa da olmasa da kaza meydana gelecektiyse bu durum sigortacının sigortalıya rücu edebilmesi için yeterli bir neden değildir.

Bu kapsamda alkollü araç kullanma sebebiyle oluşan bir rizikoda sigorta tazminatı ödeyen sigortacı kendi sigortalısına rücu ederken TTK 1281. madde uyarınca böyle bir durumun varlığını ispat ile yükümlüdür.

Yargıtay’ın yerleşik uygulamalarında; sürücünün aldığı alkol oranının her zaman doğrudan doğruya sonuca etkisi bulunmadığından, mahkemece nöroloji uzmanı, hukukçu ve trafik konusunda uzman bilirkişilerden oluşan bilirkişi kurulu aracılığıyla, olayın salt alkolün etkisiyle gerçekleşip gerçekleşmediğinin, alkol dışında başka unsurların da olayın meydana gelmesinde rol oynayıp oynamadığının saptanması, sonuçta olayın tek başına alkolün etkisi ile meydana geldiğinin saptanması durumunda, oluşan hasarın poliçe teminatı dışında kalacağının kabulü gerekeceği ilkesi benimsenmektedir.

Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay ele alındığında:

Dosya kapsamına göre, davacıya trafik sigortası poliçesi ile sigortalı 32 HV 411 plaka sayılı Hidayet Özdemir yönetimindeki aracın 07 GC 493 plaka sayılı araca ana yoldan geçişini beklemeden kavşakta karşıdan karşıya geçerken yola çıkması nedeniyle çarptığı anlaşılmaktadır.

Alınan uzman bilirkişi raporunda, trafik sigortalı araç sürücüsü Hidayet Özdemir’in kavşaklarda geçiş önceliğine uymama kusurlu davranışında bulunarak kazanın meydana gelmesinde %75 oranında kusurlu olduğu ve 1.93 promil alkollü olup münhasıran alkolün etkisi altında bu kazayı yaptığı, 07 GC 493 plakalı araç sürücüsünün ise kavşağa girerken hızını azaltmaması ve gerekli dikkati göstermemesi nedeniyle %25 oranında kusurlu olduğu belirtilmiştir.

Kaza sırasında davacının 1.93 oranında alkollü olduğu bilirkişi raporu ile saptanmış ise de yukarıda yapılan açıklamalar doğrultusunda sürücünün alkollü olması ve alkolün etkisi altında bu kazayı yapması yalnız başına hasarın teminat dışı kalmasını gerektirmez. Trafik sigortacısının ZMSS Poliçesi Genel Şartları B.4 maddesi uyarınca sigorta ettirene rücu hakkının doğumu için trafik sigortası poliçesi kapsamında ödemesi yapılan hasarın meydana geldiği kazanın salt alkolün etkisi altında oluşması ve bu durumun uzman bilirkişilerden oluşan heyet tarafından verilen rapor ile saptanması gerekmektedir.

Yerel Mahkemece nörolog, hukukçu ve trafik uzmanından oluşan bilirkişi kurulundan alınan raporda davacının salt alkolün etkisi altında kalması dolayısıyla kazanın ortaya çıktığı belirtilmiş ise de bu tespit olayın yukarıda özetlenen oluşumu ve dosya kapsamı ile bağdaşmamaktadır. Alkollü olmayan bir sürücü de kavşakta geçiş önceliğine uymama nedeniyle kazaya sebep olabilir. Kaldı ki, davacının sigortalısı olayda %75 oranında kusurlu olup, 07 GC 493 plaka sayılı araç sürücüsünün de olayın meydana gelmesinde %25 oranında kusuru bulunmaktadır.

Açıkça görüleceği üzere ve yukarıda değinildiği gibi kaza, tek başına davacı şirket sigortalısı araç sürücüsünün alkollü olmasının etkisiyle meydana gelmemiştir. Olayda bu etmen yanında sigortalı araç sürücüsünün kavşakta geçiş önceliğine uymaması ve diğer araç sürücüsünün kavşağa aracın hızını azaltmadan girmesi şeklindeki davranışlar da rol oynamıştır.

Hal böyle olunca, açıklanan nedenlerle davanın reddine karar vermek gerekirken; olayın oluş şekline, dosya içeriğine ve Yargıtay’ın yerleşik uygulamalarına aykırı bulunan bilirkişi raporundaki görüşlere itibar edilerek davanın kısmen kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

Diğer taraftan, bozma ilamının (3) bendinde “kabule göre” ibaresiyle başlayan ve tavsiye niteliğinde bulunan bölümünün, açıklanan bozma nedeni karşısında usulen bir hükmü bulunmadığından bozma metninden çıkarılması gerekmiştir.

SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda ve Özel Dairenin bozma kararının (2). bendinde gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA…

 

29 Ağustos

Taşıyıcının hasardan sorumluluğu

T.C.
Yargıtay
11. Hukuk Dairesi

Esas: 1999/6608
Karar: 1999/8533
Tarih: 01.11.1999

ÖZET: Taşıyıcının, hasara neden olan olayın meydana gelmesinde kısmen kusurlu olması, tazminatın kusur oranına göre tahsilini gerektirmez. Taşıtana kusur izafesi mümkün olmadığı sürece taşıyan, kısmen kusurlu olarak taşıma sırasında neden olduğu hasarın tamamından sorumludur.

(6762 sayılı TTK. m. 2, 781/1)

KARAR METNİ:
Taraflar arasındaki davanın (Tarsus İkinci Asliye Hukuk Mahkemesi)nce görülerek verilen 18/03/1999 gün ve 1998/425-1999/153 s. kararın Yargıtay’ca  tetkiki davacı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içerisinde verildiği anlaşılmış olmakla dava dosyası için tetkik hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içindeki dilekçe layihalar, duruşma tutanakları ve bütün belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

Davacı vekili, müvekkili şirkete nakliyat sigorta poliçesi ile sigortalı yaş sebzenin davalıların malik ve sürücüsü bulunduğu kamyon ile Tarsus’tan İstanbul’a taşınması sırasında meydana gelen trafik kazasında hasara uğradığını ileri sürerek müvekkilince sigortalısına ödenen 633.654.000.-liranın 25/06/1997 gününden itibaren reeskont oranında faiziyle birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalılar, yanıt vermemişlerdir.

Mahkemece, bilirkişi raporu ve dosya kapsamına göre, 33 ….114 plakalı yaş sebze yüklü kamyon sürücüsü davalı Kadirin olayda %75 oranında kusuru olduğu gerekçesiyle kusur oranına göre 475.240.500.- liranın 25/06/1997 ödeme gününden itibaren reeskont faizi ile birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline, fazlaya ait istemin reddine karar verilmiştir.

Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.

Davacı vekili, müvekkili tarafından sigortalısına ödenen bedelin davalı taşıma şirketi ile sürücüden rücuen tahsilini istemiştir. Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.

Davacı vekili, müvekkili tarafından sigortalısına ödenen bedelin davalı taşıma şirketi ile sürücüden rücuen tahsilini istemiştir.

TTK.nun 781/1. maddesi hükümü gereğince, taşıyıcı eşyanın kendisine teslim edildiği tarihten gönderilene teslim olunduğu tarihe kadar geçer süre zarfında uğradığı ziya ve hasardan sorumludur. Yargılama sırasında davalılar TTK.nun 781/2. maddesindeki sorumluluktan kurtulmasını gerektiren hallerin mevcudiyetini iddia ve ispat etmiş değildir. Kusur yönünden yaptırılan bilirkişi incelemesi sonunda, olayın meydana -gelmesinde davalı sürücünün %75 oranında kusurlu olduğu tesbit edilmiştir. Taşıyıcının olayın meydana gelmesinde kısmen kusurlu olması, tazminatın, kusur oranına göre tahsilini gerektirmez. Taşıtana kusur izafesi mümkün olmadığı sürece, taşıyan, kısmen kusurlu olarak taşıma sırasında neden olduğu hasarın tamamından sorumludur. Hal böyleyken, mahkemece kusur oranı esas alınarak tazminata hükmedilmesi doğru olmadığından, davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün davacı yararına bozulması gerekmiştir.

Sonuç : Yukarda açıklanan sebeplerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün davacı yararına (BOZULMASINA), ödediği temyiz peşin harcın isteği halinde temyiz edene iadesine, 01/11/1999 gününde oybirliğiyle karar verildi.

 

 

29 Ağustos

Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının hukuk davasına etkisi

T.C

Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu


Esas : 2011/19-639

Karar : 2012/30

Tarih : 01.02.2012

*MENFİ TESPİT DAVASI

*BORÇLU OLUNMADIĞININ TESPİTİ İSTEMİ

*CEZA HUKUKU İLE MEDENİ HUKUK ARASINDAKİ MÜNASEBET

*HÜKMÜN AÇIKLANMASININ GERİ BIRAKILMASI


(818 s. BK m. 53) (5271 s. Ceza Muhakemesi K m. 40, 223, 231)


Özet : Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ceza mahkemesince verilen hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının hukuki niteliğinin ne olduğu; buna göre 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK)’nun 53. maddesi uyarınca hukuk hakimini bağlayıp bağlamayacağı noktasında toplanmaktadır. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı kesin bir mahkumiyet anlamında değildir. Bu nedenle ortada ceza hukuku anlamında kesinleşmiş bir mahkumiyet hükmü bulunmadığından hukuk hakimini bağlamayacaktır. Aksi düşünüldüğü takdirde beş yıllık deneme süresi içinde bir suç işlendiğinde mahkemece hüküm açıklanacak ve temyiz hakkı doğacak; şayet yapılan temyiz incelemesinde ceza mahkemesi kararı bozulursa hukuk mahkemesinin kararının da dayanağı ortadan kalkacak ve yargılamanın yenilenmesi gündeme gelecektir. Diğer taraftan, beş yıllık denetim süresi bittikten sonra menfi tespit davası açıldığında ortada ceza mahkemesi kararı bulunmadığından BK’nun 53. maddesi uyarınca hukuk hakimini bağlayıcı bir karardan da söz edilemeyecektir. Aksine, hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının hukuk hakimini bağlayacağı kabul edildiğinde hukuk hakimince verilecek karar davanın beş yıllık deneme süresi içinde ve sözü edilen süre bittikten sonra açılması veya kararın sözü edilen süre bittikten sonra verilmesi hallerinde farklı farklı hukuki sonuçlara ulaşılacaktır. Daha da ötesi, bir olayda birden fazla sorumlu olup da, bunlardan biri hakkında beş yıllık süre içinde, diğeri hakkında beş yıllık süre geçtikten sonra hukuk mahkemesinde dava açılması halinde her iki davalı hakkında da aynı olay nedeniyle farklı kararlar verilebilecektir ki, bu durum adalete olan güveni sarsacaktır. Sonuç olarak maddi olgunun belirlenmesi yönünden hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının, kesinleşmiş bir ceza hükmü olmadığından, hukuk hakimini bağlamayacağının kabulü gerekir.
Taraflar arasındaki “menfi tespit” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Yozgat 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 19.11.2009 gün ve 340/907 E., K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 19. Hukuk Dairesi’nin 09.03.2011 gün ve 417/3025 E., K. sayılı ilamıyla;
(…Davacı vekili, müvekkilince keşide edilerek davalıya teslim edilen bono bedelinin müvekkilince ödendiği halde davalının bedelsiz kalan 15.000.-TL’lik bonoyu takibe konu ettiğini belirterek, takibin iptali ve bono nedeniyle müvekkilinin davalıya borçlu olmadığının tespitine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, davacı tarafından bahsedilen ödemenin 1.500.-TL tutarında olup, bononun bakiye tutarı olan 13.500.-TL için müvekkilince takip başlatıldığını ve kesinleştiğini bildirerek, davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece, davacı yanca sunulan ödeme belgesi tetkikinden ödemeye konu tutarın 1.500.TL olduğunun saptandığı ve ayrıca haciz işlemi sırasında davacının borcu kabule dair beyanları da gözetilerek davacı tarafından kanıtlanamayan davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Davaya konu bono ile ilgili olarak davalı Yusuf Susam’ın bedelsiz kalan senedi kullanma suçundan yargılanarak Yozgat Sulh Ceza Mahkemesinin 2009/436 Esas, 2009/515 karar sayılı ilamıyla mahkumiyetine karar verildiği anlaşılmış olmakla bu kararın BK.nun 53. maddesi uyarınca hukuk hakimini bağlayacağı gözetilmeden mahkemece yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesinde isabet görülmemiştir…..)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN : Davacı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, borçlu olmadığının tespiti istemine ilişkindir.

Yerel mahkemece, davanın reddine dair verilen karar davacı vekilinin temyizi üzerine, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçeyle bozulmuş; mahkemece önceki kararda direnilmiştir. Direnme kararını, davacı vekili temyize getirmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ceza mahkemesince verilen hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının hukuki niteliğinin ne olduğu; buna göre 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK)’nun 53. maddesi uyarınca hukuk hakimini bağlayıp bağlamayacağı noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle, hükmün açıklanmasının geri bırakılması kurumunun hukuki niteliği ve ilgili yasal düzenlemelerin irdelenmesinde yarar vardır:

Hükmün açıklanmasının geri bırakılması, aynen seçenek yaptırıma çevirme, erteleme kurumlarında olduğu gibi, hükmün ve cezanın bireyselleştirilmesi kurumlarından birisidir. Özellikle ilk defa suç işleyen kimselerin hemen cezalandırılmasını ceza adaleti ile güdülen amaca uygun görmeyen Kanun koyucu, verilecek cezanın bireyselleştirilmesinde olduğu gibi, kurulan hükmün açıklanıp açıklanmayacağı konusunda da hakime takdir yetkisi vermeyi uygun görmüştür. Böylece hakimin yetkisi arttırılarak, bir şansa daha ihtiyacı olan sanıkların hakim tarafından durumlarının bir daha değerlendirilmesi imkanı getirilmiştir.

Sözü edilen kurum, hukukumuzda ilk kez 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu’nun 23. maddesi ile çocuklar hakkında, 19.12.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5560 sayılı Kanunun 23. maddesiyle 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK)’nun 231. maddesine eklenen 5-14. fıkralar ile de büyükler için kabul edilmiş, aynı Kanunun 40. maddesiyle 5395 sayılı Kanunun 23. maddesi değiştirilmek suretiyle, denetim süresindeki farklılık hariç olmak koşuluyla, çocuk suçlular ile yetişkin suçlular hükmün açıklanmasının geri bırakılması açısından aynı koşullara tabi kılınmıştır.

Yetişkin sanıklar yönünden başlangıçta şikayete bağlı suçlarla sınırlı olarak, hükmolunan bir yıl veya daha az süreli hapis veya adli para cezası için kabul edilen bu müessese, 08.02.2008 tarihinde yürürlüğe giren 23.01.2008 gün ve 5728 sayılı Kanunun 562. maddesi ile 5271 sayılı Kanunun 231. maddesinin 5 ve 14. fıkralarında yapılan değişiklik ile hükmolunan iki yıl veya daha az süreli hapis veya adli para cezaları için uygulanabilir hale getirilmiş, şikayete bağlı suçlarla sınırlı olarak uygulanan bu müessese Anayasanın 174. maddesinde güvence altına alınan İnkılap Kanunlarında yer alan suçlar ayrık olmak üzere, tüm suçları kapsayacak şekilde düzenlenmiştir.
Sanık hakkında kurulan mahkûmiyet hükmünün hukuki bir sonuç doğurmamasını ifade eden hükmün açıklanmasının geri bırakılması kurumu, doğurduğu sonuçlar itibariyle karma bir özelliğe sahiptir.
Nitekim, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 19.02.2008 gün ve 346-25 sayılı kararında da bu husus;
“Sanık hakkında kurulan mahkûmiyet hükmünün hukuki bir sonuç doğurmamasını ifade eden ve doğurduğu sonuçlar itibariyle karma bir özelliğe sahip bulunan hükmün açıklanmasının geri bırakılması kurumu, denetim süresi içinde kasten yeni bir suçun işlenmemesi ve yükümlülüklere uygun davranılması halinde, geri bırakılan hükmün ortadan kaldırılarak kamu davasının 5271 sayılı CMK’nın 223. maddesi uyarınca düşürülmesi sonucu doğurduğundan, bu niteliğiyle sanık ile devlet arasındaki cezai nitelikteki ilişkiyi sona erdiren düşme nedenlerinden birisini oluşturmaktadır. Müessesenin yargılama kanununda düzenlenmiş bulunması da onun karma niteliğini değiştirmez”
şeklinde ifade edilmek suretiyle de açıkça vurgulanmıştır.

5271 sayılı Kanunun 231. maddesinde düzenlenen hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı, hukuki nitelikçe durma kararı niteliğinde değildir. Ceza Genel Kurulu’nun yukarıda anılan kararında da vurgulandığı üzere bu karar “koşullu bir düşme kararı” niteliğinde olup, anılan maddede yasa yolu da açıkça itiraz olarak öngörülmüştür. Koşulların gerçekleşmesi halinde 5271 sayılı Kanunun 223. maddesinde belirtilen düşme kararı verileceğinden, ancak bu aşamada yani düşme kararı verildiğinde, hükümlere ilişkin yasa yolu olan, temyiz yasa yoluna başvurulabileceği kabul edilmiştir.
Öte yandan, yargılama sistemimizde temyiz yasa yolu, yalnızca hükümler bakımından kabul edilmiştir. Hükümler ise 5271 sayılı CMK’nın 223. maddesinde sınırlı olarak sayılmış olup, hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararları bunlar arasında yer almadıklarından hüküm niteliğinde de değildir (Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 03.02.2009 gün ve 2009/4-13 E., 2009/12 K. sayılı ilamı).
CMK’nın 223. maddesinde bu kararlardan hangilerinin hüküm olduğu açıklanmıştır.
Buna göre; “mahkûmiyet, beraat, ceza verilmesine yer olmadığı, güvenlik tedbirine hükmedilmesi, davanın reddi ve düşme kararları” birer hükümdür.

Yine “adli yargı dışındaki bir yargı merciine yönelik görevsizlik kararları” da yasa yolu bakımından hüküm sayılır.

Bunlardan mahkûmiyet, beraat, ceza verilmesine yer olmadığı ve güvenlik tedbirlerine hükmedilmesine dair hükümlerin uyuşmazlığı sona erdiren, davanın esasını çözen nitelikteki hükümler oldukları konusunda öğretide genel bir kabul bulunmaktadır.
Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı ise, 5271 sayılı CMK’nın 223. maddesinde belirtilen hükümlerden değildir.

“Kurulan hükmün sanık hakkında hukuksal bir sonuç doğurmamasını” ifade eden hükmün açıklanmasının geri bırakılması kurumu, davayı sonuçlandıran ve uyuşmazlığı çözen bir “hüküm” değildir. Bunun sonucu olarak, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ilişkin kararlar, CMK’nın 223. maddesinde sayılan hükümlerden olmadığından, bu tür kararların yasa yararına bozulması durumunda yargılamanın tekrarlanması yasağına ilişkin kurallar uygulanamayacağı gibi, davanın esasını çözen bir karar bulunmadığı için verilecek hüküm veya kararlarda lehe ve aleyhe sonuçtan da söz edilemeyecektir (Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 03.05.2011 gün ve 2011/4-61 E., 2011/79 K.; 06.10.2009 gün ve 2009/4-169 E., 2009/223 K. sayılı ilamları).
Kaldı ki, CMK’nın 231/5. maddesinde, hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının sanık hakkında bir hukuki sonuç doğurmayacağı açıkça ifade edilmiştir.

Böylece hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı ile kurulan hüküm, belli bir süre sanık hakkında hüküm ifade etmemekte, her hangi bir sonuç doğurmamaktadır. Sanık bulunduğu hal üzere bırakılmakta, aynen yargılanan kimsenin durumunda kalmakta ve yapılan yargılama geçici bir süre askıda kalmaktadır. Askı süresi boyunca, yargılanan kimsenin sanık sıfatı devam eder ise de, hiçbir şekilde bu kimse hükümlü sayılamaz. Bu nedenle hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilen kimse, hiçbir haktan yoksun bırakılamaz ve ayrıca bu karara dayanarak hiçbir hukuki statüden dışarıya çıkarılamaz.

Bu açıklamalar ışığında 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 53. maddesine ilişkin değerlendirmeye gelince;
818 sayılı Borçlar Kanunu’nun “ceza hukuku ile medeni hukuk arasında münasebet” başlıklı 53. maddesinde yer alan;

“Hakim, kusur olup olmadığına yahut haksız fiilin faili temyiz kudretini haiz bulunup bulunmadığına karar vermek için ceza hukukunun mesuliyete dair ahkamiyle bağlı olmadığı gibi, ceza mahkemesinde verilen beraet karariyle de mukayyet değildir. Bundan başka ceza mahkemesi kararı, kusurun takdiri ve zararın miktarını tayin hususunda dahi hukuk hakimini takyit etmez.”
hükmünden de anlaşılacağı üzere ceza mahkemesi kararının maddi olgu yönüyle kesinleşmiş olması gerekir. Eğer bu yönden kesinleşmiş bir ceza mahkemesi kararı bulunmuyorsa, hukuk hakimini bağlayacak bir ceza mahkemesi kararından da söz etmek mümkün değildir.
Somut olay açıklanan ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde:

Davalı/alacaklı tarafından 15.000 TL miktarlı bono için davacı/borçlu hakkında kısmi ödemede dikkate alınarak 13.500 TL üzerinden icra takibinde bulunulduğu, alınan ihtiyati haciz kararı ile davacı/borçlunun adresinde yapılan haciz sırasında davacı/borçlunun borcu kabul ettiğini bildirdiği, davacı/borçlu tarafından verilen mal beyanı dilekçesinde faiz ve masraflar dışındaki alacakları kabul ettiğini bildirdiği ve yine davacı/borçlunun adresinde yapılan ikinci haciz sırasında asıl alacak, takip öncesi işlemiş faiz, takip sonrası faiz ve diğer giderleri kabul ederek ödeme taahhüdünde bulunduğu, daha sonra davalı/alacaklı hakkında “bedelsiz senedi kullanma” suçundan şikayeti üzerine kamu davası açıldığı, yapılan yargılamada borçlunun oğlu tanık olarak dinlenilerek ve kısmi ödemeye ilişkin belge de değerlendirilerek sanığın üzerine atılı suç sabit görülerek 5237 sayılı TCK’nun 156/1. maddesi uyarınca cezalandırılmasına ve CMK’nun 231/5. maddesi uyarınca da “hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına” karar verildiği, anlaşılmaktadır.

Az yukarıda da açıklandığı üzere hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı kesin bir mahkumiyet anlamında değildir. Bu nedenle ortada ceza hukuku anlamında kesinleşmiş bir mahkumiyet hükmü bulunmadığından BK’nun 53. maddesi uyarınca hukuk hakimini bağlamayacaktır.
Aksi düşünüldüğü takdirde beş yıllık deneme süresi içinde bir suç işlendiğinde mahkemece hüküm açıklanacak ve temyiz hakkı doğacak; şayet yapılan temyiz incelemesinde ceza mahkemesi kararı bozulursa hukuk mahkemesinin kararının da dayanağı ortadan kalkacak ve yargılamanın yenilenmesi gündeme gelecektir. Bu durum ise adalete olan güven ve saygıyı zedeleyecektir.

Diğer taraftan, beş yıllık denetim süresi bittikten sonra menfi tespit davası açıldığında ortada ceza mahkemesi kararı bulunmadığından BK’nun 53. maddesi uyarınca hukuk hakimini bağlayıcı bir karardan da söz edilemeyecektir. Aksine, hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının hukuk hakimini bağlayacağı kabul edildiğinde hukuk hakimince verilecek karar davanın beş yıllık deneme süresi içinde ve sözü edilen süre bittikten sonra açılması veya kararın sözü edilen süre bittikten sonra verilmesi hallerinde farklı farklı hukuki sonuçlara ulaşılacaktır. Daha da ötesi, bir olayda birden fazla sorumlu olup da, bunlardan biri hakkında beş yıllık süre içinde, diğeri hakkında beş yıllık süre geçtikten sonra hukuk mahkemesinde dava açılması halinde her iki davalı hakkında da aynı olay nedeniyle farklı kararlar verilebilecektir ki, bu durum adalete olan güveni sarsacaktır.
Sonuç olarak maddi olgunun belirlenmesi yönünden hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının, kesinleşmiş bir ceza hükmü olmadığından, hukuk hakimini bağlamayacağının kabulü gerekir.
Yerel Mahkemenin, aynı hususlara işaretle, hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının hukuk hakimini bağlamayacağına ilişkin direnmesi yerindedir.

Ne var ki, davacı vekilinin işin esasına ilişkin diğer temyiz itirazları Özel Dairesince incelenmediğinden, dosyanın bu yönde inceleme yapılmak üzere Özel Dairesine gönderilmesi gerekir.

S O N U Ç : Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme kararı yerinde olup, davacı vekilinin işin esasına ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 19. HUKUK DAİRESİNE gönderilmesine, 01.02.2012 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

29 Ağustos

Yoksulluk nafakasının kaldırılması veya indirilmesi,

T.C.

YARGITAY

3. HUKUK DAİRESİ

E. 2011/13965

K. 2011/19415

T. 1.12.2011

• YOKSULLUK NAFAKASININ KALDIRILMASI YA DA İNDİRİLMESİ TALEBİ ( Davacının Yeniden Evlendiği ve Eşinin Çalışmadığı ve Bir Çocuğu Daha Olduğu Başkaca Gelir ve Mal Varlığı Bulunmadığı Ayrıca Müşterek Çocuğa Baktığı – Uygun Bir Miktara İndirilmesine Karar Verilmesi Gerektiği)

• NAFAKANIN İNDİRİLMESİ İSTEMİ ( Davacının Yeniden Evlendiği ve Eşinin Çalışmadığı ve Bir Çocuğu Daha Olduğu Başkaca Gelir ve Mal Varlığı Bulunmadığı Ayrıca Müşterek Çocuğa Baktığı – Davacının Gelir ve Giderlerine Göre Davalıya Ödediği Nafakanın Hakkaniyet Sınırlarını Aşması Sebebiyle Uygun Bir Miktara İndirileceği)

• NAFAKA DAVASINDA SOSYO EKONOMİK DURUM ( Yoksulluk Nafakasının İndirilmesi – Davacının Yeniden Evlendiği ve Eşinin Çalışmadığı ve Bir Çocuğu Daha Olduğu Başkaca Gelir ve Mal Varlığı Bulunmadığı Ayrıca Müşterek Çocuğa Baktığı – Uygun Bir Miktara İndirilmesine Karar Verilmesi Gerektiği)

4721/m.175

ÖZET : Davacı, yoksulluk nafakasının kaldırılması ya da indirilmesini talep ve dava etmiştir. Tarafların sosyo-ekonomik durumlarının araştırılması sonucu; davacının yeniden evlendiği, eşinin çalışmadığı, bir çocuğu daha olduğu, İğdır’dan İstanbul’a tayinle yer değiştirdiği, 1.600,00 ücretle çalıştığı, başkaca gelir ve mal varlığı bulunmadığı, ayrıca müşterek çocuğa baktığı anlaşılmaktadır. Davacının nafakanın bağlandığı tarihe göre giderleri artmış olup, ekonomik ve sosyal durumu değişmiştir. Davacının gelir ve giderlerine göre davalıya ödediği nafakanın hakkaniyet sınırlarını aşması sebebiyle uygun bir miktara indirilmesine karar verilmesi gerekir.

DAVA : Taraflar arasında görülen nafaka davasının yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:

KARAR : Davacı vekili; tarafların 2005 yılında evlendiklerini, Gaziosmanpaşa 2 Aile Mahkemesi’nin 2007/447 Esas sayılı dava dosyasıyla boşandıklarını, müşterek bir çocuklarının bulunduğunu, velayetin müvekkilinde olduğunu, davalı sigortasız çalıştığı gibi, müvekkilinin masrafları arttığından, anlaşmaya dair protokolde olmadığı halde davalının duruşmada talebi üzerine hakkaniyete aykırı şekilde verilen 500.00 TL yoksulluk nafakasının kaldırılması ya da 100,00 TL’ye indirilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı, 12 yıl çok zor şartlar altında bir evlilik yaşadığını, kendisine 60 milyar ödemediği takdirde nafakasının 800.00 TL ye yükseltilmesine karar verilmesini talep etmiştir. Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

T.M.K.nun 176. maddesine göre; yoksulluğun ortadan kalkması halinde mahkemece nafaka kaldırılabileceği gibi, tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerde iradın artırılması veya azaltılmasına da karar verilebilir.

Taraflar boşanmak için anlaşma protokolü yapmış, protokole göre, davacının davalıya 50.000,00 TL tazminatı peşin vermesi, bunun dışında tarafların birbirinden nafaka ve tazminat talebinde bulunmaması, müşterek çocuğun velayetinin davacı babaya verilmesi kararlaştırılmış, ancak davalı duruşmada aylık 500,00 TL yoksulluk nafakası talebinde bulunmuş, davalı kabul etmiş ise de beyanı okunmadan satır arası imzalatılarak kabul beyanı hükme geçirilmek suretiyle yoksulluk nafakasına hükmedilmiştir.

Tarafların sosyo-ekonomik durumlarının araştırılması sonucu; davacının yeniden evlendiği, eşinin çalışmadığı, bir çocuğu daha olduğu, Iğdır’dan İstanbul’a tayinle yer değiştirdiği, 1.600,00 ücretle çalıştığı, başkaca gelir ve mal varlığı bulunmadığı, ayrıca müşterek çocuğa baktığı anlaşılmaktadır. Davalının ise, boşanırken 50.000,00 TL tazminat ve ayda 500,00 TL yoksulluk nafakası aldığı, kirada yaşarken ailesinin yanına taşındığı anlaşılmıştır.

Anlatılan bu duruma göre davacının nafakanın bağlandığı tarihe göre giderleri artmış olup, ekonomik ve sosyal durumu değişmiştir.

Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda, davacının gelir ve giderlerine göre davalıya ödediği nafakanın hakkaniyet sınırlarını aşması sebebiyle uygun bir miktara indirilmesine karar verilmesi gerekirken davanın tümden reddi doğru görülmemiştir.

SONUÇ : Bu itibarla yukarda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu sebeple yerinde olduğundan kabulüyle hükmün H.U.M.K.nun 428 inci maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek, halinde temyiz edene iadesine, 01.12.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

 

 

T.C.

YARGITAY
3. Hukuk Dairesi

E:2006/189
K:2006/1831
T:07.03.2006
4721 s. Yasa m. 2,4,176,331

Davacı O. ile davalı P. aralarındaki nafaka davasına dair İstanbul 2. Aile Hakimliği’nden verilen 28.04.2005 günlü ve 2003/195 E., 2005/337 K. sayılı hükmün onanması hakkında dairece verilen 06.10.2005 günlü ve 2005/10619 E., 2005/9601 K. sayılı ilama karşı davacı vekili tarafından kararın düzeltilmesi istenilmiştir.
Düzeltme isteğinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra, dosyadaki bütün kâğıtlar okunup gereği düşünüldü:
KARAR : Davada, anlaşmalı boşanma ile kabul edilen 750 DM yoksulluk nafakasının, davalının öğretmen olarak çalışmaya başlaması ve davacının da gelirinin azalması nedeniyle kaldırılması istenilmiş; mahkemece davanın reddine karar verilmiş, işbu kararın temyizi üzerine dairemizce 06.10.2005 gün ve 10619-0601 sayıyla onama kararı verilmiştir. Daire kararına karşı davacı taraf karar düzeltme isteminde bulunmuş olup, isteğin süresi içerisinde bulunduğu anlaşıldıktan sonra dosadaki bütün kâğıtlar okunup gereği düşünüldü.
KARAR : Tarafların 15.12.1992 tarihinde kesinleşen ilamla anlaşmalı olarak boşandıkları, boşanma protokolünde 750 DM nafaka ödemesi ve evlenme halinde nafakanın sona ereceği hususlarının kararlaştırıldığı, davalının 17.06.1974 tarihinde öğretmen olarak göreve başlayıp evlendikten bir süre sonra da görevine devam ettiği, 20.10.1989 tarihinde istifa ettiği, boşanmadan yaklaşık iki yıl sonra 11.03.1994 tarihinde yeniden atandığı ve halen öğretmen olarak görev yapmakta bulunduğu, davalının ise 2001 yılında SSK’dan emekli olduğu, işbu davanın ise 17.09.2003 yılında açıldığı anlaşılmaktadır.
TMK. mad. 176/lV hükmüne göre: “Tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hallerde iradın arttırılması veya azaltılmasına karar verilebilir.” Aynı şekilde 331. madde uyarınca; “durumun değişmesi halinde hakim, istem üzerine nafaka miktarını yeniden belirler veya nafakayı kaldırır.”
Yukarıda sözü edilen yasal düzenlemelere göre, iradın arttırılması veya azaltılması için ya tarafların mali durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin bunu gerektirmesi gerekmektedir.
Hakkaniyet bir bakıma adaleti deyimler. Fakat; sevgi, anlayış ve hoşgörü duygularıyla paylaştırıcı ve denkleştirici davranmak, adaletli davranmaktan daha başka ve daha ileride bir anlam taşır.
Nafaka iradı, tarafların yaptıkları sözleşmeye dayansa bile şartları oluştuğu takdirde artırılabilir veya azaltılabilir. Aksi düşünce “güven” ilkesine aykırı düşer. Zira davacının sözleşme ( protokol )ile elde ettiği “statü”ye beslediği güven, davalı ( borçlunun )sosyal ve ekonomik durumunun bu özel statüyü koruyacak seviyeden daha aşağı düşmediği ( kötüleşmediği )veya hakkaniyet bunu gerektirmediği sürece sarsılıp boşa çıkarılamaz. Ancak sözleşmeyle kararlaştırılmış ve hakim tarafından onaylanmış olan iradın aradan çok az bir zaman geçtikten sonra indirilmesi isteminde bulunmak, hakkın kötüye kullanılması mahiyetini de arz edebilir.
Bunun gibi sırf boşanmayı sağlayabilmek icin, bilerek ve isteyerek mali gücünün üzerinde bir yükümlülüğü protokolle üstlenen kişinin, sonradan bu yükümlülüğün kaldırılması ya da azaltılması yönünde talepte bulunması da iyi niyet, doğruluk-dürüstlük ve sozleşmeye bağlılık ilkeleri ıle bagdasmaz. Çünku kendi kusuru ( basiretsizliği vb. )ile mali imkanlarını zorlayan tarafın MK’nun 2. maddesinden yararlanması söz konusu olamaz.
Ancak, Borçlar Kanununun 19 ve 20. maddelerine aykırı bulunmayan karşılıklı sözleşmede, edimler arasındaki denge, umulmadık gelişmeler yüzünden sonradan bozulacak olursa ( örneğin olağanüstü dalgalanmalarda edimler arasındaki denge altüst oluyor ve bu yüzden ifa aşırı derecede zorlaşıyorsa )güven sorumluluğu ve ivazsız iktisabın korunmazlığı ilkesi ( MK. mad. 2 )gereğince sözleşme koşulları değişen maddi koşullara uyarlanır. Buna göre, sözleşenlerin eğer gelişmeleri baştan kestirebilselerdi, sözleşmeyi bambaşka koşullarla kurmuş olacakları söylenebiliyorsa, ayrıca, beklenmeyen gelişme yüzünden sözleşmeye baştan kararlaştırılmış koşullarla olduğu gibi katlanmak taraflardan biri için özveri sınırının aşılması anlamına geliyorsa, nihayet, yasal ve sözleşmesel risk dağılımı çerçevesinde taraflardan sözleşmeye baştan kararlaştırılmış koşullarla bağlı kalmaları beklenemiyorsa, sözleşmeye hakimin müdahalesi gündeme gelir.
Tarafların mali durumlarının değişmesi, iradın arttırılması veya azaltılmasını gerektirebilir. Örneğin, alacaklının ( davalının )yoksulluğu azalmış veya büsbütün ortadan kalkmıştır ya da borclunun ( davacının )mali veya gelir durumu kötüleşmiştir. Burada, iradın takdirine ( veya kararlaştırılmasına )esas olan şartları ortadan kaldıracak önemde bir değişiklik olması aranacaktır.
Somut olayda boşanma sürecinde davalının öğretmen olduğu ve gerekirse yeniden göreve baslayabileceği öngorulerek nafakanın kabul edildiği degerlendirıldiğinde, boşanmadan iki yıl sonra işe başlanmış olması ileri sürülerek yoksulluk nafakasının kaldırılmasının istenmesi sözleşmeye bağlılık ve iyi niyet kuralları ile bağdaşmamakta ise de, boşanma sonrasında davacının emekli olduğu, gelirinin azaldığı iddia edilerek nafakanın kaldırılması ( “çoğun içinde az da vardır ilkesine göre” nafakanın azaltılması )istendiğine göre gerçekten davacının ekonomik durummunun nafaka başlangıcından sonra istem tarihi itibariyle bozulup bozulmadığı ya da ciddi oranda ödeme güçlüğü ve geçim sıkıntısı doğuracak şekilde azalıp azalmadığı araştırılıp sonucu değerlendirilmeden ve de davalının düzenli, güvenceli görevi nedeniyle gelir sahibi olması gözetilmeden eksik incelemeye dayalı olarak istemin tümüyle reddine karar verilmiş olması TMK’nun 4. maddesinde vurgulanan “hakkaniyet” ilkesine uygun bulunmamıştır. Bu nedenle dairemizin 06.10. 2005 gün ve 10619 E-9601 sayılı kararı ortadan kaldırılarak hükmün bozulması gerekmiştir.
Mahkemece yapılacak iş; davacının, nafaka tesisi ile işbu dava tarihindeki sosyal ve ekonomik durumu tarafların tüm delilleriyle birlikte, zabıta marifetiyle araştırılıp, gerekirse resmi birimlerden kayıt ve belgeler de getirtilerek incelenip sonucuna göre hüküm kurmaktan ibarettir.
SONUÇ : Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK’nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 07.03.2006 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

 

T.C

YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU

Tarih : 26.09.2007
Esas No : 2007/3-641
Karar No : 2007/623

4721 – TÜRK MEDENİ KANUNU 176

ÖZET : YOKSULLUK NAFAKASI, YOKSULLUĞUN ORTADAN KALKMASI VE TALEP BULUNMASI HALİNDE MAHKEME KARARI İLE KALDIRILIR. YEME, SIĞINMA, SAĞLIK, ULAŞIM, EĞİTİM GİBİ ZORUNLU VE GEREKLİ GİDERLERİ KARŞILAYAMAYACAK DÜZEYDE OLANLARIN YOKSUL OLDUĞUNUN KABULÜ GEREKİR. DOSYA KAPSAMINDAN DAVALI KADININ EV HANIMI OLDUĞU, ADINA KAYITLI EVİ 150. – YTL BEDELLE KİRAYA VERDİĞİ, AİLESİNİN YANINDA KALDIĞI VE BAŞKACA BİR GELİRİ OLMADIĞI ANLAŞILMAKTADIR. ALINAN KİRA İLE NAFAKA MİKTARI TOPLAMI KADINI YOKSULLUKTAN KURTARACAK DÜZEYDE DEĞİLDİR. BU DURUM KARŞISINDA YOKSULUK NAFAKASININ KALDIRILMASI TALEBİNİN REDDİ GEREKİRKEN YAZILI ŞEKİLDE KARAR VERİLMESİ İSABETSİZDİR.

DAVA : Taraflar arasındaki “yoksulluk nafakasının kaldırılması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Adana 2. Aile Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 16.02.2006 gün ve 2005/655 E, 20061129 K. sayılı kararın incelenmesi davalı tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 3. Hukuk Dairesi’nin 29.05.2006 gün ve 2006/5390 E., 2006/6652 K. sayılı ilamı ile;

( … Davacı; davalı ( kadın ) ın evinden 150.- YTL kira gelirinin bulunduğunu, ayrıca çalıştığını, böylece yoksulluğunun ortadan kalktığını iddia ederek, mevcut 150.-YTL olan yoksulluk nafakasının kaldırılmasına talep ve dava etmiş, mahkemece; davalının evini kiraya vererek ekonomik durumunda düzelme olduğu ve böylece yoksulluğu kalktığı gerekçesiyle, davanın kabulüyle yoksulluk nafakasının kaldırılmasına karar verilmiş, hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.

TMK’nun 176/3. maddesine göre “irat biçimde ödenmesine karar verilen maddi tazminat veya nafaka … alacaklı tarafın … yoksulluğunun kalkması … halinde mahkeme kararıyla kaldırılır”.

Hukuk Genel Kurulu’nun 07.10.1998 tarih ve 2-656-688 sayılı kararında da kabul edildiği gibi yeme, sığınma, barınma, sağlık, ulaşım, kültür ( eğitim ) gibi bireyin maddi varlığını geliştirmek için zorunlu ve gerekli görülen harcamaları karşılayacak düzeyde geliri olmayanların yoksul olduğunu kabul etmek gerekir.

Yine hemen belirtmek gerekir ki, Hukuk Genel Kurulu’nun yerleşik kararlarında “asgari ücret seviyesinde gelire sahip olunması” yoksulluk nafakası bağlanmasını olanaksız kılan bir olgu kabul edilmemiştir ( HGK. 07.10.1998 gün, 1998/2-656 E. 1998/688 K.; 26.12.2001 gün, 2001/2-1158-1185 sayılı ve 01.05.2002 gün, 2002/2-397-339 sayılı kararları ).

Dosyada bulunan delillerden, davalının ev hanımı olup, herhangi bir işte çalışmadığı, ailesinin yanında kaldığı, sadece 150.-YTL evinden kira geliri bulunduğu, davalının ise astsubay olduğu, 900.- YTL aylık maaşının bulunduğu anlaşılmıştır.

Somut olayda; ev her insanın yaşaması için gerekli en zaruri ihtiyaçlarından birisidir. Davalının da adına kayıtlı tek bir evi vardır. Davalı bu evde kalmayıp, gelirinden yararlanıp ve ihtiyaçlarını daha uygun bir şekilde karşılamak için 150.- YTL’ye kiraya verdiği, kendisinin de ailesinin yanında kaldığı, herhangi bir yerde de çalışmadığı, kira gelirinden başka geliri bulunmadığı, davalının aldığı aylık 150..YTL kira geliri ile aldığı nafaka miktarı toplamının onu, yoksulluktan kurtaracak miktarda bulunmadığının kabulü gerekir.

Mahkemece, dava tarihindeki şartlara göre; davalının yoksulluğunun kalkmadığı gözetilerek, davanın reddi gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması doğru görülmemiş bozmayı gerektirmiştir. Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir… ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davalının temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının özel daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 26.09.2007 gününde oybirliğiyle karar verildi.

 

29 Ağustos

İşçilik alacağı,ıslah,zamanaşımı,silahların eşitliği ilkesi

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU

E. 2010/9-629  -K. 2011/70   T. 6.4.2011

• İŞÇİLİK ALACAĞI ( Cevap Dilekçesinde İleri Sürülmeyen Zamanaşımı Def’inin Islah Yolu İle İleri Sürülebileceği )
• ISLAH ( İşçilik Alacağı – Davalı Sağlık Bakanlığı Vekilinin Cevap Dilekçesinde İleri Sürmediği Zamanaşımı Def’ini Islah Yolu İle İleri Sürülebileceği )
• ZAMANAŞIMI DEFİ ( İşçilik Alacağı – Davalı Sağlık Bakanlığı Vekilinin Cevap Dilekçesinde İleri Sürmediği Zamanaşımı Def’ini Islah Yolu İle İleri Sürülebileceği )
• SİLAHLARIN EŞİTLİĞİ İLKESİ ( Cevap Dilekçesinde İleri Sürülmeyen Zamanaşımı Def’inin Islah Yolu İle İleri Sürülebileceği )

1086/m. 82482

ÖZET : İşçilik alacakları davasında; zamanaşımı def’i, unutma veya benzeri nedenlerle, davanın başında ileri sürülmemiş olabilir. Daha sonra bu durumun farkına varılırsa, ıslah yoluyla ileri sürülebilmesi gerekir. Aynı zamanda silahların eşitliği ilkesinin zorunlu bir sonucu olarak; davalının ıslah yolu ile savunmasını genişletebilmesinin mümkün olduğu sonucuna varılmalı; dolayısıyla zamanaşımı def’inin sonradan ıslah yolu ile ileri sürülebileceği kabul edilmelidir. O halde, davalı Sağlık bakanlığı vekilinin yasal süresi içerisinde ibraz edilen cevap dilekçesinde herhangi bir nedenle ileri süremediği zamanaşımı def’ini, sonradan ıslah yoluyla ileri sürmesinde usule aykırı bir yön bulunmayıp; ıslah edilmiş bu yeni savunmaya karşı tarafın ( davacının ) itiraz etmesinin de, sonuca bir etkisi bulunmamaktadır.
DAVA : Taraflar arasında “işçilik alacakları” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kadıköy 1. İş Mahkemesince davanın kısmen kabul ve kısmen reddine dair verilen 07.05.2009 gün ve 2005/59 E., 2009/247 K. sayılı kararın incelenmesi davalılar vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin 15.12.2009 gün ve 2009/27349 E., 35131 K. sayılı ilamı ile;
( … 1- Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalılardan Sosyal Güvenlik Kurumu’nun tüm temyiz itirazları ile diğer davalı Sağlık Bakanlığı’nın aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir. 2- Yargılama sırasında davalı vekili 25.3.2009 tarihli dilekçesi ile savunmasını ıslah ederek dava konusu alacakların bir kısmının zaman aşımına uğradığını belirterek zaman aşımı definin dikkate alınmasını istemiştir. Mahkemece, usulüne uygun olmadığı ve süresi içerisinde yapılmadığı gerekçesi ile davalının zaman aşımı defi nazara alınmamıştır. Islah, taraflardan birinin yapmış olduğu bir usul işleminin karşı tarafın oluruna bağlı olmaksızın tamamen veya kısmen düzeltilmesine denir. Hukuk Usulü HUMK 83 ve ardından gelen maddelerde düzenlenmiş olan ıslah, taraflardan birinin usule ilişkin bir işlemini kısmen veya tamamen düzeltmesine olanak tanıyan bir yöntem olup, iddia ile savunmanın genişletilmesi yasağının da bir istisnasıdır. ( Yargıtay HGK 14.4.2004 gün, 2004/4-200E, 2004/227 K ). Usulünce yapılmış davalı ıslahı da geçerlidir. Esasa cevap süresi içinde ileri sürülmediğinden davacı tarafın savunmanın genişletilmesi yönündeki itirazı ile karşılaşması mümkün olan zaman aşımı defi’nin ıslah yoluyla yapılmasında usule aykırı bir yön bulunmamaktadır. Dairemizin ve Yargıtay’ın diğer dairelerinin kökleşmiş uygulaması bu yöndedir ( Yargıtay 9.HD. 2007/23744 E.2007/31371 K. Ve 02.04.2007 gün, 2006/ 23813 E, 2007/ 8905 K.; Yargıtay 2. HD. 02.03.2004 gün, 2004/ 1098E, 2004/2590 K ). Bu nedenle davalının ıslah yoluyla zaman aşımı defi’nin kabulü gerekirken bu husus gözetilmeden hüküm kurulmuş olması hatalıdır… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkilinin hizmet sözleşmesiyle 1998/Ağustos ila 2000/ Nisan tarihleri arasında Erenköy Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Hastanesi’nde fizyoterapist olarak çalıştığını belirtip; fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak ücret farkı ek ödeme ( fazla mesai ), ikramiye, bayram ve hafta tatili, giyim yardımı ve kıdem tazminatı toplam 500,00-YTL alacağın tahsilini talep ve dava etmiştir. Davacı vekili, yargılama aşamasında ibraz edilen bilirkişi raporu doğrultusunda istemini ıslah etmiştir.
Davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı ( SGK ) vekili, davanın reddini istemiştir.
Davalı Sağlık Bakanlığı vekili, davanın reddini talep etmiş; daha sonra ise 25.03.2009 havale tarihli ıslah dilekçesiyle, bir kısım işçilik alacaklarının zamanaşımına uğradığını ileri sürmüştür.
Yerel mahkemece; davalı Bakanlığın ıslah dilekçesine konu yaptığı zamanaşımı def’inin esasa cevap süresi içerisinde ileri sürülmediği, sonradan ileri sürülen bu def’in savunmanın değiştirilmesi niteliğinde olduğu, ancak karşı tarafın ( davacının ) muvafakatının bulunması halinde dikkate alınabileceği, değiştirilmiş bu yeni savunmaya ( zamanaşımı def’ine ) davacı vekilinin süresinde karşı çıkması nedeniyle dikkate alınmadığı, gerekçesiyle diğer davalı SGK yönüyle de davanın husumet yönüyle reddine; davacının istemi konusunda da bilirkişi raporu benimsenmek suretiyle hakkaniyet inidirimi de yapılarak davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Davalılar SGK ve Sağlık Bakanlığı vekillerinin temyizleri üzerine Yüksek Özel Dairece; yukarıda açıklanan gerekçelerle SGK vekilinin tüm temyiz itirazlarının reddine, diğer davalı Bakanlık yararına karar oyçokluğuyla bozulmuş; mahkemece, önceki hükümde direnilmiştir.
Direnme hükmünü, davalı SGK ve Sağlık Bakanlığı vekilleri temyize getirmiştir.
I-Davalı SGK vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesinde; Özel Dairece temyiz itirazlarının reddine karar verilerek hakkında hüküm kesinleşmiş olan davalı SGK’nın temyizde hukuki yararı bulunmadığından direnme hükmüyle yönelik temyiz dilekçesinin reddi gerekir. Bu nedenle 09.02.2010 günü yapılan ilk görüşmede davalı SGK vekilinin temyiz dilekçesi reddine oybirliği ile karar verilmiştir.
II-Davalı Sağlık Bakanlığı vekilinin temyiz itirazlarına gelince; Bozma ve direnme kararlarının içerik ve kapsamlarına göre Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; esasa cevap süresi içerisinde ileri görülmeyen zamanaşımı def’inin sonradan ıslah yoluyla ileri sürülüp sürülemeyeceği, noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle belirtilmelidir ki, tarafların sıfatı ve uyuşmazlığın niteliği dikkate alındığında iş mahkemesinin görevli olduğu konusunda duraksama bulunmamaktadır.
Buna göre, anılan mahkemede uygulanacak usul hükümleri, 5521 sayılı iş Mahkemeleri Kanunu’nunda düzenlenmiştir. 5521 Sayılı Kanunun 7/1. Maddesinde iş mahkemelerinde şifahi ( sözlü ) yargılama usulünün uygulanacağı belirtilmekte olup; anılan Kanunun 15. maddesinde ise, bu kanunda açıklık olmayan hallerde, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu hükümlerinin uygulanacağı düzenlenmektedir.
5521 Sayılı Kanun hükümleri arasında uyuşmazlıkla doğrudan ilgili olan “sözlü yargılama usulü” ile “ıslah” kurumuna yer verilmemiştir. Öyleyse, 5521 Sayılı Kanunun 15.maddesinin yaptığı atıf dolayısıyla , 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ( HUMK )’un konumuza ilgilendiren hükümlerine değinmek gerekir.
Buna göre, HUMK’un 473. maddesi, sözlü yargılama usulünün sulh mahkemelerinde uygulanacağını öngörmüş, kanunda açıkça belirtilen hallerde ise, asliye mahkemelerinde de uygulanacağını belirtmektedir. Yine aynı maddenin ( m.473 ) ikinci fıkrasında, sözlü yargılama usulünde açıkça düzenlenmeyen hallerde, HUMK’un ikinci babında ( m. 178 ila m. 426 arası ) bulunan yazılı yargılama usulüne ilişkin hükümlerin uygulanacağını öngörmektedir.
Bu arada sözlü yargılama usulünün uyuşmazlığı ilgilendiren yönüne ilşişkin kısa bir açıklama yapılmasında yarar vardır. Sözlü yargılama usulü, yazılı yargılama usulüne benzer ise de, bazı konularda yazılı usulden ayrılmaktadır. İşte HUMK, sözlü usulün yazılı usulden ayrıldığı özelliklerini ayrıca düzenlemiş ( m.473 ila 491 ), Bunun dışındaki konular bakımından yazılı yargılama usulüne ilişkin hükümlere yollama yapmakla yetinmiştir ( HUMK. M473/II ).
Bu usulde, layihalar aşamasının olmaması tarafların iddia ve savunmalarını mahkemeye sözlü olarak bildirebilmeleri ( m.479, m.482 ) ve mahkemenin tarafların sözlü açıklamalarından edineceği sonuca göre hüküm vermesi asıldır.
Sözlü yargılama usulünde yazılı yargılama usulünde olduğu gibi ( on gün ) belirli bir cevap süresi yoktur. Çünkü davalı, belirli bir süre içinde cevap vermek zorunda olmayıp,, ilk itirazlarıda dahil olmak üzere, bütün savunmasını birinci oturumda mahkemeye sözlü olarak bildirebilir ( m.478,m.479 ). Görüldüğü üzere, davalı cevaplarını ilk oturumda sözlü olarak mahkemeye bildirebileceğinden, davalının ayrı bir cevap dilekçesi vermesine gerek yoktur. Fakat davalının, gerek ilk oturumda gerekse daha önce cevaplarını bir cevap dilekçesi ile mahkemeye bildirmesine bir engel de bulunmamaktadır. Davalının sözlü savunması ( davaya cevapları ) birinci oturumda tutanağa yazılır. Bundan sonra, karşı tarafın ( davacının ) rızası ( açık veya zımni ) olmadıkça, davalı ( tutanakta yazılı olan ) savunmasını değiştiremez ve genişletemez. Sözlü yargılama usulündeki savunmayı genişletme yasağı da, yazılı yargılama usulündeki gibidir.
Ne var ki, sözlü yargılama usulünde savunmayı genişletme yasağının başlangıcı değişik olup, davalının savunmasının ilk oturumda tutanağa yazıldığı ( geçirildiği ) andır. Dolayısıyla, sözlü yargılama usulünde davalı, daha önce bir cevap dilekçesi vermiş ise, ilk oturuma kadar ( en geç ilk oturumda ) karşı tarafın iznine gerek olmadan, savunmasını genişletebilir veya değiştirebilir; ilk oturumdan ( Savunmanın tutanağa geçmesinden ) sonra, savunmasınısavunmayı genişletme yasağının istisnaları hariç olmak üzere-genişletemez veya değiştiremez ( HUMK. M.482 ).
Bu aşamada “ıslah” kavramı hakkında şu açıklamaların yapılmasında yarar vardır.
HUMK’un 83. ve ardından gelen maddelerinde ıslah kurumu ayrıntılı şekilde düzenlenmiş; 83. maddede, davanın her iki tarafın da, yargılama usulüyle ilgili bir işlemini kısmen veya tamamen ıslah edebileceği, ancak aynı dava içerisinde bu yola sasdece bir kez başvurabileceği; 84. maddede, ıslahın tahkikata tabi olan davalarda tahkikatın, tahkikata tabi olmayan davalarda ise yargılamanın bitimine kadar yapılabileceği belirtilmiştir. Sonraki hükümler, ıslahın şekline ve sonuçlarına ilişkin düzenlemeleri içermektedir.
Bilindiği üzere, ıslah, taraflardan birinin usule ilişkin bir işlemini, bir defaya mahsus olmak üzere kısmen veya tamamen düzeltmesine olanak tanıyan ve karşı tarafın onayını gerektirmeyen bir yoldur.
Eş söyleyişle, ıslah, iyiniyetli tarafın, davayı açtıktan veya kendine karşı bir dava açıldıktan sonra öğrenildiği olgularla ilgili yanlışlıklarını düzeltmesine, eksiklikleri tamamlamasına, bu çerçevede yeni deliller sunabilmesine olanak sağlayan bir kurumdur ( YİBK’nun 04.02.1948 gün ve E.1944/10, K1948/3;HGK’nun 16.03.2005 gün ve E:2005/13-97, K:150 sayılı ilamları ).
Öğretide ise ıslah, yukarıdaki tanıma benzer, tarafların birinin yapmış olduğu usul işleminin tamamen veya kısmen düzeltilmesi olarak tanımlanmıştır ( Kuru:Hukuk Muhakemeleri Usulü, Cilt: IV, İstanbul 2001, s.3965; Benzeri tanımlar için bakınız: Alangoya/Yıldırım/Deren Yıldırım:Medeni Usul İstanbul 2001, s.3965; Benzeri tanımlar için bakınız: Alangoya/Yıldırım/Deren Yıldırım: Medeni Usul Hukuku Esasları, İstanbul 2009, s.266; Pekcanıtez/ Atalay/Özekes: Medeni Usul Hukuku, Ankara 2009, s.361; Üstündağ Medeni Yargılama Hukuku, Cilt: I-II, İstanbul 1997, s.549; Bilgen: Hukuk Yargılamasında Islah, Ankara 2010, s.1’de aktarılan tanımlar ve yazarlar; Yılmaz Medeni Yargılama Hukukunda Islah, Ankara 2010, s.49-50’de aktarılan tanımlar ve yazarlar ).
Öte yandan, öğretide hukuk yargılamasının amacının adaletli karar vermek olduğu belirtildikten sonra, biçimselliğin maddi gerçeğin bir yana bırakılmasına neden olmaması ve ıslahın amacı bakımından “usul ekonomisi” ve “usuli hakkaniyet” ilkelerinden hareket edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Usuli hakkaniyet ilkesinin, biçimselliği hakka varmaya, maddi gerçeği bulmaya, onu adeta yutmasına engel olacak bir anlayış olduğu belirtilmiştir. ( Yılmaz:a.g.e., 30, 74, 81 ).
Islahın konusunun tarafların yapmış oldukları usul işlemleri olduğu gerçek olduğuna göre ıslahla düzeltilecek usul işlemlerinin neler olduğundan söz etmek gerekir. Gerek öğreti, gerekse Yargıtay davanın değiştirebileceğini ve genişletilebileceğini aynı şekilde savunmanın genişletilebileceğini ilke olarak kabul etmektedir. ( Kuru:a.g.e., s.4035;HGK’nun 14.3.2007 gün ve E:2007/2-99, K:141 sayılı ilamı ).
Islahın amacı, yargılama sürecinde şekil ve süreye aykırılık sebebiyle ortaya çıkrabilecek maddi hak kayıplarını ortadan kaldırmak olduğundan hak ve alacağı bu sürecin dışında, ortadan kaldırmış olan işlemlerin, yani maddi hukuk işlemlerinin ıslah yoluyla düzeltilebilmesi, elbetteki mümkün değildir. Bir başka deyişle, maddi hakkı sona erdiren maddi hukuk işlemleri, ıslahla düzeltilemez. Feragat, kabul, sulh gibi işlemler, velev ki dava içinde yapılsın, asıl hakkı ortadan kaldırıklarından, usul işlemi olduğu kadar ( davayı etkilediği için usul işlemidir ) maddi hukuk işlemi mahiyeti taşomaktadır ve bu sebeple, bu işlemlerin de ıslah yoluyla düzeltilmesi imkansızdır. Açık bir irade beyanı ile terk edilen haklar, maddi gerçeğin şekle feda edilmesi gibi bir sonuç doğurmadığı için, ıslahın konusu olamaz ( HGK’un 14.01.1953 gün ve E:1/8, K:3;14.03.2007 gün ve E:2007/2-99,K:141 sayılı ilamları ).
Öte yandan, özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı, bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde yasanın kabul etmiş olduğu sürenin tükenmesi anlamına gelmektedir.
818 sayılı Borçlar Kanunu ( BK )’nın 125-140. maddeleri arasında düzenlenen zamanaşımı hakkın ileri sürülmesi engelleyici nitelikte olup, alacak hakkı alacaklı tarafından , yasanın öngördüğü süre ve koşullar içinde talep edilmediğinde etkin bir hukuki himayeden, başka bir deyişle, dava yoluyla elde edilebilme olanağından yoksun bırakılmaktadır. Zamanaşımına uğrayan alacağın tahsili hususunda Devlet kendi gücünü kullanmaktan vazgeçmekte böylece söz konusu alacağın ödenip ödenmemesi keyfiyeti borçlunun iradesine bırakılmaktadır. Şu halde zamanaşımına uğrayan alacak ortadan kalkmamakla beraber, artık doğal bir borç ( Obligatio naturalis ) haline gelmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, alacağın salt zamanaşımına uğramış olması, onun eksik bir borca dönüşmesi için yeterli değildir; bunun için borçlunun, kendisine karşı açılmış olan alacak davasında alacaklıya yönelik bir def’ide bulunması gerekir ( HGK’nun 05.05.2010 gün ve E:2010 ( 8-231, K:255 sayılı ilamı ).
İşte, zamanaşımı hukuki niteliği itibariyle, maddi hukuktan kaynaklanan bir def’i olup; usul hukuku anlamında ise, bir savunma aracıdır ( Kuru:a.g.e., Cilt2, s.1761;Von Tuhr: Borçlar Hukuku ( C.Edege Çevirisi ), Ankara 1983, Cilt1-2, s.688 vd;Vanbolatef’i ve İtiraz Arasındaki Farklar ve İleri Sürülmesinin Hukuki Sonuçları, EÜHFDergisi, Cilt:III, Sayı:1, Kayseri 2008, s.255 vd. ).
Konuyla ilgisi bakımından HUMK’un 202 ve 482 maddelerine de değinmek gerekir.
Anılan Kanun’un 202; maddesi;”Davalı cevap dilekçesinde karşılık dava da dahil olmak üzere bütün iddia ve savunmaları ile sebeplerini birlikte bildirmeye mecburdur.
Müddeaaleyh cevap layihasını hasmına tebliğ ettirdikten sonra onun muvafakatı olmaksınız müdafaa sebeplerini tevsi veya tebdil edemez. Ancak ıslah haliyle 186. madde hükmü müstesnadır.” Hükmünü içermektedir.
Yukarıda belirtilen madde metninden anlaşılacağı üzere, davalı taraf cevap dilekçesinde tüm savunmalarını sebepleriyle bildirmek zorundadır. Cevap dilekçesinin davacıya tebliğinden sonra, savunma sebepleri genişletilemez ve değiştirilemez; eş söyleyişle, cevap dilekçesinde bildirilmeyen def’iler ileri sürülemez; ayrıca, cevap dilekçesindeki savunmanın dayandırıldığı olgular da genişletilemez ve değiştirilemez. Öğreti ve uygulamada “savunmanın genişletilmesi yasağı” veya” savunmayı genişletme yasağı” olarak adlandırılan bu yasağın istisnaları da aynı maddede gösterilmiştir. Bunlar; davacının muvafakati, ıslah ve müddeabbihin temlikidir.
Az yukarıda değinildiği üzere, “savunmanın genişletilmesi yasağı”nı düzenleyen HUMK. 202. maddenin 3. Fıkrasında, ıslahla savunma sebeplerinin genişletilebileceği veya değiştirilebileceği açıkça belirtilmiştir. HUMK’un 202. maddesinin 3. fıkrasında “Ancak ıslah hali…müstesnadır” ifadesini yer aldığına göre, ıslah yolu ile savunmanın genişletilmesinin mümkün olduğu sonucuna varılmalı; dolayısıyla zamanaşımı def’inin sonradan ıslah yolu ile ileri sürülebileceği kabul edilmelidir. Aksi takdirde, m.202/3.fıkrasındaki “ Ancak ıslah hali…müstesnadır” hükmünün hiçbir anlamı kalmayacaktır.
Öte yandan sözlü yargılama usulür.de savunmayı genişletme yasağının düzenlediği HUMK.un 482. Maddesinde ise;”İki tarafın neticei iddiaları zapta kaydolunur. Bundan sonra feragat, ıslah, münazaalı şeyin ahara temliki halleri müstesna olmak üzere, iki taraf ittifak etmedikçe neticei iddialarını tepdil veya tevsi edemezler. Fakat tahkikat bitinceye kadar neticei iddialarını teyiz için yeni delil ibraz ve ikame edebilirler. “hükmüne yer verilmiştir.
Görüldüğü üzere, HUMK’un 482. maddesi yukarıda yazılı yargılama usulünde savunmayı genişletme yasağını düzenleyen 202. maddesi ile paralel bir düzenlemeyi içermekte olup; maddede genişletme yasağını düzenleyen 202. maddesi ile paralel bir düzenlemeyi içermekte olup; maddede ( m.482 ) “…ıslah… müstesna olmak üzere…” ila ilavesine yer verildiğine göre, yukarıda varılan sonuç gibi, sözlü yargılama usulünde de ıslah yolu ile savunmanın genişletilmesinin mümkün olduğu sonucuna varılmalı; dolayısıyla zamanaşımı def’inin sonradan ıslah yolu ile ileri sürülebileceği kabul edilmelidir. Aksi takdirde, 482. maddenin ikinci cümlesinde geçen “…ıslah…müstesna olmak üzere…” ibaresinin de bir anlamı olmayacaktır.
Yukarıda belirtildiği üzere, zamanaşımı ( HUMK. M187 kapsamında bir ilk itiraz olmayıp ) maddi hukuktan kaynaklanan bir def’i ve savunma aracı olup, davanın başında , süresinde verilecek maddi hukuktan kaynaklanan bir def’i ve savunma aracı olup, davanın başında, süresinde verilecek cevap dilekçesinde ( veya sözlü yargılama usulünde ilk oturumda esasa girişilmeden önce ) ileri sürülmelidir.
Zamanaşımı def’inin, yukarıda belirtilen aşama geçildikten sonra ileri sürülmesi, savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi anlamına gelir. Bu durum ise, karşı tarafın izni ( açık veya zımni ) olmaksızın yada ıslah yoluna gidilmeksizin yapılırsa geçerli değildir.
Görüldüğü üzere, zamanaşımı def’i, unutma veya benzeri nedenlerle , davanın başında ileri sürülmemiş olabilir. Daha sonra bu durumun farkına varılırsa, ıslah yoluyla ileri sürülebilmesi gerekir.
Öğretide, yasal süresi içerisinde cevap dilekçesi verilmiş olup olmamasına göre bir ayırıma gidilmiş ise de, genellikle zamanaşımı def’i, unutma veya benzeri nedenlerle, davanın başında ileri sürülmemiş olabilir. Daha sonra bu durumun farkına varılırsa, ıslah yoluyla ileri sürülebilmesi gerekir. Öğretide, yasal süresi içerisinde cevap dilekçesi verilmiş olup olmamasına göre bir ayırıma gidilmiş ise de, genellikle zamanaşımı def’inin ıslah yoluyla sonradan ileri sürülebilmesi olanağının bulunduğu kabul edilmektedir. ( Postacıoğlu:Medeni Usul Hukuku Dersleri, İstanbul 1979, s.177;Ansay:Hukuk Yargılama Usulleri, Ankara 1960, s.192-193;Berkin:Medeni Usul Hukuku Esasları, İstanbul 1969, s.145;Kuru:a.g.e.,s.3970;Yılmaz:a.g.e.,s.402;Pekca nıtez/ Atalay/Özekes:a.g.e,s.362;Alangoya/Yıldırım/Deren Yıldırım:a.g.e., s.262;Tanrıver:Makalelerim II “Yazılı Yargılama Usulü Bağlamında Islaha Başvuru Sureti İle Zamanaşımı Def’inin İleri Sürülüp Sürülemeyeceği Sorunu Üzerine Bazı Düşünceler” adındaki makalesi, Ankara 2011, s.242 ). Nitekim, Hukuk Genel Kurulu’nun 19.02.1958 gün ve E:4-23, K:16;13.02.1963 gün ve E:4-51,K:19 sayılı kararlarında da, sonradan ıslah yoluyla zamanaşımı def’inin ileri sürülebileceği kabul edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’ndaki görüşmelerde bu konu değişik yönleriyle tartışılmış, azınlıkta kalan görüş sahipleri; “Esasa cevap süresi içerisinde verilen cevap dilekçesinde ileri sürülmeyen zamanaşımı def’inin, sonradan ıslah yoluyla ileri sürülmesine karşı tarafın ( davacının ) hiç veya hemen karşı çıkmaması halindeki bu yeni ve genişletilmiş savunmanın zımnen kabul edilmiş savulacağı ve davalı yararına kazanılmış hak oluşturacağı, davacının daha sonra bu savunmayı genişletmeye itiraz ederek, kazanılmış hakkı ortadan kaldıramayacağı gibi, süresinde ileri sürülmeyen zamanaşımı def’inin karşı taraf ( davacı ) yararına kazanılmış hak oluşturacağı, kazanılmış hakların ise ıslah yolu ile bertaraf edilemeyeceği, aksi halde davacıya tanınmayan bir olanağın davalıya verilmesinin “menfaatler dengesine” ve Anayasanın 10.maddesindeki “eşitlik ilkesine” aykırı oluşturacağı;
Zamanaşımı savunmasının ıslah yolu ile ileri sürülebileceğinin kabulü halinde; süresi içinde zamanaşımı savunması ile karşılaşmayan veya süresinden sonra ileri sürülen zamanaşımı savunmasına karşı çıkarak bu yöndeki savunmanın reddini sağlayan ve davayı yürütmek için masraf ve emek harcayan davacının, davada ıslah yoluna gidilip gidilemeyeceği, harcadığı emek ve masrafların boşa gidip gitmeyeceği endişesine kapılmasına neden olunacağı, ıslahın kabul edilmesi ile de aylarca veya beklide yıllarca süren işlemler yok sayılacak, bu suretle hukuki güvenliğin zedeleneceği, yapılar masraflar ve harcanan emeğin boşa gideceği, bu durumda, zamanaşımına uğramış bir borcun dava edilmesinde davacının kusuru olduğu ve bunun sonuçlarına katlanması gerektiği gibi bir düşünce ileri sürülebilir ise de, zamanaşımına uğrayan borcun sona ermeyip, dava ve takip edilebileceği; ödenmesi halinde, ödenen miktarın sebepsiz zenginleşme kurallarına göre geri istenemeyeceği gözetildiğinde, bu yöndeki düşüncenin doğru olmayacağı; bu durumda, ıslahın geçerli kabul edilmesi, usul kurallarının amacı ile de bağdaşmayacağı;
Zamanaşımı def’inin, hak ve düşürücü nitelikte olan on ( 10 ) günlük esasa cevap süresi içerisinde ileri sürülmesi gerektiği, yasal sürelerin ıslahla etkisiz hale getirilemeyeceği;
Nihayet, zamanaşımı def’inin ıslah yolu ile sonradan ileri sürülebilmesinin kabulü halinde, bunun “ yargılamayı uzatabileceği” gibi, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ( TMK )’nın 2. maddesindeki “hakkın kötüye kullanılması” olarak bile değerlendirilebileceği,” Gerekçeleriyle, ıslah yolu ile zamanaşımı def’inin sonradan ileri sürülebilmesine karşı çıkmışlar ise de; çoğunluk bu görüşe katılmamıştır.
Yukarıda belirtildiği üzere, ıslah kurumu, gerçekten iyi niyetli ve fakat davayı açarken veya dava sırasında istemeyerek haytalı davranan veya durumu iyi değerlendiremeyen taraflar bakımından yararlı bir yoldur. Ne var ki, ıslah kötüniyetli tarafın amaçları için de “kullanılmaya” açık olup; bu olgu, ıslah kurumuna gölge düşürecek niteliktedir. Buna paralel olarak, ıslah belirtilen yararlarına karşın, davanın uzamasına da neden olabilir. Kanunkoyucu bu gibi sakıncalarıda düşünerek, ıslahı sıkı koşullara bağlamaya çalışmıştır.
İşte, HUMK’un 23.01.2008 tarih ve 5728 Sayılı Kanun’un 11.maddesi ile değişik 90. maddesi, bu sakıncayı gidermeye yönelik bir hükümdür. Alınan 90.madde; “Islahın davayı uzatmak veya karşı tarafı rahatsız etmek gibi kötüniyetli düşüncelerle yapıldığı deliller veya belirtilerle anlaşılırsa, mahkeme, ıslahı dikkate almadan karar verir. Ayrıca, mahkemece kötüniyetle ıslaha başvuranai karşı tarafın bu yüzden uğradığı bütün zararlarının tazmininin yanı sıra ikiyiz Türk Lirasından beşyüz Türk Lirasına kadar idarî para cezası verilir.” Hükmünü içermektedir.
Bu madde hükmüne göre, ıslah hakkının salt olarak karşı tarafı rahatsız etmek veya davayı uzatmak gibi kötü bir amaçla kullanıldığı, delillerle veya belirtilerle anlaşılırsa, mahkeme, bu durumda ıslahı hiç yapılmamış gibi kabul edip; ıslah öncesindeki hukuki durumu dikkate alarak bir karar vermelidir. Ayrıca mahkeme, ıslah isteminde bulunan tarafı, diğerinin her türlü zararını ödemeye mahkum ettikten başka, idari para cezası ile de mahkum eder. Bu madde hükmünün uygulanabilmesi için, ıslaha başvuranın davayı uzatmak veya karşı tarafı rahatsız etmek gibi bir amacı bulunmalıdır. Kanun, karşı tarafın kötü amacını “gibi” kelimesini kullanarak geniş bir yorumla ele alınması gerektiğini vurgulamaktadır.
Islah yoluna başvuran tarafın, kötü niyetle davrandığının kesin ispatı gerekmez. Mahkemeye, bu konuda geniş bir takdir hakkı tanınmıştır. Dava dosyasında ıslah yoluna başvuran tarafın, kötü niyetinin bulunduğunu gösteren belirtilerin bulunması, 90. maddenin uygulanması için yeterlidir. Nitekim, anılan madde hükmünde geçen “belirtilerle anlaşılırsa” ibaresi bu durumu teyit etmektedir. Anılan madde hükmü, TMK’nın 2. maddesinde ifadesini bulan “dürüstlük kuralı” nın özel bir düzenlemesi niteliğinde olup; davada dürüstlük kuralı çerçevesinde ele alınmalıdır.
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 04.02.1948 gün ve E:1944/10, K:1948/3 Sayılı kararın gerekçesinde, “iyi niyet sahibi olan taraflar”, “iyiniyetli tarafın” denilmek suretiyle, davada dürüstlük kuralına vurdu yapılır; ıslah kurumunun bu çerçevede değerlendirilmesi halinde amacına ulaşacağı belirtilmektedir.
Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında somut olayın değerlendirilmesinde; davacının hizmet sözleşmesiyle çalıştığı işyerinde bir kısım işçilik alacaklarının tahsili istemiyle 05.01.2005 harç tarihli dava dilekçesiyle davalı SGK aleyhine eldeki davayı açtığı; bu arada 19.01.2005 tarihinde Resmi Gazete yayımlanan 5283 sayılı Bazı Kamu Kurum ve Kuruşlarına Ait Sağlık Birimlerinin Sağlık Bakanlığına Devredilmesine Dair Kanun’un yürürlülüğe girdiği, anılan Kanunun 4/1- ( c ) bendi gereği husumetin Sağlık Bakanlığına yöneltilerek yargılamaya devam edildiği; davalı Bakanlığa dava dilekçesi 22.06.2005 tarihinde yapılan oturumda tebliğ edilmiş ve bir sonraki oturumun 11.10.2005 tarihine ertelendiği; davalı Sağlık Bakanlığı vekili, dava dilekçesinin tebliğ edildiği oturum tarihinden ( 22.06.2005 ) sonra ve fakat bu oturumun ertelendiği tarihin ( 11.10.2005 ) öncesinde cevap dilekçesini 07.07.2005 tarihli hakim havalesi ile dosyaya ibraz ettiği, anlaşılmaktadır.
Bu aşamada, Hukuk Genel Kurulu’ndaki görüşmelerde, dava dilekçesinin tefhim tarihi dikkate alındığında, husumetin yöneltildiği davalı Sağlık Bakanlığının cevap dilekçesinin yasal süresi içerisinde mahkemeye ibraz edildiği oybirliği ile benimsenmiş ve tartışmalar da bu kabul çerçevesinde yapılmış olup; yasal süresinden sonra cevap dilekçesinin ibrazi ile hiç cevap dilekçesi verilmemiş olması hallerinde, ıslah yolu ile sonradan zamanaşımı def’inin ileri sürülüp sürülemeyeceği konusunun tartışma dışında bırakıldığının belirtilmesi gerekir.
Öte yandan, davalı Sağlık Bakanlığı vekili 25.03.2009 havale tarihli ıslah dilekçesiyle; davacının dava dilekçesinde bir kısım işçilik alacaklarını talep etmiş ise de, bu dalebinin hangi yıllara ait olduğunu açıkça belirtmediğini, bu nedenle cevap dilekçesinde zamanaşımı def’inin göz önünde bulundurulamadığını kıdem tazminatı dışındaki taleplerin zamanaşımına uğradığı belirterek, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesini istemiştir.
Davalı Sağlık Bakanlığı vekilinin 25.03.2009 tarihli zamanaşımı def’ini içeren ıslah dilekçesi, davacı vekiline 08.04.2009 tarihinde tebliğ edilmiş; davacı vekili de, 05.05.2009 havale tarihli dilekçesinde ve tebliğ tarihinden sonraki ilk oturumda ( 07.05.2009 tarihinde ) zamanaşımı def’inin yasal süresi içerisinde ileri sürülmediğini belirterek, bu ıslah edilen yeni savunmaya karşı çıktığı belirgindir.
Yukarıda belirtildiği üzere, zamanaşımı maddi hukuktan kaynaklanan bir def’i ve savunma aracı olup, davacının başında, süresinde verilecek cevap dilekçesinde ( veya sözlü yargılama usulünde ilk oturumda esasa girişmeden önce ) ileri sürülmelidir.
Zamanaşımı def’inin, yukarıda belirtilen aşama geçildikten sonra ileri sürülmesi, savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi anlamına gelir. Bu durum ise, karşı tarafın izni ( açık veya zımni ) Olmaksızın yada ıslah yoluna gidilmezse geçerli değildir.
Zamanaşımı def’i, unutma veya benzeri nedenlerle, davanın başında ileri sürülmemiş olabilir. Daha sonra bu durumun farkına varılırsa, ıslah yoluyla ileri sürülebilmesi gerekir.
Aynı zamanda silahların eşitliği ilkesinin zorunlu bir sonucu olarak; davalının ıslah yolu ile savunmasını genişletebilmesinin mümkün olduğu sonucuna varılmalı; dolayısıyla zamanaşımı def’inin sonradan ıslah yolu ile ileri sürülebileceği kabul eidlmelidir.
O halde, davalı Sağlık bakanlığı vekilinin yasal süresi içerisinde ibraz edilen cevap dilekçesinde herhangi bir nedenle ileri süremediği zamanaşımı def’ini, sonradan ıslah yoluyla ileri sürmesinde usule aykırı bir yön bulunmayıp; ıslah edilmiş bu yeni savunmaya karşı tarafın ( davacının ) itiraz etmesinin de, sonuca bir etkisi bulunmamaktadır.
Ayrıca eldeki dava dosyasında, davalı tarafın savunmayı genişletmek ve değiştirmek için başvurduğu ıslahın, davayı uzatmak veya karşı tarafı rahatsız etmek gibi bir kötüniyetli düşüncelerle yapıldığına ilişkin delil veya bu yönde herhangi bir belirtiye de rastlanmamıştır.
Hal böyle olunca, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen ve davalı tarafın, esasa cevap süresi içinde ileri sürülemediğinden davacı tarafın savunmanın genişletilmesi yönündeki itirazı ile karşılaşması mümkün olan zamanaşımı defi’ni, sonradan ıslah yoluyla ileri sürebiliceğine işaret eden Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : 1 ) Yukarıda ( I ) nolu bentte gösterilen nedenden dolayı davalı SGK vekilinin temyiz dilekçesinin REDDİNE, 09.02.2010 gününde yapılan ilk görüşmede oybirliği ile,
2 ) Yukarıda ( II ) nolu bennte belirtilen nedenlerden dolayı davalı Sağlık Bakanlığı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’un 429 maddesi gereğince BOZULMASINA, 06.04.2011 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğuyla karar verildi.